30 Nisan 2012 Pazartesi

MART AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 1

KİTABIN ADI : Al Midilli

KİTABIN YAZARI : John Steinbeck
KİTABIN ÇEVİRMENİ:  Belkıs Çorakçı
KİTABIN YAYINEVİ:  Milliyet Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 1996
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 120 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ:  10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ:  10/10

YORUM:
Ülkemizde çok tanınan Steinbeck’in yine defalarca ve çeşitli yayınevleri tarafından yayınlanmış bu kısa kitabında iki uzun hikaye yer alıyor.
Her iki hikayede de kırsal insanının doğaya bakış açısı, doğada yaşamı irdeleniyor.
Kitaptaki ilk hikaye Al Midilli birkaç bölümden oluşuyor. Ancak özellikle ikinci hikaye “Junius Maltby” hikayesi özellikle okunmaya değer özellikte ve güzellikte.
Kısa olması çekici gelebilir.


John Steinbeck, (27 Şubat 1902 - 20 Aralık 1968) ABD'li yazar.

27 Şubat 1902'de Amerika Birleşik Devletleri'nin Kaliforniya eyaleti Salinas kentinde doğdu. 20 Aralık 1968’de New York'ta yaşamını yitirdi. 1940 Pulitzer Ödülü ve 1962 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi gerçekçi roman-öykü yazarı.
Bir ırgat ailesinin çocuğudur. Babası Prusyalı, annesi ise İrlandalı göçmen bir aileye mensuptur. Yaşıtları gibi o da küçük yaşlarda çiftçilik yaptı. 1920-1926 arasında aralıklarla Stanford Üniversitesi'ne devam etti. Öğrenimini sürdürebilmek için duvarcılık, boyacılık, kapıcılık, eczacılık gibi işlerde çalıştı. Okulu bitiremedi. Öğrencilik yıllarında başladığı yazmayı sürdürdü. Irgatlık ve işçilik yaparken edindiği deneyimler, eserlerinde işçilerin yaşamlarını gerçekçi bir dile anlatmasına büyük katkı sağladı. İlk romanlarından başlayarak hep işçileri, yaşam koşullarını, ilişkilerini anlattı. İlk kitabı " Altın Kupa " (1929). 1936'da yayınlanan "Bitmeyen Kavga"da tarım işçilerinin grevi ve bu greve önderlik eden iki Marksisti anlattı. Amerikan çalışma sistemine keskin eleştiriler yöneltti. Üçüncü kitabı "Fareler ve İnsanlar" 1937'de yayınlandı. Bu kez iki göçmen işçi arasındaki garip ve karmaşık ilişkinin öyküsünü anlatıyordu. Kendisine "Pulitzer Ödülü" getiren ünlü romanı "Gazap Üzümleri" 1940'ta sinemaya aktarıldı. II. Dünya Savaşı yıllarında daha çok ideolojik eserler verdi. İzleyen yıllarda politikadan uzak, eğlendirici yanı ağır basan duygusal öğelerin de yer aldığı eserler ve senaryolar yazdı. 1962'de edebiyata katkılarından dolayı Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü.



27 Nisan 2012 Cuma

Çanakkale'de Galatasaray Lisesi Şehitleri ve Azman Dede

Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin Mallıca köyünden 104 yaşında Azman Dede idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu,dev görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes ona azman demeye başlamış,soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu.Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sorduklarını cevapladı. Söz Çanakkale`ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :



-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum.Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.


Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?",içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik.


Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu.Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti.



O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..



Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana.
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana


Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı .


O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.."diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler.Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."


Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu.Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi.
Eğildi;
"Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı." Dedi.

(Celal Bayar Üniversitesi Ögrenci Konseyi'nin hazırladığı "Çanakkale" adlı kitapçıktan )



Naci KAPTAN
cumhuriyetdede@gmail.com








25 Nisan 2012 Çarşamba

EMPERYALİSTLERİN 1915 YUTTURMASI

Ermeni sorununda esas suçlu İngiltere, Rusya, Fransa, ABD ve onların dümen suyunda hareket eden Batılılar’dır.

