29 Ocak 2010 Cuma

PALMYRA - 2 BA'AL TAPINAĞI

Yaptığımız özetlerden sonra muhteşem Palmyra'yı gezmeye başlayabiliriz. İlk durağımız, elbette şehrin en görkemli kalıntılarından olan Ba'al Tapınağı.
Şam'dan gelen yol, Palmyra'nın girişinde şehri ikiye bölüyor. Sol tarafta şehir kalırken, yolun sağında Ba'al Tapınağı bulunuyor.
Burada Ba'al Tapınağı'nın hemen önündeki koruyucu sur duvarları bulunuyor. Resmin sağındaki kapıdan içeriye tapınak arazisine giriliyor. fotoğrafın solunda duvarda sonradan kapatılmış bir kapıyı farkedeceksiniz. birazdan bu kapının orada varoluş sebebini açıklayacağım.
Ba'al Tapınağı'nın koruyucu sur duvarlarının ana giriş kapısı burada görünen kapı. Ancak bu kapı kapalı tutuluyor. İçeri girişler önceki resimdeki küçük kapıdan yapılıyor.
Tapınak arazisine girildikten sonra tapınak bahçesi içinden dış surun duvarları görünüyor. Hemen önde merdivenle aşağıya inilen yol daha önce dikkatinize çektiğim kapatılmış kapıya soldan bağlanıyor. Kapatılmış kapı, surların dışından kurban edilecek hayvanların sürü halinde alt yoldan, doğruca tapınağa kadar ulaştırılması için açılmış olan kapı. Böylece kurbanlık hayvanlar, insanlarla temas ettirilmeden topluca tapınağa kadar sürülüyorlarmış.
Sur duvarlarından detay.
Tapınak içinde sur duvarlarının dışında, rahip barınakları, ticaret mekanları olan bölümler.
Bahçeden, Ba'al Tapınağı'nın görkemli görünüşü. Önündeki insanlarla, boyutlarını kıyaslayabilirsiniz. (Elbette 3.000 yıllık olmasının da gözönüne alınması şartıyla)
Tapınağa giderken, bahçenin tam ters istikametinde kalan batı yönündeki sütunlu cadde. Hala muhteşem geçmişinin izlerini taşıyor.
Tapınağın ana kapısının muhteşem alınlığı.
Tapınağın ana yapısının dış duvarları. Duvarların dış ve iç yüzeylerinde oyuk çukurlar sanırım dikkatinizi çekmekte. Yerel rehberimiz, gerçekte duvarların hem içeriden hem de dışarıdan kaplama fresk ve kabartma levhalarla kaplı olduğunu ve antik ve modern (emperyalist) hırsızların levhaları sökmesi sonucu bağlantı demir yuvalarının geride kalan izleri olduğunu açıkladı.
Tapınakta son kalabilmiş kabartma levhalardan birisi.
Tapınağın içinde kapının sağında ve solunda, dikdörtgen planına göre küçük duvarlarda iki tane sunak (veya başrahip ya da kralın locası bulunmakta)
Girişe göre sol tarafta kalan sunak.
soldaki sunağın tavan süslemesi. Yerel rehberde tavanda, astrolojik betimlemeler bulunduğunu ifade etti.
Sağdaki sunak veya locanın tavan süslemesi.
Ba'al Tapınağından çıkıp, dış duvarlara yönelirken ister istemez gözlerimiz karşı tepedeki kaleye yöneldi. Kale, Palmyra'nın son dönem kalıntılarından ortaçağ şatosu. Roma'dan başlayarak Selçuklu dönemlerine kadar işlevsel olarak kullanıldığı ifade edildi.
(Çölün gelinini gezmeye devam edeceğiz)














