28 Şubat 2014 Cuma

ENDÜLÜS’TE YEMEK

 (El Pimpi Restorandan mekan görüntüleri)
 Daha önceki anlatılarımla Endülüs gezimizi bitirmiştim. Ancak her gezide görmenin ötesinde bir de yabancısı olduğunuz memlekette hangisi olursa olsun nasıl karın doyuracağınız önemli konulardan biridir. Bu nedenle bu gezimizin geri planında kalan “yemek yemek” üzerinde birkaç söz söylemek isterim.
 İspanya’ya daha öncesi de gittiğim için ülkedeki yemek kültürü üzerine biraz bilgim vardı. Genelde ülke dışında yemek konusunda çok seçici davranmam, az bir süre kalacağım ülkede farklı yemekleri tatmayı da severim. Bu nedenle yolu bir şekilde Endülüs’e düşecekler için yemek kültüründen biraz bahsedeyim.
 (Malaga usulü deniz ürünleri tabağı)
Kahvaltıdan başlarsak ülkemiz kahvaltılarını arayacağınız bir gerçek. Sandviçleri ne yazık ki tatmayı fazla istemeyeceğiniz lezzette. Sıkı ve güzel bir kahvaltı beklemeyin. Kahve ya da taze sıkılmış meyve suyunun yanında (dikkat ederseniz çaydan hiç bahsetmiyorum. Zira bırakın demleme çayı poşet çaylar dahi ne yazık ki iyi değil) yağlı reçelli ekmekle idare edeceksiniz. Gerçi değişik tatlı poğaçalar da bulunuyor ama taze peynir ve zeytini bulabileceğinizi sanmıyorum.

 Bu kadar can sıkıcı kahvaltıdan sonra ise öğle ya da akşam yemeklerinde –hele deniz ürünlerini de seviyorsanız- keyifli yemekler sizi bekliyor. Pizza ya da et gibi klasik yemeklerin dışında Tortilla (patatesli omlet) ya da Paella (ana katkısı pirinç ve ilave her türlü ürün)yı hemen her yerde bulabilirsiniz. Ancak paella, Barcelona’daki kadar güzel ve lezzetli değil.
 Endülüs deniz ürünleri cenneti diyebilirim. Balık ve her türlü deniz canlısını hemen her restoranda bol miktarda bulabiliyorsunuz. Favorim “Malaga usulü deniz ürünleri tabağı” oldu. Endülüs’te ve tüm İspanya’da dikkat edeceğiniz bir nokta var. Menüde yazılı bazı yemekler 2 kişilik hazırlanıyor. Örneğin Malaga usulü deniz ürünleri tabağı iki kişilik. Tek başına bitirebileceğinizi düşünmeyin. Paella’da genellikle 2 kişilik hazırlanıyor. Ama özellikle kalabalık grupsanız 4’er kişilikte hazırlanabiliyor. Paella’da da deniz ürünlüsü tek tercihim oluyor.

 Tapas’dan fazla bahsedemedim. Tapas çok kişinin bildiği bir çeşit meze tabağı. Hemen her üründen tapas tabağı yapılabiliyor. Genellikle tapas yemeğe karar verirseniz başka yemek söylemeyip olabildiğince çok fazla tapasın tadına bakmanızı öneririm.
 (Cadiz'de bir pastane vitrini)

 Endülüs gezimizde sürekli hareket halinde olduğumuz ve sürekli şehir değiştirdiğimiz için gezdiğimiz şehirlerin önemli lezzet mekanlarını gezme ve bulma şansımız olmadı. Ama iki restoran simini özellikle vermek isterim. İlki daha önceki yazılarımda bahsettiğim, Malaga’da bulunan “El Pimpi” mükemmel bir atmosferi var. Çok yeri olmasına rağmen hemen her gece doludur. Eğer saat 19.00’dan önce giderseniz yer bulabilirsiniz. Ama daha geç gidecekseniz ve yer ayırmazsanız uzun süre ayakta beklemek zorunda kalabilirsiniz. 2. Vereceğim restoran simi ise aslında restoran olarak dahi tanımlanamayacak bir sahil lokantası. Marbella sahilinde “Tres Pepe’s” Hem yemek yiyip hem de denize girebileceğiniz sevimli bir restoran.
 Unutmayın her gezgin gezme görme yanında kendi damak zevkine göre de keşifler yapar. İyi gezmeler ve güzel damak keşifleri dilerim.

27 Şubat 2014 Perşembe

ŞUBAT AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 2

 

KİTABIN ADI

Bilinmeyan Bir Kadının Mektubu (Brief Einer Unbekannten)

KİTABIN YAZARI
Stefan Zweig
KİTABIN ÇEVİRMENİ
Ahmet Cemal
KİTABIN YAYINEVİ
T. İş Bankası Kültür Yayınları
KİTABIN BASKI YILI
2013
KİTABIN BASKI SAYISI
2. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI
62 syf
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ
10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ
10/10 
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
9/10 


Karşılıksız ya da imkansız aşklar edebiyat dünyasında sık işlenen konulardır. Pembe dizilerde çokça kullanılan bir temadır.

Usta yazar Stefan Zweig bu uzun hikayesinde benzer bir konuyu işlemekle birlikte hikayeyi okunan tek bir mektupla soluksuz okunan bir hikaye haline getiriyor. “Tanımış roman yazar R.’nin bir seyahat dönüşü kendisini bekleyen mektupları açıp…” okumasıyla başlayan bu hikaye, tek bir mektupla nasıl gerilimli bir hikayenin kurgulanabileceğini usta işi bir kalemden anlatıyor.