• İngiltere, o zamanlar sömürgesi olan Hindistan’a Rusların yolunu kapamak için Doğu’da Büyük Ermenistan sözüyle Ermenileri aldatır
• Rusya, Büyük Ermenistan bahanesiyle Akdeniz’e inmek ister
• Fransa, Doğu’da kendine pay çıkaramayacağını bildiğinden Ermenilere Güney Doğu’da- tarihte asla var olmamış olan- Küçük Ermenistan -sözünü verir
• ABD, Orta Doğu’yu Protestan yapmak amacıyla yola koyulur.Osmanlı İmparatorluğu 1774’te imzaladığı küçük Kaynarca antlaşması ile durgunluk dönemine girmiştir. Artık Hıristiyan dünyası için Türk tehlikesi yoktur. Dünyanın dört bucağında çanlar çalar.Emperyalister ağızlarından salyalar akarak , İmparatorluğu parçalama plânları yaparlar. Plânlarını uygulayacak olanlar, Ermenilerdir.

RUSYA

• Ruhânî lider Argutyan ile Ermeni okulu kurucusu Lazaryan ARARAT Prensliği projesini hazırlarlar: 1779
• 1800: Çarlık Rusya Ermenileri yetiştirmek için Harp Akademilerinin kapsını açar..Ve..Bundan sonra bu hazırlıklar genişler…Çeşitli Ermeni isyanları düzenlerler. Sonuçta Rus Ordusunda 150bin Ermeni ile 1915’te Osmanlı topraklarına saldırır. Bu yıla kadar Ermenilerin yaptıkları küçük çaptaki katliamlar tam anlamıyla TÜRK SOYKIRIMI HÂLİNİ ALIR.
İNGİLTERE
• 1804: Londra’da ”British and Foreign Bible Society” kurulur. Görevleri; Anadolu’ya misyoner gönderip Ermenileri hazırlamaktır
• 1812: İngiliz Broken sözlüğü Doğu Anadolu’ya Turcomania yerine, ARMENİA adını verir (Broken Dic. London. 1815)
• 1828: Berlin konferansında bu ad resmileşir
• 1876: İngilizlerin Ermenilere ilgi duyması üzerine, Başbakan Gladston, sağ kolu James Briyce ile Londra’da İNGİLİ Z- ERMENİ BİRLİĞİNİ kurar. Amaç
• Türklerin Anadolu’dan kovulması, yerine Ermenilerin yerleştirilmesi, Protestan Ermeni Devletinin kurulması…Artık ok yayından çıkmıştır; İngiltere, İmparatorluğu bölüşmek için elinden geleni yapacaktır

FRANSA

• 1802: Napoleon Ermenilerden istifade ederek İngilizlerin Hindistan yolunu kesmeği düşünür. Bab-i-Âlî deki sefire fikrini sorar, cevabı “Sir, Ermeniler hayatlarından o kadar memnun ki…” , Napoleon, Mısır’a yönelir
• 1881-1882: İmparatorluk Fransa ve İngiltere arasında paylaşılır. İngiltere Mısır’ı, Fransa Tunus’u işgâl eder…
• Marsilya başta olmak üzere Ermeni basını Fransa’da ortaya çıkar. Her tür yalan ve iftirayla şiddetli bir Osmanlı İmparatorluğu karşıt propagandası başlar…Ermeni isyanları kışkırtılır, emperyalistler elçilik, konsolosluk, kiliseler ve basın yolu ile her tür maddî yardım, silâh, cephane yardımlarıyla Ermenileri desteklerler…Sonuçta Fransa Güney Doğu’yu işgâl eder.
ABD
• 1805-1810: Amerikan misyonerleri Orta Doğu ve Anadolu’yu Protestan yapma çabasına girişirler. Bu faaliyetin merkezi, “Beacon street 14 Boston”dur. Bu çaba, iflâs’a uğrar ve Ermenileri İmparatorluğa karşı kışkırtma şekline dönüşür. Arnavutköy’de, propaganda merkezi olan Robert College kurulur.
• Ürettikleri yalan telgraflara Talât Paşa’nın Ermeni jenosidi için emir verdiği tüm dünyaya yutturulur
• 1922: Wilson, Anadolu’nun etnilere göre bölünmesi fikrini ortaya atar. Fakat
• Komünist Rusya yönetimindeki Türk devletleri
• Hindistan’daki 500 etni ile meşgûl olunmaz
• Lozan’ı imzalamaz…Ve bu güne gelinir
Çok kısa olarak emperyalistlerin Ermeni sorununu yarattıklarını gördük.
Bu emperyalistler Ermenileri tetikçi olarak üstümüze saldırtan ve ellerinden gelen bütün alçaklığı yaptıktan sonra ortaya hakem rolüyle çıkmaya utanmamışlar, utanmamaktadırlar.
Onlara göre
• 1915’te hiçbir şeyden haberi olmayan masum Ermenileri bu hain katil Türkler evlerinden alıp Mezopotamya çöllerinde katletmişlerdir. Ve de bu yalanı yutturmak, aynı zamanda suçsuz olduklarına dünyayı kandırmak için gene Ermenileri kullanmaktadırlar.
Karşımızda Ermeniler yoktur, doğrudan Emperyalist ülkeler vardır.Uyguladıkları taktik ile, Ermeniler bizleri itham etmekte, biz de kendimizi savunmaya gayret etmekteyiz.Artık savunma dönemi bitmiştir. Ermeni suçları çok yönlü olarak ortaya konmuştur.Hücum dönemi başlamalıdır:
• AYAĞA KALK, EMPERYALİST! demeliyiz, ayağa kaldırıp suçlarını suratlarına çarpmalıyız… Yoksa daha çok yıllar bu ülkelere seçim malzemesi olmaya devam edeceğiz.