OCAK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 3



KİTABIN ADI : Not Defterimden
KİTABIN YAZARI : Jose Saramago
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Nesrin Akyüz
KİTABIN YAYINEVİ : Turkuvaz Kitap
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 176
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10
ÖNERİ : Edebiyatçılar içindeki yaşayan dört efsane yazarımdan biridir Jose Saramago. 1998 yılında kazandığı Nobel Edebiyat ödülü geç verilmiş bir payedir ona. Bu nefis blog yazılarını içeren kitabı çok yakın bir geçmişi, Ekim 2008-Mart 2009 arasındaki günceleri kapsıyor. Anlatıdaki pek çok olayı okudukça sizde hatırlayacaksınız. Çeviriyi mükemmel buldum. Saramago’nun muhteşem kalem oyunları çok çok iyi biçimde Türkçe’ye aktarılabilmiş. Mükemmel bir edebiyatçı, mükemmel yazılarıyla huzurunuzda. Gözlerinizle alkışlayacaksınız.

28 Ocak 2010 Perşembe

PALMYRA- KRALİÇE ZENOBİA

(Gezimizde dünyanın başka bir köşesindeyiz. Ancak gezi fotoğraflarıma geçmeden önce, Türkiye'de çok az kişi tarafından bilindiğini sandığım bu yöreyi size bazı özel ayrıntıları ile anlatmak isterim. PALMYRA, Suriye'de çölün ortasında bir antik şehirdir. 3000 yıllık bir tarihi geçmişi olduğu varsayılıyor. "Atlas" dergisini takip edenler bilir. 2009 yılı içinde yayınlanan bir ekte, dünyanın mutlaka görülmesi gereken 50 noktasından birisi Palmyra sayılmakta. Bu nedenle şehrin tarihi ile bu şehri bugünlere kadar unutulmaz kılan kraliçesini size tanıtmak isterim.)

Palmyra

Antik çağlarda merkezi Suriye’nin en önemli şehridir. Şam’ın 215 klm kuzaydoğusunda bir vahada kurulu olup Fırat nehrinin 120 klm güneybatısındadır. “Çölün gelini” olarak tanınan şehir, yüzyıllarca çöldeticari konaklama noktası olarak kullanıldı. Mari’de bulunan Babil tabletlerine göre ilk ismi Tadmor (veya Tadmur-Tudmur) dur.
16. YY dan sonra tarih sahnesinden silinen şehir üzerine tekrar yerleşim kurulmadı.
İran ile Roma Suriye’si ve Finike arasında ticaret yolu üzerinde yer alan şehir yıllarca Roma egemenliğinde kaldı.
Tevrat’ta da adı Tadmor olarak geçen şehir, Flavius Josephus’un kitabında Palmyra adıyla Sultan Süleyman tarafından kurulduğu rivayet edilir. Palmyra’nın isim kökeni bilinmemekle birlikte çöldeki palmiyelerden doğduğu söylendiği gibi eski ismi Tadmor’un yanlış tercümesinden de kaynaklanmış olabileceği tartışılmaktadır.
Şehir ilk kez İÖ 2000’lerde Mari tabletlerinde geçer.
Suriye İÖ 323’lerde Selevkoslar tarafından kontrol altına alındığında Palmyra bağımsız kalır.
İÖ 41’de Marcus Antonius, Palmyra’yi fethe kalkışınca, bunu haber alan halk teslim olmayarak Fırat’ın öte yakasına kaçar.
Bağımsızlık döneminde Palmyra’lı tüccarlar kendi gemileriyle İtalya ile Hindistan arasındaki ipek ticareti yoluyla kısa zamanda Palmyra’yı Ortadoğu’nun en zengin şehri yaparlar.
Palmyra, İmparator Tiberius döneminde (İS 14-37) Roma egemenliğine girer. Bu dönemde de İran Hint Çin ile Roma ticaret yolunda önemini korur. 129’da İmparator Hadrianus şehri ziyaret eder..
212’lerde Fırat ve Dicle dolaylarındaki Sasani egemenliği şehrin ticaretini zayıflatır.
İmparator Valerian tarafından Palmyra kralı yapılan Septimus Odaenatus, damadı Marconis tarafından öldürülünce karısı Septimia Zenobia yönetimi ele alır. Roma idaresine başkaldırır. 272’de Antakya’yı fetheder. Roma İmparatoru Aurelianus tarafından yapılan savaşta esir edilen Zenobia altın zincir vurularak Roma’ya götürülür. Bugünkü adıyla Tivoli’de yıllarca yaşayacağı bir villada gözaltına alınır. Palmyra daha sonra Roma lejyonları tarafından Sasani savaşlarında askeri üs olarak kullanılmıştır. Bizans döneminde şehirde pek çok kilise kurulduğu kazılarda ortaya çıkmıştır.