Artık klasik bir yazar sayılan Zweig’ı okuyun, seveceksiniz.

26 Şubat 2014 Çarşamba

KURAMSAL HİNT- AVRUPA DİLLERİ’NİN SONU !..

Yıllar önce Paris’te yapılan Etrüsk sempozyumu’na Etrüskleri ve Ön-Türkçe imek/olmak/etmek fiillerinin çekimlerini göndermiştim. O sıralarda öğrenci olan ben, Fransız Türokoloji şubesinin yöneticilerinden, işlerine karıştığım için azar işitmiştim. Ayni makaleyi Stanford Üniversitesinde Cavalli-Sforza ile Kembriç’te Colin Renfrew’a göndermiştim. Cavalli-Sforza,  
Ben genetikçiyim, fakat makale çok ilginç, gereğinde inceleyeceğim” diye cevap vermişti… Yıllar sonra Hint-Avrupa dillerinin çöküşünü bana CNRS’teki bir arkadaş, G.Nougarol,
Ön-Türkçenin varlığı meydanda” diye bildirdi.
Dillerin belkemiğini oluşturan imek/ olmak/ etmek/ fiillerinin Ön-Türkçe olduğu itiraf edilmiş oldu. Hint-Avrupa uygarlığı ve dillerin serüvenini aşağıda okuyalım:

Dil’i, yazı’sı ve din’i dışarıdan gelen ve bu haliyle acınılacak durumda olan Avrupa, dil’inin kökenini bulmuş olduğu hayaliyle yakın zamanlara kadar mutlu yaşamıştı; Bu, şöyle olmuştu:
Önce, Hint Avrupa Uygarlıkları teorisi ortaya atılmıştı: (1)

“…Baş Hâkim (chief of the Supreme court of judicature, Bengal) Sir Williams Jones 1783 yılında (228 yıl önce) Londra’dan Kalkütta’ya tayin olunca hemen Sanskritçe öğrenmeye başlar ve bu dildeki
·            ASMİ, ASİ, ASTİ çekiminin Lâtince’de
·            SUM, ES, EST ve Grekçe’de
·            EİMİ, Eİ, ESİ şeklinde olduğunu hayretle görür. Bu alanda eser yazan Franz Bopp (1791 – 1863) Sir W. Jones’la ayni kanıyı paylaşır ve bu şeklide, önce İNDO-CERMEN (dili ya da dil ailesi) kavramı doğar…”

Zamanla bu kavram altında tüm Batı Dil ve Uygarlığını toplayarak ona
·            HİNT-AVRUPA UYGARLIĞI adını verirler. Fakat araştırmalar derinleştikçe, önce UYGARLIK kavramı çözülmeye başlar. Örneğin, DENİZ sözcüğü tek müşterek bir sözcük değildir. Bu türden pek çok ad ve kavramın ayrı ayrı ifade edildiği görülür. (2). Bu dillerin bel kemiğini oluşturan bu İMEK / OLMAK fiilinin dışında yapılan köken araştırmaları asla bir sonuç vermez. Bu haliyle HİNT-AVRUPA KURAMSAL UYGARLIĞI  ikinci kattan inşa edilmiş bir binaya benzer.
·             Bu endişenin farkında olan ilk ve büyük Hint-Avrupacılar  arasında olan George Dumezil, yaşamının son günlerinde büyük bir şüpheye düşer ve sonuçta Hint-Avrupa Uygarlıklarını ÇOK YAZARLI BİR ROMAN olarak vasıflandırır.(3)
Bu çıkmazdan kurtulmak için Hint-Avrupa Uygarlıkları sınırlandırılarak ona HİNT-AVRUPA DİLLERİ adı verilir.

Verilir, ama…?  Burada büyük bir parantez açacağız:
·            Batılılar, tarihten gelen ön-fikirlerle, diller, kültürler  ve uygarlıklar konusunda araştırmalar yaparken tüm dillere ve hattâ DRAVİTÇE’ye bile başvurmuşlar ve fakat asla Türkçe’yi düşünmemişler ya da düşünmek istememişlerdir…Bu nedenle de 223 yıldan beri aradıkları Hint-Avrupa dillerinin kökenini bulamamışlardır. Gerekli köken bize Kâzım Mirşan tarafından verilmiştir:

Hint-Avrupacılar LEOPAR sözcüğünün tipik  bir örnek olduğunu ve bu sözcüğün tüm Hint-Avrupa dillerinde müşterek bir kelime olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Fakat!...
·            Kökende Ön-Türkçe  LUU-BARŞ bulunur…Bizde PARS olmuştur… Devam edelim… Bir öteki iddia:
·            SETTE (7) sayısının tüm dillerde müşterek söylendiğini gururla iddia ederler; gerçekte ise, köken Ön-Türkçe’dir …ËZ-ËDİ, yani kutsal demek olan bu sözcük
·            Yakutça’da SETİ, Orta Asya’da, Qazaklar’da CETİ, bizde YEDİ olmuştur ve de
·            Lâtince’ye Etrüsklerle SETTE, İtalyanca’ya aynen SETTE, Fransızca’ya SEPT, İngilizce’ye SEVEN, Almanca’ya ZİEBEN
·            Eski Hintçe’ye SAPTA,  Farsça’ya SEB’A, Çince’ye Çİ halinde geçmiştir.