Halûk Tarcan

24 Nisan 2012 Salı

ŞUBAT AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 9

KİTABIN ADI : Anadolu’dan Filistin’e Türklerle Omuz Omuza

KİTABIN YAZARI : Hans Guhr
KİTABIN ÇEVİRMENİ:  Eşref Özbilen
KİTABIN YAYINEVİ : Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 2007
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 255 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10

YORUM:
Osmanlı’nın belli tarihi sebep ve koşullarla karıştığı 1. Dünya Savaşı, devletin kalan son takatinin tükendiği, neredeyse tüm sınırların savaş cephesi olduğu bir ortam yaratır. Osmanlı Devletinin müttefik olduğu Almanya’dan alabildiği askeri yardımın bir kısmı da bilindiği gibi teknik askeri yardımdır. Özellikle tenkil sınıflardaki uzman asker açığı Alman askeri ve subayının Osmanlı üniformasıyla savaştırılarak sağlanır.
Alman subayları, Türk cephelerine birer rütbe terfi alarak getirilirler. Bu durum zaman zaman Türk komuta kademesinde sorun yaratır. Mustafa Kemal’de, gelen Alman subaylarına soğuk bakanlardadır.
Gelen Alman subayları tüm cephelere dağıtılırlar.
Anıların sahibi Hans Guhr’da Haziran 1916’dan Şubat 1919’a uzanan anılarında Türk cephesindeki anılarını yazıyor. İstanbul’da başlayan Türkiye hayatı, önce Doğu cephesinde, izin sonrası da Filistin cephesindeki yaşadıklarından oluşuyor. Özellikle Filistin cephesinde savaşın doğrudan içinde olan yazar, bütün büyük muharebelerde Türklerle omuz omuza çarpışırken Türk insanını yakından tanıyor.
1937 yılında, Nazilerin en azgın döneminde kaleme aldığı anılarında Türk sevgisi derinden hissediliyor. Bir yabancının gözüyle savaşlar umarım ilginizi çeker.


18 Nisan 2012 Çarşamba

ANA DİLLE EĞİTİM AMA HANGİ DİL?

Türkiye’de birçok etnik topluluk yaşamaktadır. Her biri de kendi dillerini özel yaşam alanında kullanmaktadırlar. Bu hemen her toplumda böyledir. Bununla birlikte yaşanılan toplumda ortak değerler bütünü içinde resmi olarak tek dil konuşulur. Bu toplumsal birlik ve beraberlik için gereklidir. Fransa’da resmi dil Fransızcadır. Almanya’da Almancadır.

Bakınız; Dünyadaki 6 milyar kişinin konuştuğu 3000'den fazla dil vardır ama dünya nüfusunun yarısı bu dillerden yalnızca 15'ini konuşmaktadır.
En çok sayıda insanın konuştuğu dil ise Çin'deki Mandarin dilidir.
Yazı dili bütün Çin'de aynı olmasına rağmen halkın yüzde 70'i Mandarin dilini konuşur ve kuzeyde oturan bir kişi güneydekinin konuştuğunu anlamaz.
Afrika'da 1000'e yakın dil konuşulmaktadır fakat 1 milyondan çok kişinin konuştuğu dillerin sayısı 30'u geçmez. Hindistan'da 800'den fazla dil konuşulmaktadır. Hatta bu kalabalık ülkede, her 12 kilometre gittikçe lisanın değiştiği söylenmektedir.
Genetik bilimi, insanlığın dünyanın belli bir noktasında, çok büyük bir olasılıkla Yakın Doğu'da doğarak yayıldığı ve dünya üzerindeki iki toplum coğrafi olarak birbirinden ne kadar uzaksa genetik yapılarının da o kadar farklı olduğu düşüncesini doğrulamaktadır.
Örneğin Çin, Japon gibi doğu milletleri genetik olarak birbirlerine, Avrupalılar ise Kuzey Afrikalılara, Ortadoğululara ve Hintlilere daha yakındırlar.