Halid bin Velid 634’de şehri fetheder. Ancak şehre zarar vermez. Haçlılar döneminde Palmyra, Şam emirinin egemenliğinde kalır.
13 YY da Baybars tarafından Memlük egemenliğine alınır. 1401’de Timurlenk’in yıktığı şehir çabuk toparlanır ve 15 YY da İbn Fadlallah Al-Omari tarafından yeniden imar edilir.
Osmanlı döneminde şehir vahada küçük bir garnizondur. 17 YY ‘dan itibaren yok olan yerleşimin izleri 19 YY da Avrupa ve Amerikalı arkeologlar tarafından yeniden keşfedilir.
Palmyra’nın en görkemli kalınıtısı Ba’al tapınağıdır. (205 x 210 m) Tapınaktan sonra sütunlu cadde şehre uzanır. Septimus Severus döneminde dikilen Zafer takı İS 3. YY başlarına tarihlenir. Nabu tapınağı ve Diokletianus banyoları kazılarda ortaya çıkarılmıştır.
Palmyra tiyatrosunun bugün 9 oturma sırası görülebilmektedir. (İS 1. YY’la tarihlenmektedir.) Tiyatronun arkasında küçük senato binası vardır. 48 x 71 m boyutlarındaki agora Septimus Severus döneminde tanzim edilmiştir.
Antik surlar dışında “Mezarlar Vadisi” denen geniş bir mezarlığı vardır. Yaklaşık 1 klm boyunca görkemli bezemelerle lahitler ve anıt mezarlar sıralanmışlardır.
Mayıs 2005’de Polonyalı arkeologlar tarafından kanatlı zafer tanrıçası Nike’nin heykeli bulunmuştur.

KRALİÇE ZENOBİA

Zenobia (240-274) 3. YY da yaşamış Suriye kraliçesidir. Palmyra kralı Septimius Odaenathus’un 2. karısıdır. 269’da kralın ölümüyle tahtın yönetimine geçmiştir. 269’da Mısır’ı fethettiğinde kendini Mısır kraliçesi ilan etmiş ve İmparator Aurelianus’un kendini yakaladığı 274’e kadar egemen olmuştur. Zenobia, Aurelianus’un zafer geçidinde altın zincirleriyle yer almış ve yaşamını Roma’da sürgünde noktalamıştır.
Zenobia, “Iulia Aurelia Zenobia” ismiyle doğmuştur. (Arapçası; al-Zabba’ bint Amr ibn Tharab ibn Hasan ibn ‘Adhina ibn al-Samida kısaca al-Zabba’dır. (الزباء بنت عمرو بن الظرب بن حسان ابن أذينة بن السميدع)