Bir örnek daha; YILDIZ:
·            YULTUZ, YILTIZ, Ön-Türkçe; YULDIZ, Tatarca; CULDIZ, Qazaqça ; SILTIS, Altayca; SILTIR, Çuvaşça; STEÎRK, Kürtçe; SİTARE, Farsça; STAR, İngilizce; STAR, Almanca, STERN ; STELLA, Lâtince ve italyanca, ASTRON, Yunanca; ASTRE, Fransızca; ZVEZDA Rusça…
·            AS’qan, AS/tan’a dönüşmüştür; Tanrı  Bïl’inde, cennette AS/ılı olmak, SiTAN şekliyle Acemce sanılmıştır, örneğin, Ermen/İSTAN… Aslı Ermen/ASTAN’dır.. Türk/ASTAN,  Bulgar’ASTAN vb…
·            İERÜÜN; “sahip olma..ülke”fili… İA ya da İe şeklinde tüm dünyaya yayılmıştır:
         Türk/iye, Turqu/IE, Turch/İA…İtal/İA, İtal/İE…Columb/İYA…Columb/İE…Boliv/YA, Boliv/İE vb..
  • UB-URUQ; Yüce şehir, BURG…Magde/BURG…  Ham/BURG…Stras/BURG Vb..
Fakat asıl  şimdi, İM/ek(im-güzel/İM…) ve OL/mak ( zengin OL/dum), ET/mek (telefon ET/tim) fiillerinin kökeninin Ön-Türkçe olduğunu göreceğiz. Bunun için tarihin derinliklerine, Bitig taşlar üzerinde Ön-Türkçe okunmuş olan Ön-Türkçe'ye başvuracağız ve BEN/İM…SEN/SİN…”O/DUR” fiilinin ilk ve köken hâlini göreceğiz:
ËSİ – ËM…ESİ-ËÑ…ESİ : Ësi… Bu köken fiili, Hint-Avrupa Kuramsal Dillerin kökeninde,belkemiğinde görürüz.(5)
·            ASMİ…  …ASİ…….ASTİ
·            EİMİ………Eİ……   ESTİ
·            SUM………ES……..EST….

(Ësi, Kürtçe’de EZE şeklindedir)
Çince’de WO-SIN…Nİ-SIN…TA-SIN’dır.

ËSİ, Lâtince ve İtalyanca mastar hâlinde, ES/sere’dir.
ET/mek, Fransızca’da ÊT/re’dir.

I AM ile Ësi-Ëm  arasındaki benzerlik… Tatarca ve Etrüskçe’deki MİN-BİN‘in Almanca’da İCH-BİN, Holandaca’da İCK-BEN oluşu …Hint-Avrupa Dilleri Teorisi’ne şüpheyle bakabilmek  için gerekli olan gerçeklerdir.

Kâzım Mirşan bu gerçekleri 1983 yılında, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından basılan Proto-Türkçe’den Bugünkü Kürtçe’ye başlıklı kitabında açıklamıştı.
Bu konuda onun tümüyle haklı olduğu;
·            Centre National de la Recherche Scientifique (Fransa Bilimsel Ulusal Araştırma Merkezi- C.N.R.S.) in
·         Eylûl 2000 tarihli ve 386 sayılı haber bülteninin 8’inci sahifesinde verilen açıklamalarla aydınlığa kavuşmuştur; aşağıya, bu bültenden bizi doğrudan ilgilendiren paragrafları alıyoruz (6)

‘’....Yirminci yüzyılın önemli bir bölümünde arkeoloji, dil bilimi ve nüfus genetiği disiplinleri, her biri kendi yollarını çizdiler, kendi yöntemlerini belirlediler, kendilerine özgü hedefler belirlediler ve kendi bulgularını elde etmeye çalıştılar. Son yirmibeş yılda ise Anglo-Sakson ülkelerde bu üç disiplini bir araya getirmek için büyük çaba harcanmıştır. Bu çabalar İngiliz arkeolog Colin Renfrew tarafından ‘‘yeni sentez’’ olarak adlandırılmıştır. Bu alandaki çalışmalar, önceki yüzyıl çalışmalarını önemli ölçüde geride bırakmıştır.
Genetik uzmanları ve dil bilimcilerce yürütülen ortak çalışmalar (örneğin, Stanford Üniversitesinden Cavalli Sforza, Greenberg ve Ruhlen) insan gurupları arasındaki genetik bağların, diller arası bağlara paralel olduğunu göstermişlerdir. Gerçekten de, dünyanın bir çok yerinde (Afrika, Avrupa, Çin, vb.) biyolojik nüfus dağılımı ve dil dağılımı arasında önemli paralellikler saptanmıştır.
Bunun sonucu olarak, dil bilimi alanında, dil tipolojisi ve dil sınıflandırması hakkında, yeni hipotezler zorunlu olmuştur. On sekizinci yüzyıl sonları ve on dokuzuncu yüzyıl başlarında, dil bilimcilerce ortaya atılan Hint-Avrupa dilleri karşılaştırmalarının, tamamıyla yalanlanma zorunluluğu ortaya çıkmıştır.
Bir kaç hipotez, dillerin birkaç üst-aile olarak guruplandırılmasını öngörmektedir (Avrasyatik, Dene-Kafkas, Nostratik, Nilo-Saharan, Amerindien, Hint-Pasifik, Avustrik); Böylece, örneğin, Hint-Avrupa gurubunun kendisi, Altay gurubu dillerle, aynı üst-aile’nin dalları olmaktadırlar ki, Fransızca Türkçe ve Mançuca gibi birbirinden farklı diller, bu üst-aile içine girmektedir...’’
Bu açıklamalardan vardığımız sonuçlar:

