30 Mayıs 2011 Pazartesi

ZORUNLU ARA

Geçirdiğim ani rahasızlığı atlatma sürecindeyim. Bir süre sonra dönmeyi ümit ediyorum.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

TÜRK DİLİ - 2

Türk Dili üzerine geçen yazımda, yabancı kelimelerin dilimize hızla yerleştiğini, insanların (ben de dahil olmak üzere) bilerek ya da farkında olmadan bu kelimeleri kullanmaya başladığımızı, dilimizin hızla kirlendiğini belirtmiştim. Kendi hesabıma dilimizin uğradığı kayıplardan endişe duyuyorum. Yakın zamanda bozulmanın artacağından da eminim ne yazık ki.
Konu açıldıkça ya da yazı yazmaya davrandığımda elden geldiğince öz Türkçe kelimeler kullanmaya özen gösteriyorum. İnternette çok yaygın bir biçimde kullanılan bozuk imla da beni fazlasıyla üzüyor. Dilimizi yine biz Türk insanı koruyacak ve savunacağız. Önce halk sahip çıkacak, arkasından da kendilerini toplumun lideri, öncüsü ya da ne bileyim kanaat önderi sayanlar koruyacaklar. Yazılı ve görsel basında üzerine düşeni yapmak zorunda.
Günlük gazetelerde özensizlik ve dikkatsizlik ne yazık ki son derece yüksek. Kelime yazılış hatalarından tutun da, yanlış hece bölünmesi bolca yapılıyor. Yabancı kelimelerin gelişi güzel kullanılması da cabası. İşin komik tarafı, yabancı fiillerin Türkçe çekimlerini bile yapmış ve özgürce kullanmaktayız. Örnek istermisiniz;
Depart etmek,
Jübile yapmak,
Miting yapmak,
Stop etmek,
Penaltı atmak,
Sürklase etmek…. Sayın sayabildiğiniz kadar. “Yapmak” ve “Etmek”i eklediniz mi bütün yabancı kelimeleri Türkçe’ye kazandırıyoruz. Ne kolay değil mi?


Bir başka anlamsızlıkta, yabancı tamlamaları olduğu gibi kullanmak. Sanki Türkçemizin has kelimeleri gibi ne kadar rahat ve gönülden kullanıyoruz. Aşağıdaki kelimeleri bilmeyeniniz var mı?

VİP (Very Important Personel)
MVP (Most Valuable Player)
Yukarıdaki kısaltmaları rahatça kullandığımıza göre elbette bunların karşılığını da biliyoruz demektir. Peki madem bu kelimelerin ne anlama kullanıldığını biliyoruz o halde neden bunların öz Türkçesini kullanmıyoruz? Bakın bunların Türkçesini yazarsam anlayabilecekmisiniz?
ÇOK
EDO
Anlayabildiniz mi?
Zorlanıyorsunuz değil mi?
Türkçe kısaltmayı çözmek ne kadar zor değil mi?
İşte Türkçemizi bize böyle unutturuyorlar… Bu tamlamaların Türkçemizde birebir karşılıkları var ve tastamam aynı anlamı veriyorlar;
“Çok Önemli Kişi”
“En Değerli Oyuncu”
Bu Türkçeleri kullanmak bu kadar zor mu?
Taraftarı olduğum için severek takip ettiğim Galatasaray Dergisi’nin Mayıs 2011 sayısında bir okurun, bir basketbol terimi olan MVP kelimesi yerine dergide neden EDO olarak kısaltılarak kullanılmadığını ya da yerine “En değerli oyuncu” biçiminde yazılmadığı sorusuna, dergi editörü tarafından verilen ve dudaklarımı uçuklatan cevabı yazayım;
“…size kısmen hak veriyoruz ancak dilin arılaşması konusunda sanırız yeni çağ, bütün kuralları altüst edecek kadar hızla dünyayı küçültüyor, sadece insanları değil, dilleri birbirine yakınlaştırıyor, aynılaştırıyor.”
!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkının, an'anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir." diyen Ata’mıza bundan daha büyük bir saygısızlık olabilir mi? “Cumhuriyet”ini ve onun dilini emanet ettiği biz Türk gençleri bu emanete hıyanet mi edeceğiz? Kutsal mirasa böyle mi sahip çıkacağız?
Konuyla yakından ilgili değil ama dile sahip çıkmak ve dilimizi düzgün konuşmak yönünden bize ders olabilecek bir konuyu burada anlatmak isterim.
Eski ABD cumhurbaşkanı GW Bush’un İngilizce’ye çok vakıf olmadığı ve kelimeleri zaman zaman yanlış kullandığı bilinir ve dünya siyasetinde alay konusu yapılır. Bir keresinde “Undermise” ile “misestimate” kelimelerini karıştıran Bush için “Undermisestimate” denmişti. Fransızlar da dünyada diline sıkı sıkıya sahip çıkan, dili düzgün kullanmaya özen göstermeyeni kınayan bir toplumdur. Ülkede pek çok kişinin İngilizce veya bir başka yabancı dili çok iyi bilmesine rağmen, yabancıların farklı dillerdeki sorularına yabancı dille cevap vermediklerini ve üzerine basarak, anladıkları soru cevabını Fransızca verdiklerinin birebir tanığıyım. Geçen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sarkozy’nin seçimde rakibi olan Sosyalist Parti adayı Seguleine Royal’i belki hatırlarsınız. Royal, bir seçim konuşması sırasında, cesaret (bravoure) kelimesi yerine, Türkçeye “cesuriyet” diye çevrilebilecek (bravitude) kelimesini kullandığı için Fransız basınında ve halk arasında alay konusu yapılmış ve “artık bizimde bir Bush’umuz oldu” diye eleştirilmişti. O kadar ki, Royal’in, Sarkozy karşısında seçimi kaybetmesine yol açan nedenler arasında bu yanlış kullandığı kelimenin de rol aldığı belirtilmişti. (Bakınız Cumhuriyet Strateji Dergisi sayı:137 5.2.2007)
Fransız ulusu kadar dilimize sahip çıkacağımız günlerin gelmesi dileğiyle.