(Zenobia, altın zincirleriyle Palmyra’ya son defa bakıyor) Herbert Schmalz

Babası Iulius Aurelius Zenobius 229’da Suriye emiridir. Annesi Mısırlıdır. Palmyra’da doğdu. Annesinden antik Mısır dili ve kültürünü öğrendi. Çok güzel ve zarifti. Esmer tenli, inci beyazı dişleri, parlak siyah saçlara ve güzel bir çehreye sahipti. Sesi çok güzeldi. Yunanca, Arapça, Mısırca ve Latinceye vakıftı. Tarih bilir, Homeros, Platon ve diğer Yunan yazarlarını okumuştu. Avı ve eğlenceyi severdi.
Palmyra kralı Septimius Odaenathus ile 258’de evlendi. Kralın ilk evliliğinden olan Hairan isimli üvey oğlu vardı.
266’da kraldan oğlu Vaballathus doğdu. (Lucius Iulius Aurelius Septimius Vaballathus وهب اللات)




267’de kral ve üveyoğlu öldürülür. Zenobia yerine geçer ve kendini Augusta, oğlunu Augustus ilan eder. Ülkesi Roma ile Sasani devleti arasında sıkışmış vaziyettedir.

269’da Mısır’a girer. Bu fetihten sonra “Savaşçı Prenses” olarak anılır. Ordunun başında ata binebilecek, ordu ile beraber 5-6 klm yürüyebilecek güçtedir. Zenobia ordusuyla Anadolu’da Ankara’ya hatta Kadıköy’e (Calcedon) dek ulaşır. Filistin ve Lübnan’ı fetheder. Doğudaki bu hareketlenmeden rahatsızlık duyan İmrarator Aurelianus ordusuyla Suriye’ye girdiğinde Antakya yakınlarında karşılaşırlar. Savaşı yitirmekte olduğunu gören Zenobia önce Antakya’ya sonra Homs’a kaçar. Roma ordusu yaklaşınca oğluyla deve sırtında Sasani’lere sığınmaya çalışırsa da Fırat kıyısında yakalanır





Zenobia ve Vaballathus Roma’ya götürülür. Vaballathus yolda ölür. Zenobia, imparatorun zafer alayında altın zincirle yürütüldüktem sonra Roma’da sürgün yaşamına başlar. Felsefe ve Roma yaşamını inceler. İsmi bilinemeyen bir Roma valisi (ya da Senatörü) ile evlenir isimleri bilinemeyen birkaç kızı olur.
Yaşamının sonu bilinmez. Bazı araştırmacılara göre 4. yüzyıla kadar yaşamını huzur içinde sürdürdüğü, bazılarına göre ise Aurelianus bozgunu sonrası henüz Palmira'da iken suikaste uğrayarak öldüğü kabul edilmektedir. Bazı araştırmacılar ise 5. yüzyılda yaşayan Azize Floransalı Zenobius'un (Saint Zenobius of Florence) kraliçe Zenobia olduğunu ileri sürmektedirler.
(Yarın şehri gezmeye başlayacağız.)