1-     Altay dillerin gurubu - büyük bir olasılıkla, unutturulması,  kültür dünyasından silinmesi için – adı değiştirilerek, ona ASİANİC, Asyalı denmiş ve fakat, nerede ve ne zaman olduğu belirsizleştirilmişti.
2-     Bir değerli profesörümüz ise, Altay dilleri yerine BİTİŞGEN diller deyimini kullanarak, Almanca’yı,  üstü kapalı halde ileri sürmüştü; Çünkü Almanlar, kökenlerinin Hititler’e dayandığı iddiasında idiler ve çünkü, Hititçe’de Almanca’ya benzer sözcükler vardı...Hititçe sözcüklerin kökeninde  Ön-Türkçe’nin bulunduğu bilinmemektedir.      
(Centre National de la Recherche Scientifique – Paris)’in, Eylûl 2000, bülten no:386’ sa.8’de okunacağı üzere
·         Altay dil gurubu, değerine yeniden kavuşmuştu.

Batılı araştırmacılar, son zamanlara kadar,  buldukları her yere Hint-Avrupa Dili Damgası’nı yapıştırmışlardır. Bu davranışın ne büyük yanılgılara yol açmış olduğunun ortaya çıkması ve bu yanlışların düzeltilmesi çok zaman alacak, tarih ve kültür tarihi yanlışlar arasında yol almaya devam edecektir; henüz, Hint-Avrupa Dilleri Teorisi’nin terk edilmesi gerektiğinin büyük kitlelere yayılmamış olduğu düşünülürse, yanlışların ne kadar derin ve geniş olmuş olduğu ve sonuçlarının Tarih ve Evrensel Kültürü nasıl ölçülemeyecek kadar, engin yanılgılar içinde bırakmış olduğu anlaşılabilecektir…

Yazımın belkemiğini oluşturan Centre National de la Recherche Scientifique‘in Eylûl 2000 tarihli 386 numaralı bültenini Fransızca aslıyla olduğu gibi aşağıya alıyorum.


Halûk Tarcan (Bilimsel Araştırmacı-Centre National de la Recherche Scientifique- Paris)

Kaynaklar :
·            1/ 5 / Proto-Türkçe’den Bugünkü Kürtçe’ ye Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü- Kâzım Mirşan
·            2/ Georges Ville, dict. D’Arhéologie, Larousse 1071, Paris
·            3/ D.Eribon, Entretien avec G.Dumezil, Gallimard,1987, Paris – s. 220
·            4/ 6 / Evrensel Uygarlıkların Köken Kültürü, cilt 1A, Halûk Tarcan,  K.Mirşan)


25 Şubat 2014 Salı

ARTIK VİKİTAP’TAYIM

Yakın bir zamandan beri vikitap kaydımı güncelleyerek kütüphanemi oluşturmaya başladım. BURADAN girebileceğiniz vikitap’ı bilmeyenlere kısaca anlatayım.

Vikitap bir kitap paylaşım sitesi. Okuduğunuz ve halen okumakta olduğunuz kitapları ve kütüphanenizi diğer üyelerle paylaşıyorsunuz. Bazı kimliğini ve bilgilerini gizleyen üyeler gördüm ama bu tür paylaşım sitelerindeki bu gizli kalmaya bir anlam veremedim.

Bunun yanında bu yıl için bir kitap okuma hedefi belirleyebiliyor ve okuduğunuz kitapları sistem kayda geçiriyor. Diğer üyeleri takibe alıyor ve okuduğu kitapları görüyor dilerseniz yorum yapabiliyorsunuz. Okuduğunuz ya da herhangi bir kitaba yorum yazabiliyor puan verebiliyorsunuz. Sistemde bazı kitaplar için hazırlanan “Quiz” (Neden yabancı dilde yazılmış anlam veremedim) bölümünde o kitap hakkındaki soruları yanıtlayabiliyorsunuz.

Benim için önemli nedenlerin biri çoğunluğun ne tür kitapları ve hangi yazarları okuduğunu görebilmek, sevilen kitap ve yazarları izleyebilmek. Açıkçası üyelerin kitap okuma düzeyi biraz aşk romanı ve birkaç klasik roman ile sınırlı.

Şimdiye kadar zaman buldukça oluşturduğum kitaplığım halen fiziki kitaplığımın onda biri seviyesinde. Vakit buldukça zenginleştirmeye gayret edeceğim. Ancak çocukluğumda okuduğum ve yıllar önce dağıtığım kitapları olan, “Küçük Kara Balık” “Çocuk Kalbi” “Pal sokağı Çocukları” “Ömer Seyfettin” kitapları gibi yayınları eklemeyeceğim. Ayrıca zamanında okuduğum ancak halen kitaplığımda bulunmayan birçok klasiği de şimdilik kaydetmiyorum. Kitaplığımın gerçekte elimde olan kitaplardan oluşmasını istiyorum.

Vikitap’ın sistemi oldukça yavaş ve zaman zaman takılıyor. Ancak sistemi geliştirmek birazda katılımcıların elinde. Siz de vikitapa katılın ve okuduklarımızı paylaşalım.