Dünyanın bu genetik haritası ile konuşma lisanlarının yayılışı paralellik gösterir. Teoriye göre milattan önce 7500 yıllarında tarımın başlaması ve hayvancılığın gelişmesi ile birlikte Yakın Doğu'dan Avrupa'ya, Kuzey Afrika'ya ve Hindistan'a büyük göçler olmuştur. Bu büyük göç dalgaları üç ana dil gurubunun oluşmasına yol açmışlardır.

Diller arasındaki akrabalığa, dillerin tarihsel oluşumuna dayanan bu sınıflandırmada, ortak bir kökenden kaynaklandıkları varsayılan diller aynı öbeğe konulmuştur.
Çelişkili olmalarına ve açıklaması yapılamamasına rağmen üç dil grubu;
1. Hint-Avrupa dilleri,
2. Ural-Altay dilleri,
3. Hami-Sami dilleridir.
Türk dilleri, Ural-Altay ailesinin Altay öbeğindedir.
Büyük dil öbeklerinin dışında sınıflandırılmalarına rağmen Kore, Japon ve Eskimo dilleri de bu aileden gösterilir. Hami-Sami dillerinin en belirgin örneği Arapça'dır. Çin-Tibet ve Kafkasya dilleri, Avustralya, Afrika ve Amerika yerli dilleri bu ana sınıflandırmanın dışındadırlar.
Diller ayrıca dilbilgisi yapılarına göre de dört sınıfa ayrılır:
1. Kelimelerin kısa kısa, ek almadan, cümle içindeki yerlerine göre anlam yüklendikleri diller (Çin, Vietnam, vb.);
2. Zaman, kişi, olumsuzluk gibi tüm durumların fiilin köküne ek gelmesiyle türetilen diller (Türkçe);
3. Dilbilgisi bağlantılarının fiil kökünde değişiklik yapılarak ifade edildiği diller (Hint-Avrupa, Hami-Sami);
4. Sözcüklerle ekler birleştirilerek bir cümlenin tek sözcüğe dönüştürüldüğü diller (Eskimo). Örneğin Eskimo dilinde "takusariartorumagaluarnerpa" kelimesi "onun bununla uğraşmaya gerçekten niyetli olduğunu sanıyor musunuz" anlamına gelir.

Dünyadaki bütün dillerin tek ortak yanı, en çok kullanılan kelimelerin, daha az kullanılanlara göre az sayıda harfle yazılmaları, yani daha kısa olmalarıdır.

Ayrıca hemen hemen bütün lisanlarda vücudun kısımlarının ve organlarının isimlerinin bir çoğu kısa kelimelerle ifade edilir. Türkçe'deki baş, bel, kaş, göz, kas, dil, diş, el, kol, saç, aya, ten, diz, kan, boy, bel, kıl, vb. gibi.
Lisanın zenginliğinde milletlerin yaşadığı ortamın ve kültürün etkisi vardır.
Eskimo'lar ata, sadece at demekle yetinirken Türklerde atın cinsine, yaşına, rengine göre değişik isimleri vardır. Ancak bizler de 'kar'a sadece kar derken, Eskimo dilinde karı ve yağışını tanımlayan 32 kelime vardır.
Hayvanlara sesleniş bile dillere göre değişir. Bir İngiliz tavuğunu bili-bili diye çağırırsanız anlamaz. İngilizler tavuğu çak-çak (chuck), Finliler fibi-fibu diye çağırırlar ama hemen hemen bütün dillerde tavuğu kovalama sesleri birbirlerine benzer; kış-kış, kuş-kuş, kş-kş, kiş-kiş...


H.Prof.Dr. Nurullah AYDIN


19 Ocak 2012 ANKARA



17 Nisan 2012 Salı

TCDD’DA ARTIK CUMHURİYET KAZANIMI OLMAKTAN ÇIKIYOR…

 Her özelleştirmede olduğu gibi devlet kullanılarak, belki de göstermelik ihale uygulaması dahi yapılmadan, (onun da zemini hazırlandı) ‘ben yaptım oldu’, mantığıyla önce yandaşlara daha sonra da yabancı anglo-Amerikan şirketlerine devredilecek.