27 Ocak 2010 Çarşamba

ONLARI UNUTMAYIN - 11

ÇAKMAKÇI SAİT



Mondros Mütarekesi taksim projesine göre; Antep, Maraş ve Çukurova bölgesi Fransız işgal bölgesi olarak taksim edilmişti. 2 Şubat 1919'da çoğunluğu Hintli askerlerden oluşan İngiliz askerleri Maraş'ı işgal etmişler ve şimdiki Ticaret Lisesinin yanındaki kışlaya yerleşmişlerdir. 29 Ekim 1919 tarihine kadar bu bölgede kalan İngiliz askerleri, Ermenilerin sürekli başvuruları ve bu yöndeki girişimleri sonucu Fransız askerleri ile yer değiştirmişlerdir. Maraş halkının, bu yer değiştirmeye mani olmak için yaptığı başvurular ise, o sırada Osmanlı hükümetinin zayıf oluşu ve yöneticilerin ilgisizliği nedeni ile başarılı olamamıştır. 29 Ekim 1919 akşam vakti Yüzbaşı Jülie komutasındaki öncü birlikler, Ermenilerin taşkınlıkları ve tezahüratları arasında Şeyh Adil mevkisinden şehre girmişlerdir.
Öncü kuvvetlerden bir gün sonra, 2000 kişilik gönüllü Fransız lejyoneri Ermeniler, Fransız ve Cezayirli askerlerden oluşan birlikler yine Ermeni tezahüratları, Ermeni kadınların muhabbetli alkışları arasında şehre girdiler. Şimdiki Ticaret Lisesi civarına yerleştiler.
31 Ekim 1919 cuma günü akşamına kadar, Fransızlarla beraber gruplar halinde şehri dolaşan Ermeniler Türk halkına ağır hakaretler ve küfürlerle mütecaviz davranışlarda bulundular. Akşam vakti, havanın kararması ile olayların sükûn bulması beklenirken, Uzunoluk hamamından çıkan 3 kadın ve bohçalarını taşıyan bir erkek çocuğunu gören Fransız-Ermeni devriyesinden bir asker; “Burası artık Türk memleketi değildir. Fransız müstemlekesinde peçe ile gezilmez!” diyerek kadınların peçesini zorla açmak istedi. Kadınlar ise bağırıp, feryat ederek yakındaki Kel Hacı'nın kahvesinden yardım istediler.
Olay yerine ilk müdahale eden Çakmakçı Sait; “Gâvur oğulları! Dokunmayın bacılarıma!” diyerek Fransız Ermeni Lejyonerlerinin üzerine yürüdü. Üzerinde silah olmayan Çakmakçı Sait, açılan ateş sonucu ağır yaralanmıştır. Bu sırada adı İmam olan ve geçimini temin etmek için süt sattığı için Sütçü İmam olarak tanınan İmam, yanında bulunan silahı ile ateş açmış ve bir Fransız-Ermeni Lejyoner askerini öldürmüş, bir diğerini de yaralamıştır.
Bu olayda Çakmakçı Said şehit düşmüş yaralanan Ermeni ise ölmüştü 1 Kasım 1919 tarihinde ölen Ermeni için büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Şehri terk etmeyen İngiliz ve Fransız askerleri olay yerine yetişti. Sütçü İmam ise Nalbant Bekir'den aldığı bir atla Bertiz'in Ağabeyli köyünde bulunan Beyazıt oğlu Muharrem Bey'in yanına gitti. Ermenilerin ve Fransızların bütün çabalarına rağmen Sütçü İmam bulunamadı.
Ancak olayın intikamını almak isteyen Ermeniler sağa sola ateş ederek Zülfikar Çavuş oğlu Hüseyin'i şehit ettiler. Bu arada Türkleri öldürüp kadınlarını alacaklarını, camilerine çan takacaklarını söylemeye başladılar. Fransızlar da misilleme hareketlerine girişerek Sütçü İmam'ın dayısının oğlu Tiyekli oğlu Kadir'in ellerini ve ayaklarını arkasından bağlayarak burun ve kulaklarını kestikten sonra boğazlayarak şehit ettiler.
Sütçü İmam 1878 yılında doğmuştur. Üç kız bir erkek çocuğu vardır. 31 ekim 1919 da, düşmana ilk kurşunu atan Sütçü İmam, düşmanın Maraş'tan kovulmasından sonra, harpteki fedakarlıklarına mükafat olarak Belediyeye odacı alınmış, bu vazifesi yanında kaledeki topun idaresi kendisine verilmişti. Bir top atımı sırasında barutun ısınan namludan erken ateş alması neticesi yandı. Alman Eytamhanesinde tedavi altına alındıysa da iki gün sonra 25 Kasım 1922 tarihinde vefat etti. Çınarlı Cami mezarlığına defnedildi.