23 Mayıs 2011 Pazartesi

IŞIK DAĞI VE SALIN YAYLASI DOĞA YÜRÜYÜŞÜ

Bir süredir değişik sebeplerle ara verdiğimiz doğa yürüyüşlerimize bu hafta devam etmek için seçenekleri araştırırken, son bir kaç yürüyüşümüzde istediğimiz tempoyu yakalayamayınca, özellikle doğa yürüyüşlerine yeni başlayanların çoğunlukta olduğu gruplarda ciddi bir yürüyüş yapamayacağımızı anladık. Ancak sürekli yürüdüğümüz grubun bağlantılı olduğu ve öteden beri hızlı ve tempolu yürüdüklerini bildiğimiz "Alternatif Trekking" grubunun geçtiğimiz hafta sonu için düzenlediği Işık Dağı-Salın Yaylası doğa yürüyüşüne katılmaya karar verdik. Bu grubun rehberliğini daha önceden bir kez birlikte yürüdüğümüz Neşet hocanın yapacak olması zaten yürüyüşün istediğimiz gibi geçeceğinin habercisiydi.
Pazar sabahı hareket saati 08.00'de araç başında olduğumuzda 17 yürüyüşçü ve rehberimizle uygun, yeterli ve hızlı bir yürüyüş için hazırdık. Tek merakımız ve aynı zamanda sıkıntımız, uzun süredir zorlu ve ciddi bir yürüyüş yapmadığımız için grubun hareketini yavaşlatırmıyız endişesiydi. İlk kez yürüdüğümüz bü grupta önceden tanıdığımız ve bizden önce bu gruba geçen Bünyamin ve başka iki arkadaşımızı görmek bizi sevindirdi.
Yoldan tüm katılımcıları aldıktan sonra, Kızılcahamam çıkışında Mevlana Restoranda çay-çorba molasını tamamlayıp, Çerkeş yoluna saptık. Yaklaşık 23 kilometre kadar sonra Salın köyünü geçtikten hemen sonra orman kenarında araçtan indik. Saat 10.20'de yürüyüşümüz başladı.
Havanın çok değişken olması başta biraz yağmur endişesi yarattıysa da, Ankara'dan gelinceye kadar birkaç kez gökyüzü açılıp bulutlanmasına rağmen nispeten yüksek olması, yürüyüşümüzü yağmursuz tamamlamamızı sağladı. (Aradaki birkaç çisentiyi saymıyorum.)
Güzel ve yumuşak bir eğimle yükselmeye başladık. İlk hedefimiz Işık Dağı olacak. Doğa, kışın bol karlı geçmesi ve halen yağmurların aralıklı yağması sebebiyle çok sulak vaziyette. Öyleki açık alanda dahi her yer ıslak. çimlerin tamamı su içinde
Eriyen kar ve yağmur suları orman çeşmelerini o denli gürleştirmiş ki, çeşmelerin suları önlerinedeki yalağı aşıp dışarıya doğru fışkırıyor. Yeşilin her çeşidinin yanında sayısız cins ve renkte mantarlar çevreyi doldurmuş durumda.
 Işık Dağı'na doğru yğkselmeyi sürdürdükçe nem artıyor ve sis başlıyor. Havada hızla soğumaya başlıyor. Ancak manzara ve roman mükemmel.
 Aşırı yağış orman içinde pek çok zayıf ağacı parçalayıp yere yıkmış.
 Zirveye yolculuğumuz kah orman içinden ve kah patika orman yolundan devam ediyor.

Zirve sis nedeniyle gözgözü görmez durumda. Geçen sene masmavi bulutlar içinde yüzerken resimlediğim antenler bu kez sisin içinde aynı zariflikte yükseliyorlar. Hava çok soğuk galiba 0 derece civarına düştü.
Hızlı bir zirve fotoğrafı aldıktan sonra geldiğimiz yoldan aşağıya doğru iniyoruz. Zirvede duraklama ve yemek molası verme şansımız yok.
 Aşağıda ormana inince sıcaklık normal düzeye yükseliyor ve yürüşümüz tempolu olarak devam ediyor.
Saat 13'te verdiğimiz yarım saatlik yemek molasında yine yeni arkadaşlarımızla keyifli bir ortak sofrada yemek yiyerek hem dinleniyor ve hemde yarenlik ediyoruz. Ancak daha çok yolumuz var ve kaldığımız yerden bu kez Salın Yaylasına doğru yola devam ediyoruz.
Kesilen ağaç kökleri karınca kolonileri tarafından işgal edilmiş durumda fakat yağmurlar nedeniyle yuvaların tümsekleri fazlaca yükselmemiş. ancak faaliyetleri devam ediyor.
 Muhteşem orman güzellikleri içinde Salın Yaylasındaki yürüyüşümüz geniş bir daire üzerinden devam ediyor.
Yayladan birkaç saat önce zirvesinden indiğimiz Işık Dağı arkamızda bütün heybeti ve başında dumanıyla bizi seyrediyor.
Yaylanın sonlarında küçük bir su bendinin üzerinden ayak üzeri bir su molası veriyoruz. Molalarımız birkaç dakikayı geçmiyor. zira toplam rotamız 18 kilometre ve daha yolumuz var.
Mantarların görmediğimiz çeşitleriyle hemen her yerde sahne almaları ve zaman zaman bu kolonileri keşfetmemiz çok güzel ve eğlendirici.
Eriyen kar ve yağmurlar aslında bu mevsimde iyice küçülen orman içi derelerin debisini iyice yükseltmiş durumda. Bu küçük şelale de bunun kanıtı.
Bu yalnız ağacın kıyısından az sonra son hedefimiz ve aracımızın bizi beklediği Karagöle saat 16.45'de ulaşıyoruz. Rehberimiz Neşet hoca'nın 18 kilometreyi geçtiğimizi belirten  notuyla bu zevkli yürüyüşün sonuna geldiğimiz anlıyoruz.
Uzun bir aradan sonra güzel bir yürüyüş yapmanın keyfi ve yorgunluğu ile saat 19.30 dolaylarında Ankara'ya dönüyoruz. Doğanın bu yeşil ve bol sulu halinin birkaç hafta sonra kaybolacağına esefleniyoruz. Ama gelecek yürüyüşlerde gene neşeli ve güzel yürüyüşler bizi bekliyor olacak.