24 Şubat 2014 Pazartesi

ŞUBAT AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 1

 
KİTABIN ADI

Osmanlı’nın Son Savaşı Turan Hayalinden Sevr’e-

KİTABIN YAZARI
Erdoğan Aydın
KİTABIN ÇEVİRMENİ
-
KİTABIN YAYINEVİ
Kırmızı Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI
2012
KİTABIN BASKI SAYISI
2. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI
567 syf
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ
9,5/10 (Az sayıda dizgi hatası var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ
10/10 
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
9/10 


Osmanlı’nın girdiği son savaş olan 1. Dünya Savaşı’ndan kaybedenler arasında çıkmasıyla yaşanan bir dizi acılardan sonra cumhuriyetimizin kuruluşu gerçekleşti.

Tarih kitaplarından öğretilen genel bilgiler, Goeben ve Breslau kruvazörlerinin, İngiliz donanmasından kaçarak boğazları geçip İstanbul’a sığınmasından itibaren gelişen bir dizi olayla Osmanlı’nın savaşa girdiği yolundadır. Titiz bir araştırmacı olarak yazar, bazı kayıp belgelerin ışığında, anlatılan tarihin gerçeklere uymadığını Enver Paşa’nın bu savaşa girilmesinden etkin ve aktif bir rol oynadığını ortaya koyuyor.

Kitap tamamen savaş öncesi gelişen olaylar, toplantılar, belgeler ve anılardan oluşmakta. Bir dönemin ayrıntılı anlatımı, özellikle tarihe meraklıları oldukça tatmin edecek nitelikte.

20 Şubat 2014 Perşembe

OCAK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 7

 
KİTABIN ADI

İsa ve Havarileri

KİTABIN YAZARI
Ergün Poyraz
KİTABIN ÇEVİRMENİ
-
KİTABIN YAYINEVİ
Tanyeri Kitap
KİTABIN BASKI YILI
2014
KİTABIN BASKI SAYISI
1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI
366 syf
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ
9,5/10 (Az sayıda dizgi hatası var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ
10/10 
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
8/10 


Temmuz ayı geldiğinde esaretteki günleri 7. Yılını dolduracak olan Ergün Poyraz, Silivri’yi kitap üretim evine çevirmiş durumda. Sürekli üreten yazar birilerini kızdırmaya devam ediyor ve edecek gibi de.

Bu kitabında, Hıristiyanlığın kutsal saydı 4 İncil’den yola çıkıyor. Kitapların metinlerindeki derin çelişkileri su yüzüne çıkarıyor, farklı anlatımlardan yola çıkarak bir çok olayın hayali ve uydurma olduğuna ilişkin kanıtlar sıralıyor.

Gerçekte İncillerin kutsal kitap niteliği olmadığı, metinlerde geçen ve İsa’ya mal edilen sözlerin ve olayların farklı cereyan tarzlarından giderek, bu dinin gerçekte tanrısal olmadığı, İsa’nın sağlığında sadece Yahudiliğin reformuna ilişkin girişimlerde bulunduğunu, ancak ölümünden 2 yüzyıl sonra önce Paulus’un ve sonra da İmparator Contantinus’un gayretleriyle Hıristiyanlığın bir din haline getirildiği ancak kutsal kabul edilen 4 kitaptaki birbirine aykırılıklar sebebiyle İncillerin semavi olmadıkları yargısına varıyor.

Özellikle Hıristiyanlığa ilişkin fazla derin bilgisi olamayanlar için fazla karışık gibi görünebilir. Ancak İsa’nın hayatı ve İncil’de geçen vakalar yönünden biraz bilgi olanlar için akıcı ve sürükleyici bir kitap. Okumakta fayda var.