26 Ocak 2010 Salı

DUBROVNİK-STARİ GRAD - 3

Gezimizin artık son bölümüne yaklaşıyoruz. Geçmiş dönemlere ait gemi çapaları surlarda sergileniyor.
Stari Grad'ın güneyine bakan bölümünde bir yat limanı oluşturulmuş. surlardan görülmeye değer görüntüler sergileniyor.
surlardan Stari Grad'ın iç yollarının görünüşü. Sokağın sonunda sağa dönerek Stari Grad'ın arka kapısından dışarı çıkılıyor.
Stari Grad'ın güney tarafından kalan yat limanının ilk resmimizin tam karşısından, ters taraftan görünüşü.
Stari Grad'ın dar sokaklarının yanında kendine has bir özelliğini de söylemeden geçemeyeceğim. Stari Grad'daki evlerin tümünün mutfakları çatı katlarında yer alıyor. Evlerin, yangın çıkması en muhtemel bölümleri mutfak olarak kabul edildiğinden, bu kadar dar sokakta, aşağıdan çıkacak bir yangının tüm şehri tehlikeye atacağı düşünülerek mutfaklar çatıya alınmış. Bu suretle çıkması muhtemel yangınların daha kolay kontrol altına alınacağı varsayılmış. Oldukça akıllıca.
Stari Grad'ın en yüksek kulesinden şehre veda ederken genel panoramanın yanısıra hemen arkada "Lokrum" adası da, ben de varım diyor.
(Bir başka gezimizde buluşmak üzere)




25 Ocak 2010 Pazartesi

KİTAP


Hafta sonu, Burhan Bursalıoğlu hocam, blogunda kitap üzerine güzel bir yazı yazmış. Sabahın erken saatlerinde sonuna kadar okumadan edemedim. Bu keyifli yazısı nedeniyle kendisini kutluyorum.
Kitap deyince benim açımdan akan sular duruyor. Kendimi hatırladığım zamanların başlangıcından beri, kitap yaşamımda çok önemli bir yer tutuyor. Şimdi ise kitaplar sayısal olarak evde önemli bir yer tutuyor. (!)
Mütevazi bir kitaplığım var. Dışarıdan dikkat çekebileceği doğrusu aklıma hiç gelmemişti. Anlattığım olay benim evde olmadığım bir zamanda gerçekleşmiş. Bir gün çocuklar dışarıdan yemek ısmarlamışlar. Hangi lokanta şimdi anımsamıyorum. Paketi getiren delikanlı, paketi teslim ettikten sonra, rica etmiş, "Camdan gördüğüm kitaplığı yakından görmem mümkün mü?" diye sormuş, olumlu yanıt alınca odaya girip birkaç dakika kadar seyretmiş. Bana anlattıklarında, kitaplıktan ziyade, kitabı bu kadar seven, görmek için ricada bulunan genci içimden kutlamadan edemedim.
Evet sanırım kitap sevgisi böyle bir şey, Yine çocukluktan hatırladığım bir küçücük anımda, babamın bir kitap alıp geleceğini söylediğinde, kitapçıdaki en kalın kitabı istemiştim, geç bitsin istediğimden. Gelen kitabı bugün gibi hatırlıyorum. “Sefiller-Victor Hugo” Değişik zamanlarda ve yaşamımın değişik yaşlarında bu kitabı toplam 3 kez okudum. Her yaşımda ve her çağda tekrar sevdim.
Kitap dostluğu bambaşka bir şey. Pek çok kitabı bitirdiğimde, ileride vakit bulursam tekrar okurum diyorum. Ancak pek az kitabı tekrar okuyabiliyorum. Eskiden (80 li yıllar diyelim) yeni bir kitap çıktığında sevinirdik. Şimdi bırakın okumaya, pek çok kez almaya yetişemiyorum. Zaman zaman elimde okumak için bekleyen kitap sayısı 60-70 lere kadar çıktığı oldu. Baktım, okumakla bitiremiyorum, kitapçıya yaptığım aylık rutin ziyaretleri 3-4 ayda bir seviyesine düşürdüm. En azından güncel olarak aldığım kitapları yakın bir zamanda okuyabileyim diye. Yaklaşık bir yıl önce aldığım bu yavaşlama kararı üzerine şu anda sıra bekleyen kitap stokum 28’e düştü.
Kitap okuyan dostlarla bilgi paylaşımı olsun diye yazıyorum, halen yıllık kitap okuma hızımı 100 civarında tutmaya çalışıyorum. İleride bazı kişisel istatistiklerimi sizlerle paylaşacağım.