20 Mayıs 2011 Cuma

TÜRK DİLİ - 1

Tanıtım= demo,
Sunucu= spiker,
Gösteri adamı=showmen,
Radyo sunucusu= diskjokey,
Hanım ağa= firstlady
Dükkan= store,
Bakkal= market,
Torba= poset,
Mağaza= süper - hiper - gross market,
Ucuzluk= damping
İlan tahtası= billboard,
Sayı tablosu= skorboard,
Bilgi alışı= brifing,
Bildirge= deklarasyon,
Merak, Uğraş= hobby
Koruma – muhafız= body guard,
Sanat ve meslek pirleri= duayen,
Itibar, saygınlık= prestij
Seki,  alan= platform,
Merkez= center,
Büyük= mega,
Küçük= mikro,
Son= final,
Özlem – hasret= nostalji
İş hanı= plaza,
Bedesten= galeria,
Sergi yerleri= center room - show room,
Büyük şehir= mega kent
Yol üstü lokanta= fast food,
Yemek çesitleri= mönü,
Hesap= adisyon
İki katlı ev= dubleks,
Üç katlı ev= tripleks,
Köşk= villa,
Eşik= antre,
Bahçe çiçekleri= flora
Sevimli= sempatik,
Sevimsiz= antipatik,
Vurguncu= spekülatör,
Eşkıya= mafya,
Destek- koltuk çıkma= sponsorluk
Mesire - kır gezisi= picnic,
Bilgisayar= computer,
Hava yastığı= air bag,
Olur, pekala= okey
Çarpıcı, önemli haber= flash haber,
Yaşa , varol = oley oley,
Yıldız= star


Yukarıdaki kelimeler rasgele, günlük konuşma cümlelerimizde sıklıkla kullandığımız kelimeler arasından seçildi. Bunları dilediğiniz kadar artırabilirsiniz.

Bir ulusu birleştiren önemli unsurlardan birisi dil. Türk dili tarihin en eski dönemlerinden bu yana özünü yitirmeden bugünlere kadar gelmiş. Defalarca yabancı dillerin saldırısına uğramış, zaman zaman silikleşmiş, önemsizleşmiş, yönetenler katında kullanılmaz olmuş, küçük görülmüş ancak karabudunun (halk) bağrında yaşamını sürdürmüş, Karamanoğlu Mehmet bey 15. yüzyılda elinden tutarak ayağa kaldırmış, derken 500 yıl sonra Mustafa Kemal tarafından yine gerçek değerine kavuşturulmuş, bağımsızlığımızın onurumuzun öncülerinden dilimiz 1980 sonrası yeniden karanlıklar içine çekiliyor yavaş yavaş.
Atatürk’ün, dünya durdukça Türk dili yaşasın diyerek kurduğu ve halkına emanet ettiği “Türk Dil Kurumu” Faşist Cunta tarafından yok edilmiş, yerine kurulan uydurma kuruluşbir tabela kuruluş biçiminde yıllardır yaşamını sürdürüyor. Son 30 yıldır küreselleşme masallarıyla uyutulan ve uyuşturulan ulusumuz, hızla kültürümüze çöreklenenen onca yılanın yanında dilimizi de ağır bir baskıya almış durumda. TRT’de dahil neredeyse tüm yazılı ve görsel basın bilerek-bilmeyerek dilimizin işgaline ve yokoluşunu sağlayan değirmene su taşıyorlar. Toprağımızı, bayrağımızı, inancımızı çaldırmayalım derken, dilimizin çalındığını, talan edildiğini, özünün el diline özendirildiğine, içi yananınız, farkedeniniz var mı? Masallarımızı, tekerlemelerimizi, ata sözlerimizi unuttuk, Şarkılarımızı, türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik, Türkçe'miz elden gidiyor, dizini döveniniz var mı?


Karamanoglu Mehmet Bey'i arıyorum , Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı? Bir ferman yayınlamıştı ... Hayal meyal hatırlayıp da, sahip çıkanınız var mı?

Mustafa Kemal’i arıyorum; “"Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay anlaşılabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkının, an'anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir."
"Türk demek dil demektir. Milliyetin çok bariz vasıflarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insanlar her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz."
diyen Atasının izinden giden gençleri, Atatürk gençlerini arıyorum, duyanınız, göreniniz var mı?

(Bu konuya tekrar döneceğim)

18 Mayıs 2011 Çarşamba

KADEŞ SAVAŞI

(Bilinen bir fıkradır. sanırım birçoğunuz daha önce duymuş ya da okumuştur. Ancak değerinden fazla bir şey kaybetmiyor zaman içerisinde. Ne yazık ki ülkemiz ve yaşadıklarımız bu ve benzer mizahi yaklaşmalara çok malzeme hazırlıyor. Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana geçen bunca seneye  ve Atatürk'ün onca çabasına rağmen cehalet ne yazık ki hala can düşmanlarımızdan biri. Aşağıdaki ve benzeri fıkralara hala gülebiliyorsak, taşıdığı gerçekliğin hala var olduğunun ayırdında olduğumuzdandır. Sakallı Celal'in  "Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür" sözü ne yazık ki her geçen gün tekrar tekrar doğrulanıyor.)