Uzun zamandır hızlı tren projeleriyle, demir yollarında iyileştirmeler yapılmış, halkın sırtı- na acımasızca yüklenen dolaylı ve dolaysız vergilerle kurum çekici hale getirilmeye çalışılmış, yolcu taşımacılığında da başta ekonomik koşullar nedeniyle artış yaşanmakta ve hızlı tren seçeneği bu artışa paralellik getirmekte. 2012 hedeflerinin 103 bin yolcu ve 25,5 bin ton olması amaçlanmakta. Ayrıca 2005 yılından bu yana demiryollarında 5,5 bin km.lik demiryolu rayının yenilenmesi, iyileştirme çalışması yapılması ve hızlı tren projesinin Eskişehir ve İstanbul hatlarına konması ve güvenliğin öne çıkması bu taşımacılık sektörüne karşı halkın ilgisini çekmiş durumdayken ve 150 yıldan fazla bir süre geçmişiyle Türk halkının ve Atatürk döneminin en büyük cumhuriyet kazanımlarından biri olması, emperyalist odakları rahatsız etmiş durumda.

 Önce danışmanlık şirketi yıkımı hazırlayacak

“Türk Demiryolları Reformu” adı altında “Ecorys Researchan Consulting Ltd.” şirketinden danışmanlık hizmetleri alınması karşılığında, konsorsiyumla anlaşma imzalanmış durumdadır. Böylece demiryolu taşımacılığında da özel sektörün önü sonuna kadar açılmış bulunuyor. Her dayatmanın arkasına AB müktesebatı gerekçesi takılması gibi bunun arkasına da aynı yöntem uygulanmakta. Söz konusu danışmanlık şirketinden hizmet alımına başlanmış durumda. Güya demiryolları yeniden yapılandırılacak ve bunun için hazırlanan projeyle; AB müktesebatına uygun olarak Türk demiryolları rekabete açık hale getirilecek, alt yapı tahsisleri yapılacak, ücret politikaları yeniden düzenlenecek, güvenli sistem oluşturulmasıyla karşılıklı işletilebilirlik sistemleri için yeniden yapılandırma ve reform seçenekleri uygulamaya konacak. Bütün bunlar için önce danışmanlık hizmetleri adı altında milyonlarca euroluk bütçelerle yapılacak.

“Özel sektör malını kendi taşımak istiyor”

“Yük taşımacılığı özel sektörün işletmecilik deneyimlerinden yararlanılarak serbest hale getirilerek TCDD yeniden yapılandırılıp kamu üzerindeki mali yükü kaldırılacak, başta sanayi bölgelerine olmak üzere demiryolu bağlantı hatları yapılacak ve araç yatırımları özel sektöre bırakılacak.
Türkiye’deki demiryollarında 154 yıldır yük ve yolcu taşıma hakkı TCDD’de bulunuyor. TCDD, 2005 yılında özel sektörün, demiryollarında faaliyet göstermesini öngören bir yönetmelik çıkarmıştı. Ancak, Danıştay bu yönetmeliği iptal etmiş ve bunun bir özelleştirme olduğunu belirtmişti. Özel sektörün yolcu ve yük taşıması yapabilmesi için yasa çıkarılması uyarısında bulunmuştu” işte öne sürülen gerekçe, halkın malı olan her şeyin bir ticari ‘meta’ gibi satılması yok edilmesi ve devlet kullanılarak yandaş zengin etme anlayışı. Her zaman karşımıza ya ABD ya da AB dayatması olarak çıkıyor.
2011 yılında gerileyen demiryolları 2012 sonunda yük taşımacılığı 25,3 milyon tona, yolcu taşımacılığının ise 103 milyona ulaşması iddia ediliyor. Hızlı trenle demiryollarına ilginin arttığını belirten demiryolu yetkilileri, 2023 yılı hedeflerini 10 bin km.nin üzerine çıkarmak olduğunu, hızlı tren ve konvansi yonel hatla demiryolu ağını 25.5 km’ye çıkarmaktır” diye açıklama getiriyorlar. Demiryollarının kalitesinin yükselmesi, özel sektörün iştahını kabartıyor. Yenilenen yollarda tüm ağırlığı kendi mallarının ucuz taşınmasında görüyor. Yolcu taşımacılığına da girmek istemesi koşullarının da işte devlet eliyle kurula bu yabancı konsorsiyumların araştırmalarıyla yoklamak istiyor. Olan ‘Cumhuriyet’ kazanımlarına oluyor. Kemalist kazanımların bir yüce kalesi de devriliyor. Küreselleşme tsunamisine, Atatürk’ün bin bir emekle, uğruna ‘Onuncu Yıl Marşı’ bestelenen ve Erzurum-Erzincan arasına açtığı iki yüzün üzerindeki tünelin heyecanı, AB müktesebatları bahane edilerek satış tahtasına konuyor.