(Bu zevkli kitap sohbetlerine devam etmeye çalışacağım)

22 Ocak 2010 Cuma

DUBROVNİK-STARİ GRAD - 2

Stari Grad'daki gezimize devam ediyoruz. "Pile" kapısının hemen girişinde sol taraftan Stari Grad'ı çevreleyen surlara çıkılıyor. Daha önce de değindiğimiz gibi suraların çepeçevre uzunluğu yaklaşık 2000 metre. Gün içinde istediğiniz gibi oyalanma şansınız var. saat 16.00'da girişler kapatılıyor. Hızlı bir yürüyüşle yaklaşık 75-80 dakikada tamamı dolaşılabiliyor. Surların hemen çıkışında Stari Grad'ın ana caddesine yüksekten bakış.
Pile kapısı girişinden boydan boya ana caddenin surlardan görünüşü. Yazın caddede omuz omuza yüründüğü söyleniyor. Stari Grad, içi savaşta 1993'de tepelere yerleşen Sırp topçusu tarafından amansızca bombalanmış. Hemen hemen binaların tamamının çatısı hasar görmüş. Şimdi çatıların tamamı onarılmış ve yeni kiremitlerle kaplanmış vaziyette.
Surlardan, kuzeyde kalan gözetleme kalesinin görünüşü.
Surlarda yer yer mekanı süsleme amacıyla eski dönemlerden kolan toplar yerleştirilmiş.
Şehri surlardan dolaşırken, zaman zaman daha eski dönemlere ait antik nitelikli bina ve duvar izlerine de rastlanıyor. Halen Stari Grad, ikamet amacıyla yerleşime açık, Binaların tamamının dükkan olan girişlerinin üstünde aileler yaşıyor. Zaman sanki burada durmuş durumda
Surlar üzerinden doğuya bakış. Ortada görünen merdivenler Pile kapısı girişindeki çıkış merdivenleri. Fotoğrafın sol üstünde kalan kısım modern Dubrovnik.
Surlardan denize bakış. Güney yöndeki sur duvarları.
(Devam edeceğiz.)






OCAK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 2


KİTABIN ADI : Herodotos’ın Aynası
KİTABIN YAZARI : François Hartog
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Emin Özcan
KİTABIN YAYINEVİ : Dost Kitabevi
KİTABIN BASKI YILI : 1997
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 353
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10
ÖNERİ : Tarihin babası Herodotos’un kitabı, tarihçi gözüyle mercek altına alınıyor. Antik Yunan gözüyle İskitya, Mısır, Pers ülkelerine ve halklarına bakış, antik dünyanın sınırları, kurban törenleri, kral cenaze törenleri, Antik Yunanca’nın kelime açılımlarına ve konudaki kullanış biçimlerine kadar çok ince ve yoğun değerlendirmeler var. Orta düzey bir tarihçinin büyük bir keyifle okuyabileceği, kendi bilgilerini değerlendirebileceği, kanımca konusunun en değerli kitaplarından biri. Tarih sevmeyenler ve okumayanlar için önerme şansım yok. Bu değerli çalışmanın Fransız Akademisi’nin “Montyon” ödülünü aldığını da eklemeliyim.