KADEŞ SAVAŞI


Tarih dersinde öğretmen birini tahtaya kaldırmış ve sormuş:
-Oğlum Kadeş Savaşını kim yaptı?
Çocuk hemen yanıtlamış:
-Hocam vallahi billahi ben yapmadım.
Hoca sinirinden çıldıracak. O sinirle dışarıya çıkmış, koridorda Matematik öğretmenini görmüş ve durumu Matematik öğretmenine anlatmış:
-Hoca hanım bu öğrenciler beni çıldırtacak; Kadeş Savaşını kim yaptı diye soruyorum, vallahi billahi ben yapmadım diye yanıt veriyorlar, çıldıracağım...
-Hocam üzülmeyin çocuktur bunlar hem yaparlar hem de yapmadım derler...
Tarihçinin sinirleri iyice tepesine çıkmış ve soluğu Müdür Beyin odasında almış.
-Müdür Bey bu nasıl bir okul, ne öğrencisinde hayır var, ne de öğretmeninde; öğrenciye Kadeş Savaşını kim yaptı diye soruyorum, ben yapmadım diyor, öğretmene durumu anlatıyorum, bunlar çocuktur hem yaparlar hem de yapmadım derler diyor, kafayı yiyeceğim.
Müdür Bey: Siz hiç kendinizi üzmeyin Hocam, bunda merak edilecek birşey yok, şimdi Bakanlığa bir yazı yazar ve Kadeş Savaşını kimin yaptığını sorarız...
Tarih Öğretmeni aldığı yanıt ile oracığa yığılıp kalmış ve Müdürden bir hafta izin almış...
Bir hafta sonra Bakanlıktan bir yazı:
“Bu yıl ödenek olmadığı için Kadeş Savaşı yapılamayacaktır. Bilginize...”

17 Mayıs 2011 Salı

MAYIS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 2

KİTABIN ADI : Tarihte Tanrı Fikrinin Doğuşu (Naissance de Dieu La Bible et L’historien)

KİTABIN YAZARI : Jean Bottéro
KİTABIN ÇEVİRMENİ : İsmail Yerguz
KİTABIN YAYINEVİ:  Kırmızı Yayınları
KİTABIN BASKI YILI:  2010
KİTABIN BASKI SAYISI:  2. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI:  289 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10

YORUM: Literatürde Eski Ahit olarak nitelenen ve Tevrat’ı oluşturan kitaplar dizisi, dini İslamiyet gözlüğü ile görenler için şaşırtıcıdır. Belki de İslamiyet ve dolayısı ile dini bildiklerini iddia eden pek çok kişi için, içeriği tam bilinmeyen bu Kutsal Kitapta sadece Tanrının inananlara yönelttiği sözler bulunmaz: Kutsal Kitap aynı zamanda ve öncelikle çok zengin yazılı belgeler derlemesidir; bu belgeler İÖ II. ‘den I. Binyıla, hatta, Bottéro’nun tespitiyle “Vaiz” kitabının eklenmesi MS 1. yüzyılı dek yazılmış, derlenmiştir. Bu süreç büyük ölçüde uygarlığın kaynağı olan Ortadoğu’da doğan dünya görüşümüzü, değerler hiyerarşimizi, davranış kurallarımızı, mantalitemizi, bilincimizi oluşturan uzun bir tarihsel dönemi kapsar.
Dolayısıyla geçmişin bütün kalıntıları gibi Kutsal Kitap da insanlık tarihine bağlıdır. Eski Sami dinleri uzmanı Jean Bottéro da Kutsal Kitap'a bir tarihçinin gözüyle bakmayı amaçlıyor bu kitapta.
Bottéro bu gözle baktığı Kutsal Kitap'ta arkaik, kimi zaman naif, çoğu zaman derin, kafamızı her zaman kurcalayan önemli sorunlarla ilgili düşünceler -nesnelerin var olmasının nedeni, hayatımızın anlamı ve evrensel kötülüğün nedeni- arasında, öncelikle eski İsraillileri Tanrı'nın mutlak tekliği ve mutlak aşkınlığı inancına götüren uzun yolu keşfeder -onların arkalarında bıraktıkları gerçekten yeni ve güçlü tek düşüncedir bu. Hem insanlığın çok tanrılı geçmişinden doğmuştur ve hem de çok tanrılı geçmişe rağmen doğmuştur.
Tanıtımı sayın Özdemir İnce’nin Bu kitap için yazdığı yazının son paragrafı ile bitireyim;
OKUYUN, AKLINIZ AÇILSIN
Jean Bottéro’nun kitabının Türkçeye çevrilip yayımlandığı 2010 yılı, tıpkı 3 Aralık 1872 gibi bir dönemin başlangıcı. Bu kitabı önce dindarlar okumalı: Kitabı içlerine sindire sindire okurlarsa, dinden çıkmak yerine daha iyi, daha bilinçli mümin olacaklarına inanıyorum. İnsan imgeleminin, insan dehasının ürünü olmak, insan imgeleminden, insan elinden çıkmak hiçbir din kitabını değersizleştirmez.
Jean Bottéro’nun kitabı, (okurlarsa), bütün yazarların ve yazıcıların, yazar ve yazıcı adaylarının gözünü ve aklını açacak bir kitap. Ancak o zaman, soldan sağa yazılan bir yazıyı sağdan başlayarak okuma alışkanlıklarından kurtulabilirler.” (Makalenin tamamı için: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/16395073.asp?yazarid=72)