19 Şubat 2014 Çarşamba

ONLARI UNUTMAYIN - 29

 SÜREYYA SÜLÜN HANIM

(Bu ülkeyi bize vatan yapan insanların hayatlarını araştırmaya başladığımda, ne yazık ki büyük bir vefasızlık içinde bulunduğumuzu acıyla gördüm. Çoğu insanımızdan geriye neredeyse hiçbir bilgi kalmamış. Bazısının ana baba adını bırakın ismini dahi tam olarak bilemediklerimizin yanında hayatı hakkında birkaç satır dışında hiçbir bilgi yok. Var olan bilgilerde her yerde aynı kelimelerinden tekrarından öteye gitmiyor. Süreyya Sülün hanımda vefasız davrandığımız kahramanlarımızdan biri. Toparlayabildiğim bilgiler ne yazık ki sadece bu kadar. Ne doğumunu biliyoruz, ne yaşını biliyoruz. Ancak ölüm tarihine göre sanırım 60’lı yaşlarında kaybetmişiz. Anısını yaşatmak borcumuzdur.)
Hakkında çok az şey bildiğimiz Türk kadınlarından biridir.
Süreyya Sülün Hanım...Van’da doğmuştur. Yaşadığı kasaba, İşgale gelen Rus ordusu ve onların işbirlikçisi Ermeni çetecilerinden teşekkül eden düşmanın korkunç zulüm ve taarruzuna maruz kalmış, bu karışıklıklar sırasında babası şehit olmuştur. Türk toplumunun yok oluşa sürüklendiği bu karanlık günlerde, bir araya gelen beş yüz civarında cengaver, Erek kasabasında toplanarak aziz vatan topraklarını savunmaya karar verirler. Süreyya Sülün hanım ve üç kardeşi de bu kahramanlar ordusundadır.
...Yoğun bombardıman altında ilerleyerek Karaköse’ye gelen bu kahraman Kuvay-ı Milliyeciler, Murat Irmağı boylarında tam bir buçuk ay düşmanla çarpıştılar. Beyazıd’a doğru yürürken yürekler acısı bir manzara ile karşılaştılar. Binlerce Türk köylüsünün işkenceler içinde can vermiş cesetlerini gördüler. Süreyya Sülün hanım gördüğü bu vahşetten etkilenerek daha bir gayret ve heyecanla taarruz edenlerin başında idi.
Iğdır civarında kanlı çarpışmalar oldu.
. Düşman kuvvetli ve Rusya'dan çok takviyeler almıştı. Beş yüz yiğit, yılmadan, kaçmadan döğüştüler. Ölüyor, teslim olmuyorlardı. Bu muharebede Süreyya Hanımın üç kardeşi birden şehadet şerbetini içtiler. Müfreze kumandanı Ali Haydar Bey teessüründen intihar etti. 
Kardeşlerinin kollarında can vermesine rağmen Süreyya Sülün hanım bir an olsun yılmadı ve cenk meydanını terk etmedi. Kala kala dört kişi kalmışlardı. Daha sonra bin müşkilatla Karaköse’ye çekilmeyi başaran Süreyya Sülün Hanım, burada Ziverbey Taburu’na iltihak etti. Bir ara yaralandı ve Erzurum’a döndü
Savaş sonrası İstanbul’da, Atatürk’ün ona savaş gazisi olduğu için hediye ettiği Laleli’deki evde yaşadı. Haseki Hastanesinde yıllarca gönüllü olarak çalıştı. 1968 Kasımında vefat etti.
  

(Orijinal fotoğraflarını bulduğum site: http://smokeyblue.net/2012/04/30/sureyya-sulun/)

18 Şubat 2014 Salı

OCAK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 6

 
KİTABIN ADI

Kar Kristalleri (Vekten av snøkrystaller)

KİTABIN YAZARI
Thorvald Steen
KİTABIN ÇEVİRMENİ
Deniz Canefe
KİTABIN YAYINEVİ
İthaki Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI
2010
KİTABIN BASKI SAYISI
1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI
223 syf
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ
10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ
10/10 
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
9/10 


Romanın baş kişisi Oslo’da annesi ve babası ile birlikte yaşayan 14 yaşındaki genç, kayakla atlama tutkudur. Bir anda “kas erimesi” hastalığına yakalandığını öğrenir. Bununla nasıl başa çıkacağı konusunda bocalarken ailedeki bir başka sorunla da yüz yüze gelir.

İnternet alışverişinde hediye kitap olarak gelen bu kitabı okumayı epeyce ertelemiştim. Başlangıçta yazım tarzı ve hiç tanımadığımız bir toplumu anlatması nedeniyle biraz sıkıcı gelse de sayfalar ilerledikçe çok etkileyici bir kitap oldu. Her kitaptan insanın kazandığı önemli bilgiler olduğuna inanırım. Bu kitapta da hem Norveç aile yaşantısına ilişkin ilginç ve etkileyici bilgilerine yanı sıra etnik bilgiler de olması güzel ve şaşırtıcı oldu. Farklı edebiyatlar arayanlar için oldukça güzel bir deneyim olmaya aday.

Bu kitapla ilgili ilginç bir ödülüm olacak!

Kitap Aralık ayı başlarından Şubat ayı ortalarına kadar bir zaman kesitinde geçiyor. Ancak sayın yazar geçtiği yılla ilgili hiçbir bilgi vermiyor. Fakat çok küçük bir ipucu var.

Şimdi soruma ve ödüle gelelim. Kitaptaki bu ipucundan yararlanarak bana bu kitapta anlatılan yılı ya da yılları ilk yazacak olan dostuma ya istediği bir kitabı ya da seçim yapmazsa benim göndereceğim bir kitabı ödül olarak vereceğim. Ödül avcıları iş başına! Bu kez kur’a yok. Sadece araştırma, okuma ve ilk başvurma süreci var!

Thorvald Steen (born 9 January 1954) is a Norwegian writer and government scholar.

He made his literary debut in 1983, and has subsequently published a wide range of novels, plays, collections of poems, books of short stories, children’s books and essays. He has distinguished himself as one of Norway’s leading internationally-oriented writers. His Norwegian breakthrough came in 1992 with a cycle of poems, Ilden (The Fire) and shortly afterward he achieved international recognition with his creative historical novels Don Carlos (1993), Giovanni (1995),Constantinople (1999), The Little Horse (2002), Camel Clouds (2004) and Lionheart (2010). In 2006 Steen wrote the coming-of-age novel The Weight of Snow Crystals, which was followed in 2008 with the freestanding sequel The Longest Leap.

Steen’s work is translated into more than 20 languages and he has received several literary prizes, both at home and abroad. In 1993 he received Gyldendals legat (Gyldendal's Endowment). The Belgian newspaper Le Soir declared Don Carlos one of the five best novels translated into French in 1996. The newspaper Clarin in Argentina chose Steen as “Best new writer” for Don Carlos the same year. In 2001 he received the Norwegian Dobloug Prize for his entire work. The novel Camel Clouds was elected novel of the year by the Turkish newspaper Bir Gun in 2006 and won the Slovak Jan Holly Award in 2007. In 2006 Steen received the Comenius Medal from the University of Bratislava for his historical novels, and in 2010 he received the Thomsen Prize.