Orhan Özkaya

16 Nisan 2012 Pazartesi

ŞUBAT AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 8

KİTABIN ADI:  Deli Yeşil (Freaky Green Eyes)

KİTABIN YAZARI : Joyce Carol Oates
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Alev Bulut
KİTABIN YAYINEVİ : Can Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 2010
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 174 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ 10/10

YORUM:
Bir yaşayan efsanem J.C.Oates kitabı ile karşı karşıyasınız.
(Kanımca) Tartışmasız yaşayan en büyük Amerikan (ABD) romancısı. Roman ve hikayeleri sarsıcı derecede etkili. Özellikle Türkçe’ye çevrilmiş, ancak yeni baskısı olmadığı için her kitabevinde bulamayacağınız “Kara Su”yu mutlak okumanızı öneririm.
Bu kitapta, tipi bir Amerikan ailesinde 14 yaşındaki Francesca’nın ağzından anlatılan romanda, küçük kız kardeşi, üvey ağabeyi, annesi ve zamanının süper sporcusu, yakışıklı ve spor yorumcusu babadan oluşan ailedeki, gittikçe derinleşen çatlak, çelişkiler, olaylar, kendine Franky diyen Francesca’nın yaşadığı dram anlatılıyor.
Joyce Carol Oates’u daha önce hiç okumayanlar için dahi ilginç sayılabilecek kitabı okuyarak tanımanız ilginç olacaktır.


Joyce Carol Oates (born June 16, 1938) is an American author. Oates published her first book in 1963 and has since published over fifty novels, as well as many volumes of short stories, poetry, and nonfiction. Her novel them (1969) won the National Book Award, and her novels Black Water (1992), What I Lived For (1994), and Blonde (2000) were nominated for the Pulitzer Prize. As of 2008, Oates is the Roger S. Berlind '52 Professor in the Humanities with the Program in Creative Writing at Princeton University, where she has taught since 1978.




13 Nisan 2012 Cuma

BUDAPEŞTE: MÜZE VE KÖPRÜLER DİYARI

Gezdiğim onca şehir arasında Budapeşte, sakin güzelliği ve dinginliğiyle bende unutulmaz izler bırakan şehirlerdendir.
Aslında insanı dinlendiren ve şehre güzellik katan ögelerden biri de şehirden geçen nehirlerdir. Nehirlerin güzelliği şehirlere renk verir. Tuna, Budapeşte’nin güzellik unsurlarından başlıcası.
Sayısız köprü ile Tuna gerdanlıklarıyla bol takılı bir gelin gibi. Geceleri nehir, şehir ve ışıklar birada bambaşka
Tuna, Buda ve Peşte. Bu güzel üçlüyle sizi baş başa bırakıyorum.







12 Nisan 2012 Perşembe

İZMİR SUİKASTI

İzmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün (Mustafa Kemal) bize şu olayı anlatmıştı:

- "Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
- Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi?
- Evet, dedi. Ben yine sordum:
- Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?
- Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.

- Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun?

- Hayır.
- O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?
- Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:
- Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim.
Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı."

Yahya Galip KARGI
Kaynak: Yücel Dergisi, 1948

11 Nisan 2012 Çarşamba

BAZI TİNERCİLERİ TANIYALIM

(ISAAC ASİMOV)
Kendilerine “Ateist” dedikleri için, “Tinerci” kategorisine giren bazı insanları tanıyalım…



Isaac Asimov (1920-1992): Yazar ve biyokimyacı.
Peter Atkins (1940-):Oxford’ta kimya profesörü.
Julius Axelrod (1912-2004): Nobel Ödülü sahibi biyokimyacı.
Patrick Blackett (1897-1974): Nobel Ödülü sahibi fizikçi.
Subrahmanyan Chandrasekhar (1910-1995): Nobel Ödülü sahibi astrofizikçi.
Noam Chomsky (1928-): Dilbilimci.
Francis Crick (1916-2004): DNA moleküllerini bulan kişi. Nobel Ödülü sahibi moleküler biyolog ve fizikçi.
Marie Curie (1867-1934): İki Nobel Ödülü sahibi kimyager.
Richard Dawkins (1941-): Zoolog, biyolog, Oxford’ta profesör.
(ALBERT EİNSTEİN)
Thomas Alva Edison (1847-1931): Mucit.