Jean Bottéro (30 Ağustos 1914 – 15 Aralık 2007

Başlıca eserleri;
• Ancestor of the West : Writing, Reasoning, and Religion in Mesopotamia, Elam, and Greece, Jean Bottéro, Clarisse Herrenschmidt, Jean-Pierre Vernant, and François Zabbal
• The Oldest Cuisine in the World: Cooking in Mesopotamia, Jean Bottéro and Teresa Lavender Fagan
• Everyday Life in Ancient Mesopotamia
• Religion in Ancient Mesopotamia, Jean Bottéro and Teresa Lavender Fagan
• The Birth of God, Jean Bottéro

16 Mayıs 2011 Pazartesi

AKLİMAN-SİNOP

Akliman, Sinop'a yaklaşık 8 kilometre mesafede çok güzel bir yer. Ormanın denizle birleştiği bir noktada denizin girintisi ile doğal bir sığınak liman oluşmuş, daha sonra girintinin önündeki doğal ada, bir mendirekle anakaraya birleştirilmiş ve özellikle balıkçılar için mükemmel bir barınak oluşmuş.
 Hamsilos'a giden yolda bir bölüm mesire yeri ve piknik alanı olarak ayrılmış. Girişte cüzi bir para alınıyor. Ağaç altlarında dinlenilecek ve vakit geçirilebilecek sıralar konmuş.
 Koy boydan boya balıkçı barınağı. Pek çok tekne, biz gittiğimizde balıktan dönmüş dinlenmeye çekilmişti. Pikniğe gelenleri koy içinde gezdiren ve rüzgarsız zamanlarda Hamsilos'a kadar götüren gezi tekneleri de var.
 Piknik alanının en güzel ve anlamlı noktalarından birisi yıllar öncesinden kalan mezarlar. İlk anda garipsenecek bu durum bazı mezarların bulunduğu noktada açıklama levhaları ile gelenleri bilgilendiriyor.
 Yıllar önce Karadeniz'de deniz yolculukları sırasında gemilerde vefat edenleri burada karaya çıkarıp defnetmişler. Mezarların büyük bir kısmının kitabesinden ölenlerin kimliği bugünlere kadar ulaşabilmiş.
 Levhalardan, ölenlerin büyük kısmının 1700-1800'lü yıllardan kalma olduğu anlaşılabiliyor. Aklımda yanlış kalmadıysa en eski tarihlisi 1724.


(Kitabesi olmayan tek mezar)

 Akliman'ın koy girişinde doğal ada, mendirekle anakaraya bağlanmış üzerinde bir de deniz feneri var.
 Doğanın hiçbir şey esirgemediği Akliman'da huzur, rahatlık doğanın güzelliği sizi alıp götürüyor.

12 Mayıs 2011 Perşembe

ONLARI UNUTMAYIN - 24

(Canib Efe konusunda kaynaklar çok kısıtlı. Neredeyse aşağıdaki derlemeden başka ciddi hiçbir araştırma yok gibi. Bu nedenle fazla kaynak karşılaştırması yapamadan öykümüzü sunuyoruz:)

MİLLİ MÜCADELEDE DAĞ YÖRESİNİN NAMLI EFESİ

CANİB EFE
Hazırlayan: Ömer Faruk Dinçel/Tarih Öğretmeni


Canip Efe, Milli Mücadele yıllarında Dağ Yöresi'nde Yunanlılarla mücadele eden namlı efelerden biridir.Harmancık’a bağlı ‘Harmancık Akalan’ köyündendir. 1883 Harmancık Akalan doğumlu olan Efe,1970 yılında da vefat etmiştir.Gulfaloğulları sülalesinden olup babasının adı Hüseyin’dir.
Bir zamanlar onu tanımayanlar için “Canib Efe’yi de bilmeyen varmış" denilmiştir.
Canip Efe,Çanakkale ve Romanya cephelerinde askerlik yapmış,Romanya cephesinde göğsünden yaralanmıştır.I.Dünya Savaşı sonrasında 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasına göre Osmanlı Ordusu’nun dağıtılmasıyla birlikte köyüne dönmüş ve köyde muhtarlık yapmaya başlamıştır. Yunanlılar köye geldiği sırada Canip,köy muhtarıdır.Harmancık ve köylerinin Yunan işgaline girmesiyle birlikte ne yapacaklarını şaşıran köylülerin bir kısmı köyün yakınlarında bulunan Kaplan Dağı’na sığınmışlardır.
Bir Yunan birliğinin Engüre’de(Çatalsöğüt) konakladığı bir sırada iki Yunan askeri de Harmancık-Akalan köyüne anafor toplamaya gelir.Bu iki Yunan askeri,köy korucusuna “Bize muhtarı bul gel“ derler.Muhtar Canip de gelen bu iki Yunan askeri ile el kol hareketleriyle konuşup anlaşmaya çalışır.Yunan askerlerinin istediği iki kadındır.Muhtar Canip ise bu rezil istek üzerine ; “Bu mümkün değil, biz Müslüman ve Türk’üz" der.Yunan askeri de bu sefer “O zaman bize para bul,para getir” dediklerinde muhtar Canip; “Para da yok” der.İyice kızan bu iki Yunan askeri,süngüleri takıp muhtar Canip’e saldırırlar.Yapılan bu saldırıda Canip’in aralı donu süngü darbesiyle yırtılır.Muhtar Canip,işin tehlikeli olduğunu anlayınca “Durun size iki kadın bulacağım!” diyerek Yunan askerlerini peşine takarak Kamil Ağa’nın evinden yukarıya doğru yürümeye başlar.
Muhtar Canip,bu arada göz ucuyla askerleri ve silahlarını süzer,tüfeklerin omuzda asılı olduğunu görür ve “Aha işte burada iki kadın var!” diyerek bir kapıyı aralar ve askerlerin içeriye girmesiyle de oradan kaçmayı başarır.Yunan askerleri arkasından ateş etseler de vurmayı başaramazlar.
Biraz korku biraz da endişeyle muhtar Canip,koşarak kendisini Tepecik bağlarına, haşhaş balyalarının içine atar.Bu arada olayı duyan köylülerden birkaç kimse yanına gelir, Canip de gelen köylülere durumu anlatarak çaresizlikten sinirinden ağlamaya başlar.