Steen was the chairman of The Norwegian Authors' Union (1991–97) and he has been an honorary member of the union since 1997. He has also been Chairman of the Board in Norla (Norwegian Literature Abroad) since 1997 and a member of the Board of PEN since 2003. In 2004 he received a Governmental Stipend from the Norwegian Minister of Culture.




                                              

17 Şubat 2014 Pazartesi

13 Şubat 2014 Perşembe

ONLARI UNUTMAYIN - 28

 KİGORK BERÇ KERESTECİYAN TÜRKER

Uzun süredir zamansızlıktan notlarımı bir araya getirme olanağını bulamadığımdan blogda uzun süre yayınladığım ve genellikle çok ilgi gören “ONLARI UNUTMAYIN” dizisine ara vermek zorunda kalmıştım.

ABD-AB sarmalında ülkemize yakıştırılan en büyük suçlamalardan olan “Ermeni soykırımı” mavalına her ortamda yanıt vermek bizlere vatan borcudur. “Soykırım” kelime anlamı ile yok etmek ve ortadan kaldırmak fiillerini akla getirir. Osmanlı Devleti’nin savaş koşullarında, özellikle cephe gerisinde batı ve Rus işbirlikçisi Ermeni çetelerine karşı bir önlem olarak uyguladığı “tehcir” savaş sonunda durdurulmuş ve gönderilen Ermeni vatandaşların önemli bir kısmı yaşadıkları yerlere geri dönmüşlerdir. Ancak günün koşulları içerisinde, ancak sayısı hiçbir zaman kesin olarak belirlenemeyen bir sayıda Ermeni’nin (kendi isteği ile dönmeyenler ve başka ülkelere göç edenler de bulunmakta) değişik koşullarda hayatını kaybetmesi 100 yıldır ülkemiz aleyhine bir kampanyanın sebebi yapılmakta.

2. Dünya Savaşı sırasında tüm Japon kökenli Amerikan vatandaşlarının toplama kamplarına alınması ve insanlık onuruna aykırı bir yaşama zorlanması, Balkan savaşlarından milyonlarca Türk’ün ya da İslamiyeti seçmiş Balkan halklarının Türkiye’ye sürülmesi sırasından milyona varan can kayıpları, Doğu Anadolu’da Ermeni çetecilerin katlettiği binlerce Türk, Çarlık Rusyası’nın katlettiği milyonlarca Kırım Türk’ü, Kafkas halkları sayısız kayıp vermişken böyle bir ifadenin sadece Türkiye’ye yönelik kullanılması baştan aşağı kasıttır.

Hal böyle iken, her koşulda vatanına bağlı kalan Ermeni vatandaşlarımızda bizim hep bağrımıza bastığımız vatan evlatlarıdır. Bunlardan birisi de unutulmayı asla hak etmeyen Berç Keresteciyan’dır.

Mütareke günlerinin acı içinde kıvranan İstanbul’u … Berç Keresteciyan Efendi o yıllarda Osmanlı Bankası’nın müdürü…Mustafa Kemal onu Selanik şubesi müdürlüğünden tanıyor. Berç Keresteciyan Efendi aynı zamanda Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti’nin ikinci başkanı. Casusların cirit attığı o dönemde bir gün Berç Keresteciyan, Mustafa Kemal’in avukatı Sadettin Ferit Bey’e gidip önemli bir bilgi verdi:

Siz Paşa Hazretleri’nin hem avukatı, hem zannederim yakın dostusunuz. Paşa Hazretleri’nin bindiği vapur Boğaz dışında bir İngiliz torpidosu tarafından batırılacak. İkaz ediyorum. Lütfen Paşa Hazretleri’ne iletiniz.”

Sadettin Ferit Bey bu haberi gecenin geç saati olmasına rağmen Mustafa Kemal’in Şişli’deki evine giderek kendisine iletti. Mustafa Kemal, Bandırma Vapuru’na biner binmez Kaptan İsmail Hakkı Bey’e “Mümkün olduğu kadar sahilden itmemiz mümkün mü acaba? “ diye sordu. Kaptan Karadeniz’e ilk kez çıktığını, nerelerin kayalık, nerelerin sığ olduğunu bilmediğini çekine çekine Paşa’ya söyledi.

Bunun Üzerine Mustafa Kemal “O zaman pusula ile gideriz” dedi. Ancak kaptan sıkıla sıkıla geminin pusulasının da bozuk olduğunu söyleyince Paşa hafifçe gülerek şöyle dedi: “Ziyan yok. Allah büyüktür. Siz yine mümkün olduğu kadar sahili takip edeniz.” Kıyı kıyı yol alan Bandırma Vapuru bir kazaya uğramadan Samsun’a vardı.

Mustafa Kemal Anadolu hareketini başlattıktan sonra Berç Keresteciyan Efendi Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin ikinci başkanı olarak Anadolu’ya Takalarla sandık sandık ilaç gönderme işini bizzat organize etti.

Anadolu’ya bu yolla sadece ilaç değil, aynı sandıkların içinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın (o dönemin gizli istihbaratı) sağladığı silahları da gönderiliyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları savaşı bin bir zorlukla sürdürüyor, Ankara’ya doğru ilerleyen Yunan kuvvetlerini durdurmaya çalışıyordu.