Albert Einstein (1879-1955): Nobel Ödülü sahibi fizikçi.
Richard Feynman (1918-1988): 1965 Nobel Ödülü sahibi fizikçi.
Sigmund Freud (1856-1939): Psikanalizin kurucusu, psikolog.
Erich Fromm (1900-1980): Sosyal psikoloji uzmanı, filozof.
Vitaly Ginzburg (1916- 2009): 2003 Nobel Ödülü sahibi fizikçi.
Stephen Hawking: (1942-) Fizikçi ve evren bilimci.
Sir Julian Huxley (1887-1975): Evrimci biyolog.
Steve Jones (1944-): Genetik profesörü.
(STEPHEN HAWKİNG)
Harold Kroto (1939-): 1996 Nobel Ödülü sahibi kimyacı.

Alfred Kinsey (1894-1956): Biyolog, zooloji profesörü.
Richard Leakey (1944-): Paleontolog, arkeolog ve çevreci.
John Leslie (1766-1832): Matematikçi ve fizikçi.
John Maynard Smith (1920-2004): Evrim biyoloğu ve genetikçi.
Ernst Mayr (1904-2005): Taxonomist, kâşif, bilim tarihçisi, doğacı.
Peter Medawar (1915-1987): Nobel Ödülü sahibi psikolog.
Jeff Medkeff (1968-2008): Astronomi bilgini.
Peter D. Mitchell (1920-1992): 1978 Nobel Ödülü sahibi biyokimyacı.
Jacques Monod (1910-1976): 1965 Nobel Ödülü sahibi biyolog.
Fritz Müller (1821-1897): Evrim teorisyenlerinden, biyolog.

(RİCHARD LEAKEY)
Hermann Joseph Muller (1890-1967): 1946 Nobel Ödülü sahibi genetikçi.

Linus Pauling (1901-1994): 1954’te kimya, 1962’de barış olmak üzere iki kez Nobel kazanan kimyacı.
Ivan Pavlov (1849-1936): Nobel Ödülü sahibi fizyolog, psikolog ve hekim.
Richard J. Roberts (1943-): 1993 Nobel Ödülü sahibi biyokimyacı.
Carl Sagan (1934-1996): Astronomi bilgini.
Amartya Kumar Sen (1933-): 1998 Nobel Ödülü sahibi ekonomist.
Michael Smith (1932-2000): 1993 Nobel Ödülü sahibi biyokimyacı.
Richard Stallman (1953-): Aktivist, hacker, yazılım uzmanı.
Raymond Tallis (1946-): Filozof.
Gherman Titov (1935-2000): Dünya yörüngesine çıkan ikinci insan.
(STEVE WOZNİAK)
Linus Torvalds (1969-): Yazılım mühendisi. Linux işletim sisteminin çekirdeğini yazan kişi.

Alan Turing (1912-1954): Matematikçi. Modern bilgisayar biliminin kurucusu...
James D. Watson (1928-): DNA yapısı hakkında yaptığı çalışmalarla 1962 Nobel Ödülü’nün sahibi.
Steven Weinberg (1933-): 1979 Nobel Ödülü sahibi fizikçi.
David Sloan Wilson (1949-): Evrim biyoloğu.
Steve Wozniak (1950-): Bilgisayar mühendisi. Apple Computer’ın iki kurucusundan biri.


10 Nisan 2012 Salı

ŞUBAT AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 7

KİTABIN ADI : İsmail ve Roza (Ισμαήλ και Ρόζα,)

KİTABIN YAZARI : Yannis Yanellis Teodosiadis
KİTABIN ÇEVİRMENİ:  Ferah Kunelaki
KİTABIN YAYINEVİ : Doğan Kitap
KİTABIN BASKI YILI : 2007
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 206 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ:  10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 7/10