Bu arada da iki Yunan askeri,girdikleri evleri soyarak,Molla Ahmet’in evinde bal küpeciğinden de bal yiyerek “Çatal Dal” istikametine doğru yürümeye başlarlar. Tam bu sırada köyden Mustafa Dayı da kızıyla birlikte köye gelmektedir.Bunu gören iki Yunan askeri,kızı zorla alıp götürmek ister.Kızının göz göre kolundan sürüklenerek elinden alınması üzerine Mustafa Dayı “Yetişin din gardaşlarım,yardım eden yok mu!” diyerek feryat etmeye başlar.Feryatlar üzerine Yunan askerleri kızı bırakıp giderler. Bu olay üzerine muhtar Canip,yanındakilere,evinin merdiveninin altında saklı duran sandıktaki mavzerleri çıkarmalarını söyler.Sandıktan 7 adet mavzer çıkartılır.Canip, mavzerleri yanındakilere dağıtır ve derhal Engüre’ye giden yolları bağlarlar. Muhtar Canip,artık efe olmuştur.Canip Efe,bu iki Yunan askerini “Değirmen Bendi”ne gelirken vurmak ister,fakat Yunan askerinin biri,bal yiyip susadığından atından inip dereye doğru yönelir.Su içen Yunan askerinin su içmesi beklenir.Sonrasında da Canip Efe,bu Yunan askerini vurmayı başarırsa da atın üstünde bulunan diğer Yunan askerini vuramaz.Her iki taraf arasında çatışma çıkar.Mavzerler ateşlenir.İki el de Yunan askeri ateş edip karşılık verir ve kaçmayı başarır.Daha sonra Canip Efe ve yanındakiler,derede ölen Yunan askerini sudan çıkartırlar.Ölen askerin üzerinden külliyetli miktarda altın ve para çıkar.Canip Efe ve yanındakiler,çıkan bu paraları bir yere gömerek kaçan diğer Yunan askerini aramaya çıkarlar fakat akşam olduğundan takipten o an için vazgeçerler.

Ertesi gün ise Canip Efe,yanına;Şerif,İlyas Hoca,Ali Efe,Selim Çavuş,Hatıp ve Mehmet Yörük’ü de alarak,bir gün önce kaçırdıkları Yunan askerinin izini sürmek için takibe başlarlar.İzler takip edilir.Nihayet bir ceviz ağacının dibinde kanlı bezler bulunur.Anlaşılan o ki kaçan asker,bir gün önceki çatışmada yaralanmıştır.Ağaçların dipleri ve çalıklar didik didik aranır.Sonunda kaçan yaralı asker,cizirgenlerin içinde tüfeğine yaslanmış bir durumda bulunur.Şerif adındaki şahıs,Canib Efe’ye “Sen taş at, kalkınca ben vururum” der.Canip Efe de “Sen vuramazsın, taşı sen at ben vurayım”deyince Şerif,yerden bir taş alarak askere doğru atar fakat hiçbir kımıldama olmaz.Yanına geldiklerinde ise Yunan askerinin,bir gün önceki çatışmada yaralandığını ve kan kaybından öldüğünü anlarlar.
İşte bu olayla birlikte Muhtar Canip,eline silahı alıp efe olur ve Yunanlılar Dağ Yöresi'nden kovulana kadar da silahı elinden bırakmaz.(¹)
Bursa’nın düşman işgalinden kurtuluşu sırasında Pınarbaşı semtinden Bursa’ya inen Dağ Müfrezesi(²) içinde Harmancık Akalan Köyünden Canip Efe de bulunmaktadır. Canip Efe,bir tabur Yunan askerinin kırıldığı Sülye Cevizderesi Savaşına,Eşen Köyünde “Tazılı kumandan ”adı verilen Yunan kumandanı Zamanist’in öldürüldüğü baskına, Orhaneli’ye bağlı Ağaçhisar köyündeki Kuvay-ı Seyyare Çetesi baskınına ve Çeteci Kara Bilal’in ortadan kaldırıldığı Gebeler(Dağardı)Baskınına da katılmıştır. Daha sonraki yıllarda Bursa’nın kurtuluş günlerine defalarca çağrılmış fakat imkansızlıklar nedeniyle gidememiştir.Mezarı Harmancık Akalan köyündedir.


Dipnotlar: 1-Ahmet Kahraman(Canip Efe’nin oğlu). 1929 doğumlu.Harmancık Akalan Köyü. Görüşme tarihi ;Ağustos 1998,Ali Rıza Yıldırım. 1909 doğumlu.Harmancık Akalan Köyü.Görüşme tarihi ; Ağustos 1998, Tahsin Türk(Şapçılı Şükrü Efenin oğlu).Tavşanlı-Şapçı köyü.Görüşme tarihi; Ekim 2003


Kaynak: http://www.omerfarukdincel.com/viewpage.php?page_id=103

11 Mayıs 2011 Çarşamba

ABDÜLMECİT

"Abdülmecit' in hayaliydi. Atalarımızın hayalini inşaallah biz gerçekleştirmiş olacağız."
Bu sözler; İstanbul boğazına tüp geçit yapımı temel atma töreninde Türkiye Cumhuriyetinin başbakanının sarfettiği sözler.