Ancak o sırada büyük bir sıkıntı baş gösterdi. Savaş meydanına getirilen topların ateşleme mekanizmaları eksikti ve kullanılmayacak haldeydi. Bu durumda savaşın kazanılması olanaksızdı. Bu mekanizmalar İstanbul’da el altından satılıyordu. Ancak 15 bin lira gerekiyordu.

Bu para bir türlü bulunamıyordu. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Berç Keresteciyan Efendi’ye bir mektup yazarak paranın teminini rica etti. Berç Keresteciyan, mektubu getirenlere gece yarısı gelip parayı almalarını söyledi. Kişisel hesabındaki paranın tümünü çekerek mektubu getirenlere verdi. Topların ateşleme mekanizmaları temin edildi ve Anadolu’ya gönderildi.

Zafer kazanıldıktan sonra Berç Keresteciyan Efendi emekli oldu, Ziraat Bankası’ndan uzman olarak çalışmaya başladı. Soyadı kanunu çıktığı zaman Atatürk hizmetlerini unutmadığı Berç Keresteciyan Efendi’ye “Türker” soyadını verdi. 1934 yılında da onu Afyon’dan milletvekili seçtirerek ilk Ermeni üye olarak parlamentoya girmesini sağladı.

Berç Keresteciyan Türker’in milletvekilliği 1942 yılına kadar devam etti. Daha sonra köşesine çekilen Türker, 1949 yılında hayata gözlerini yumdu.

Türker Kimdir

Berç Keresteciyan Türker 1870 İstanbul doğumlu. Beş yaşındayken İstanbul Gümrüğü Şube Müdürü olan babası öldüğü için Maliye Tercüme Kalemi Müdürü olan amcası Bedros Keresteciyan tarafından yetiştirilmiştir. Galatasaray ve Robert Koleji okullarında okudu. Çok iyi Osmanlıca, Fransızca, Ermenice, İngilizce, Rumca, Almanca, İtalyanca ve İspanyolca öğrendi. Osmanlı Devleti'nde Müslüman Türk entelektüeller tarafından basılan ilk gazete olan Tercümanı Ahval'de editör olarak da çalışan amcası, bu yolla Agah Efendi, İbrahim Şinasi ve Namık Kemal gibi isimlerle bağlantı halinde olan bir kişiydi. Dilbilimci kimliği de taşımaktaydı ve Türkçe'nin, , ilk etimolojik sözlüğünü hazırlamıştır.

İki yıl Maliye Bakanlığı'nda çalıştıktan sonra 1890'larda Osmanlı Bankası'nda çalışmaya başladı. 1911 yılında Hilali Ahmer'in (Kızılay) üçüncü kez yeniden faaliyete geçirilmesi görevini üstlenenlerden biri olarak Cemiyetin Yüksek İdare Konseyi'nde yer aldı. Hilali Ahmer'deki tek gayrimüslim idare konseyi üyesiydi. 1910'lu yıllarda da Osmanlı Bankası'nın üç yöneticisinden biri olarak Hilali Ahmer Cemiyeti'ndeki görevini de sürdürdü.

Mütakerede Osmanlı Bankası Müdürü ve Hilal-i Ahmen (Kızılay) Cemiyeti ikinci Başkanı, olarak görev yaptı. İstiklal Savaşı’nda sağlık malzemelerini takalarla İnebolu’ya taşıyanların başındaydı. 1919 yılı Mayıs ayında Atatürk ve arkadaşları deniz yoluyla Samsun’a gidecekleri sırada Berç Türker, Mustafa Kemal Paşa’ya, Avukat Sadedin Ferit Bey (Talay) aracılığıyla, İngilizler’in Karadeniz’de gemiyi torpilleyeceğini gizlice haber verdi. Bunun üzerine Bandırma vapuru bilinen rotadan çıkarak kıyıdan seyretti. Sakarya savaşında kullanılan topların sökülmüş ateşleme mekanizmaları Türker’in borç verdiği 15 bin liralık şahsi tasarrufu ile Teşkilat-ı Mahsusa tarafından gizlice geri alındı.

Savaştan sonra, Beyaz şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi. 1925 yılında Taksim Meydanı'nda İtalyan heykeltıraş Kanonika tarafından yapılan ünlü Cumhuriyet Anıtı'nın oluşturulması için kurulan heyette yer aldı.

Cumhuriyet'in ilk yıllarında Ziraat Bankası'nda uzman olarak çalıştı. Milletvekilliği döneminde, (TBMM 4. Dönem, TBMM 5. Dönem,TBMM 6. Dönem ve TBMM 7. Dönem'de (1935-1946) Atatürk'ün gayrimüslimler için ayırma kararı aldığı kontenjandan Afyonkarahisar milletvekilliği yapmıştır) Hatay'ın Türkiye'ye bağlanması konusunda yaptığı tarihi meclis konuşması ile akıllarda kalmış, bu konuşma tutanaklara Ermeni asıllı birinin aynı zamanda bir Türk milliyetçisi olabileceğinin kanıtı olarak geçmiştir.

1949 yılında İstanbul'da vefat etti.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk Milleti’nin büyük insan Berç Keresteciyan Türker’e gösterdiği bu ilgi ve alaka insanlığın en güzel örneğidir. En önemlisi de merhum Berç Keresteciyan Türker’in yaptığı vatandaşlık görevidir ki; büyük bir mücadele önderini ölümden kurtarmıştır.