YORUM:
Kitabın anlatıcısı Dimitri, mimar olsa da eski eserlere ve antikalara meraklı, gerektiğinde kaçakçılıktan da çekinmeyen biridir. İzmir’e bir seyahatinde, bir Yunan gezi grubuna katılır. Daha sonra Ayvalık’ta bulduğu kanlı ve antika bir kadın elbisesinin içine gizlenmiş bir mektubun ortaya çıkmasıyla 1922’den günümüze uzanan olaylar ve aşklar zinciri başlar.
Yurdundan koparılan küçük Asya Helenizmine” ithaf edilen kitap, konusuyla ilgi toplasa da kanımca arka planındaki, Ulusal Kurtuluş Savaşımız, İzmir’de yaşayan Yunan halk ve Yunan’ın Türk’e bakış açısı gibi dikkatle izlenmesi ve ihtiyatla okunması gereken bir Yunan romanı.
Yazar, Midilli doğumlu, 3 dönem Yeni Demokrasi Partisi milletvekilliği yapmış…
Okuyun, kararınızı verin.

9 Nisan 2012 Pazartesi

GEREDE YÜNLÜ YAYLASI- AKTAŞ VADİSİ DOĞA YÜRÜYÜŞÜ

Baharın sonunda yüzünü göstermesiyle doğa uyanmaya başladı. Elbette doğa uyanırken bunu hissetmek, özel anları yaşamak için doğaya zaman ayırmak gerekli. Fazla aralık vermemek ve baharın gelişini karşılamak için yine hazırdık.
Fuat hocamın arkadaşı ve yürüyüş arkadaşımız Selda hanım bu kez daha deneyimli olarak hazırdı. Yürüyüşe eski yürüyüş dostlarımızdan Burak’ın da katılmasıyla grubumuz biraz daha büyümüş oldu.
Cuma gününden yerlerimizi ayırttıktan sonra, Pazar gününün biraz kapalı ve yağmur beklentili olması düşündürücü olsa da iki yıldır ıslak yürüyüşlere alıştığımızdan fazla endişelenmedik.
Pazar sabahı Ankara’da hava parçalı bulutlu ve biraz kapalıydı. 17 katılımcı ve 2 rehberimizle (bu kez aramızda 3 Amerikalı yürüyüş dostu da vardı) yola çıktığımızda Kızılcahamam da güneş çıkınca güzel bir yürüyüş olacağı beklentimiz arttı.
Saat 10.30 dolaylarında Gerede yolunda Yünlü köyü kavşağında başlayan yürüyüşümüz bir süre giderek yükselen orman yolundan devam etti. Dağa doğru yükseldikçe önce çevrede, sonra yolda kar belirgin olarak çoğaldı. Geçen yürüyüşümüzde olduğu gibi, ısındıkça gevşeyen ve sulanan kar zaman zaman derin gömülmelere yol açıyor ve yürüyüşü güçleştiriyordu.


Yünlü yaylasına ulaşmamızla birlikte eriyen karın oluşturduğu derelerin çağlaması, bayırların rengarenk çiğdem ve sümbüllerle bezenmesi tam bir gönül şenliğiydi.

Çayır alanların önemli bir üyesi de etrafça onlarcasının gördüğümüz “Duvar kertenkelesi” (Lacerta Muralis) idi. Bu soğukkanlı hayvanlar güneşte uzun süre güneşlenerek kanlarını ısıtıp hareketleniyorlar.
(LACERTA MURALİS)
 Bunun dışında orman sakinlerine rastlayamadık. Bazı ağaç köklerini eşen domuz izleri dışında pek fazla iz yoktu.
Saat 13’e doğru verdiğimiz yemek molasının ardından, batı, kuzey batı yönünden yan geçiş yaparak Aktaş vadisine yöneldik. Defalarca geçtiğimiz derecikler, eriyen karın etkisiyle coşkulu akışlarla Aktaş göletine doğru akıyordu.
15.30 dolaylarında verdiğimiz son moladan sonra gölete akan dereyi solumuza alarak, gölete ve Ankara karayoluna doğru inişe geçtik. Göletin akan sulardan seviyesinin yükselmesi nedeniyle çevre yolu yer yer su altındaydı. Bu noktaları ormana yükselerek geçerek saat 16 dolaylarında bizi bekleyen aracımıza ulaştık.

 Kızılcahamam öğretmen evindeki yorgunluk çayından sonra kısa bir Pazar alışverişi ile  Ankara’ya dönüş yolculuğumuz, saat 19’a doğru şehre ulaşmamızla sona erdi. Güzel bir doğa yürüyüşü ile değerlendirdiğimiz günümüzü tatlı bir yorgunluk ve kazandığımız enerji ve yaşama sevinci ile sonlandırarak zorlu bir haftayı karşılamaya hazırız.