Geldik böylece Abdülmecit'e!...
Fransa Legion d' honeur nişanı...
Haçlı şövalyesi diz bağı nişanı (garter haçlı şovalyesi nişanı) sahibi Abdülmecit.
Özellikle İngiliz Windsor kalesinde Saint George Kilisesi Chapel' inde haçlı hizmetkarlarının isimleri arasına asılı duran şövalye ünvanlı Abdülmecit (aynı nişan Abdülaziz içinde geçerli)
Yadsınamaz, Osmanlının atasıdır o.
Benim atam mı peki?
Burada reddetme hakkımı kullanıyorum; benim atam asla değil, sadece yaşadığım yerlerin yöneticisi o.
Hoş, nasıl yönettiği belli!
Dayamış mabadını Avrupaya, gelen oymuş giden oymuş!
Daha 38 yaşındayken öldüğünde, geleceğimizi peşkeş çekmediği bir malzeme kalmamış.
İslahat fermanı ile yabancıların mal mülk edinmelerinin yolunu açarak geri dönülmez felaketlerin altına imzasını atmış.
Ve bu padişah, boğazı alttan delip geçmek için hayal kurmuş ama gerçekleştirememiş!
Vayy ki vayy!
Nasıl hayal kurmuş acaba?...
Sanırım Topkapı sarayında dalarken hayale, çekerken içkiyi (genç yaşından itibaren en iyi içki içen halife olarak bilinir), bi koşu gelip kendisini neşelendiren zevceleri yanındayken:
"Senin için deleceğim bu boğazı sevgilim" dediğinde, zevcesi sormuştur mutlaka:
"Neresini deleceksin hünkarım?"
"Altını deleceğim"!
Bunu duyan zevceler ise: "Sarhoştur ne yapsa yeridir" diye içlerinden söylenselerde:
"Yaraşır hünkarıma, siz delmeyeceksinizde kim delecek?" demişlerdir mutlaka!...
Acaba, "Sevgilim" gibi harika bir kelimeyi kimin için kullandığını biliyor muydu Abdülmecit?


16 Yaşında Tahta geçip, 38 yaşında veremden ölmüş bir hünkarın zevcelerine bakalım, pardon sevgililerine:

Servet-sezâ.
Şevk-efzâ.
Hoş-yâr.
Tir-î müjgân.
Verd-î cenân.
Gül-cemâl.
Rahîme perestû.
Gülistu.
Dûzd-î dil.
Bezmârâ.
Mâhitâb.
Nâlân-ı dil.
Ceylân-yâr.
Ayşe ser-fîrâz.
Nergizu.
Nâvek-misâl.
Nesrin.
Şayeste.
Nükhet-seza.
Yıldız.
Sâf-derûn.
Hüsn-i cenân.
Ve otuz sekiz çocuk; 18' i erkek, 18' i kız...
Toplam 22 yıl hükümdarlık ve halifelik, 22 eş ve 38 çocuk.
Çocuklarının padişah olanları; 5. Murad, Abdülhamit, Mehmet Reşat, Vahdettin.
Çok verimli, bir o kadar da üretmesini bilmiş çiftçi!
Tohumunu atmış tarlaya boy boy ürün!
Bu arada, ihmal etmemiş; "şu boğazı alttan deleceğim" demiş!
Delmiş ama neyi?
Mal meydanda!...
Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı "Atamız" diyince..
"Atamın" hayaliydi diyince..
Ata olarak bu çıktı karşıma!


2. Mahmut' tan olma, Bezm-î Âlem Vâlide Sultandan doğma Abdülmecit' i "ata" olarak kabul edenlere sözüm yok.

Vâlide' sinin Gürcü olmasına da sözüm yok.
Sözüm; tarihi asla bilmeden konuşanların, daha ne kadar benim aklımla alay edecekleri noktasınadır.
Benim Atam, Türkiye Cumhuriyetini kurandır.
Tarihini bilen ve ona göre yaşayandır.
Kütüphanesinde en az okuduğu 2000 kitap olandır.
Haçlı nişanı almamak için savaşandır.
Savaşıp haçlıyı perişan edendir.
İnsanlarının özgürce dinini yaşaması için hayatını hiçe sayıp onlara bayrak ve vatan verendir.
Hem padişah, hem halife olupta "haçlı nişanı" takan değildir o.
O; yirminci yüzyılın lideri, Musatafa Kemal Atatürk' tür.
Cumhuriyet çocuklarının ATA' sı olur kendileri.

Anlatabildim mi acaba?...

Musa Kâzım Çağlayan

10 Mayıs 2011 Salı

SÖZÜN BİTTİĞİ YER

Aşağıdaki fotoğraf nereye geldiğimizin belgesi. dikkatle bakalım ve yorumlayalım. Gerçek yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede ortada, her şey çok açık.
                                                   Not: Colemerg=Hakkari (Çölemerik)

9 Mayıs 2011 Pazartesi

SİNOP

Daha önce birkaç sefer, son kez iki sene kadar önce gittiğim Sinop'a geçen hafta sonu tekrar gittik. Sinop'u bilmeyenler için söylenebilecek tek şey sanırım mutlaka gidin demek olacak.Özellikle biz, büyükşehir insanı için tam bir cennet. Sessizliği, dinginliği, insanlarının temizliği ve sosyal yönden medeniliği beni sürekli olarak bu kente çekiyor.Elbette çekenlerin arasında zaman zaman canımızın çektiği rakı-balık muhabbetinin en iyi yapılabildiği mekanlardan biri olması da etken. Geçen hafta sonu cuma öğleden sonra yola çıkarak Safranbolu üzerinden akşam saatlaerinde Sinop'a ulaştık. Daha önceki gidişimizde çok beğendiğimiz, güleryüzlü ve candan hizmeti nedeniyle Reis Otel'i tercih ettik. Hemen marinada olması da tercih edilebilir bir başka yönü.
Şehirde daha önce Arkeoloji Müzesini ve Tarihi Cezaevi'nin gezdiğimiz için bu kez onları atladık. Ancak ilk kez gelecekler için her ikisini de mutlaka öneririm. Geçen gelişimizde çok kısa dolaşabildiğimiz Akliman ve Hamsilos'a bu kez çok daha fazla zaman ayırdık. Önümüzdeki günlerde bunları daha detaylı yazacağım. Bu kez ilk kez gittiğimiz Sarıkum gölü ve doğal alanı da büyüleyiciydi. Hemen hemen hiç tanıtımı yapılmayan bu güzelliği de önümüzdeki günlerde anlatacağım.
Sinop'ta rakı-balık için önerebileceğim en önemli mekan, marinada dubalar üzerinden yer alan "Saray Restaurant". Barbun, mezgit ve çarpan (iskorpit balığı) tatmadan Sinop'tan dönerseniz mutlaka eksik bir şeyler bırakmış olacaksınız.
Bu güzel ve bozulmamış kentte zaman geçirmek dinlendirici ve oldukça rahatlatıcı. Sinop mantısı da, mutlaka duyduğunuz ve kentte kesinlikle tatma fırsatı bulabileceğiniz bir başka lezzet. Sahil yolunda "Teyzenin yeri" bu lezzet için önereceğim mekan. Cevizli ve tereyağ soslu mantı, yiyenleri kendine hayran bırakacak cinsten.
Ciddi oranda suç sayısının azlığı ve insana saygıyı hissedebileceğiniz şehirde günün her saatinde rahatlıkla gezip dolaşabileceğinizi hatırlatayım.
Açılan üniversite bölümleriyle şehirde ciddi bir öğrenci potansiyeli var. Öğrencilerin varlığı şehire canlılık kazandırıyor. Gittiğinizde mutlaka aradığınız bazı şeyleri bulacağınız Sinop sizi de mutlaka etkileyecek

5 Mayıs 2011 Perşembe

MAYIS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 1

 KİTABIN ADI : Kira Kiralina (Kyra Kyralina)

KİTABIN YAZARI : Panait İstrati
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Bertan Onaran
KİTABIN YAYINEVİ : T. İş Bankası Kültür Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 2011
KİTABIN BASKI SAYISI:  1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 132 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ:  10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ:  10/10

YORUM: Kitabın kahramanı Stavro (Dagomir)’in yaşadığı serüvenler kitabın konusu. Çok sevdiği annesi ve kız kardeşi Kira ile eğlenceli ve keyifli yaşamı, babasının ve ağabeyinin evi basıp annesini döverek yaralaması ve evden kaçmaları ile bozulur.
Önce annesini, sonra çok sevdiği Kira’yı yitiren Stavro, onları aramak için yollara düşer. 19 yy. Osmanlı coğrafyasında geçen soluk kesici serüvenler kitabı bir çırpıda bitirmenizi sağlıyor.
Kitap, İstrati’nin 1923’de kaleme aldığı ilk kitabı. Türkçe’ye çevrilen diğer kitaplarında olduğu gibi insan temel öge. Kitabın  arka planında, o çağda bile imrenilen ve coğrafyasında hala etkili Osmanlı yaşamı, mekanlar, dil canlı biçimde kullanılıyor.
Hala İstrati’yi tanımadıysanız seveceğinizden eminim.


Panait Istrati, (d. 1884 - ö. 1935) Romen yazar. Balkanların Maksim Gorki'si olarak anılır.

Romanya'nın bir liman kenti olan İbrail'de doğan yazar, gençliğini, aralarında İstanbul'un da olduğu pek çok Osmanlı kentinde geçirdi. Babası Yunanlıdır. Mısır'ı, Lübnan'ı, Suriye'yi gezdi. Bu dönemde, bulduğu bir sözlük sayesinde Fransızca öğrendi. 1921 yılında, Fransa'nın Nice kentine giderken, yalnızlığı dolayısıyla ihtihar girişiminde bulundu. O sırada üzerinde Romain Rolland'a yazılmış fakat henüz göndermemiş olduğu bir mektup bulunuyordu.
İlk romanı Kira Kiralina (Yaşar Nabi Nayır tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir) 1923 yılında Romain Rolland'ın yazdığı önsözüyle birlikte basılmıştır. Panait Istrati tüm eserlerini anadili olan Rumence değil, Fransızca olarak yazmıştır. Türkçe'ye de çevrilmiş önemli eserleri arasında, Arkadaş (Mihail), Akdeniz, Sokak Kızı (Nerantsula), Angel Dayı, Kodin, Baragan'ın Devedikenleri, Uşak ve Sünger Avcıları gelir.
Gençlik yıllarında devrimci hareketlerin etkisine kapılmış olan Istrati, 1929'da Komünist Partinin daveti üzerine Sovyetler Birliği'ni gezdikten sonra umutsuzluğa kapılmış ve politik mücadelenin dünyada bir şeyleri değiştirmek için yetersiz olduğu fikrini edinmiştir. Pek çok romanında da politikadan, politik mücadeleden çok insanı insan yapan değerler üzerinde durması bu yüzdendir. Panait Istrati romanlarının çoğunda yaptığı yolculukları anlatır. Fakat gezdiği ülkeler değil, tanıdığı insanlar ön plandadır. Istrati'nin eserlerinde gerçek bir insan sevgisi hissedilir. Bu karşılıksız ve koşulsuz sevginin hikâyesindeki kahramanların başına getirdiği belalar kadar, onlara yaptığı katkı da nesnel bir biçimde anlatılır.
Panait Istrati'nin şaheseri olarak Arkadaş (Mihail) adlı kitabı gösterilebilir. Bu kitapta, Panait Istrati'nin pek çok başka romanındaki başkahramanı da olan Adrian Zografi ile Mihail'in arkadaşlığı anlatılır. Bu arkadaşlık, ideal bir sevgi görüşünü simgelemek için kullanılmıştır. Istrati birçok başka eserinde de arkadaşlık temasını kullanmıştır. Hatta bu eserlerin çoğunda büyük, efsanevi aşklar bile arkadaşlıklar uğruna feda edilmişlerdir.
Kaynak: Vikipedi