21 Ocak 2010 Perşembe

ONLARI UNUTMAYIN - 10

Milis Yüzbaşı Recep Reis (İpsiz Recep)

Rize’nin Portakallık Mahallesi’nde 1878 (1862?) yılında doğan İpsiz Recep’in annesi Cemile, babası Hüseyin’dir.
Emiroğulları’ndan olan İpsiz Recep, genç yaşında çalışmak için İstanbul’a gider. Yelkenli teknesiyle Boğaziçi’nde çalışmaya başlar. Yanında çalışanlara eziyet eden Rum ve Ermenileri zararsız hale getirir. Orada çalışmalar arasında huzuru temin eder. İpsiz Recep’in bu tür çıkışları neticesinde çevresinde sayılır, sevilir, cesareti takdir edilir. Elinde avucunda ne varsa, olanı da, olmayanı da verdiğinden ve kendisi de “cep delik, cepken delik” misâli kaldığından ‘İpsiz’ lakabını alır.
İpsiz Recep, Karasu’nun ve Civarının Savunmasını Ele Aldı İpsiz Recep’in huzuru temin edip, çalışmaya başladığı zaman İstiklal Harbi patladı. İstiklal mücadelesi başladığında düşmanla işbirliği yapmaz, Kuvayı Milliye saflarında yer alır. İpsiz Recep, on beş arkadaşı ile birlikte İstanbul’dan ayrılıp Kefken Adası’na gelir. Arkadaşlarıyla birlikte dinlendikleri bir zamanda yabancı bandıralı bir geminin kendilerine doğru geldiklerini fark ederler. İyice yanaştıkları zaman geminin Fransız olduğu anlaşılır. On beş arkadaşlarıyla birlikte gemiyi çevirip, teslim alırlar. Gemiyi Sakarya Nehri’ne kadar getirip zamanın Karasu Bucak Müdürü’ne teslim ederler. Geminin arpa yüklü olduğu görülür. Bu hareketinden sonra İpsiz Recep Karasu’da karargah kurup Ankara ile irtibat sağlar. Ankara kendisine ‘milis kuvvetleri komutanlığı’ olarak ‘yüzbaşı rütbesi’ verir. Bundan sonra İpsiz Recep’in etrafında 1800-2000 kişi kadar genç toplanır. Çete zamanla büyür. Rizeli Mehmet Kaptan (Altıkanoğlu), yine Rizeli Murad Reis (Ekşioğlu), Yoncalı ve Firdevsoğlu Reisler Samsun’da bir araya gelirler. Köy köy dolaşırlar ve cephane taşımak için topladıkları kağnıları Kazım Karabekir Paşaya teslim ederler. Çeteye karargâh kuracakları korunaklı bir yer gerekince Kefken adasına yerleşirler. Kefken’de Mustafa Reis (Uzun), Kemençeci Hazma (Pilehozlu), Kandemirin Mehmet ve Kolcu’nun Hüsnü, Salih Çavuş, Parmaksız Ahmed, Hasan Çavuş, Bayram Ali, İsmail Hakkı Reis, Mecid Dayı, İsmail Reis ve on üç arkadaşı yeğeni Hamza ile hemen hepsi Rizeli kuvvacılar “İpsiz” Recep’e “Reis” derler, İstanbul hükümetinin ve işgâl kuvvetlerinin baş düşmanı olurlar. Halife, Çerkez ve Abazaların etnik kökenlerine hitap ederek, onları onore ederek, “bendensiniz” diyerek Kuvayı Milliyeye karşı ayaklandırır, Kuvayı Milliye güçlerine saldırtır. “İpsiz” Recep ve arkadaşları bu saldırıları da, isyanları da bastırır. Hem de hak ettikleri bir şekilde. Halifenin Damadı Ferid Paşa da boş durmaz. İdam fermanını çıkarır. “İpsiz” Recep ve arkadaşlarını ele geçirmesi için Binbaşı Lütfü kumandasında 80 jandarmayı üzerlerine sürer. Kuvayı İnzibatiyeye mensup birliğin komutanı Lütfü Bey, Kuvayı Milliyecileri katletmeyi onuruna yediremez, Kefken’i uzaktan top ateşine tutar. Daha sonra Binbaşı Tufan’ın 43. Alayına katılan çete, Kocaeli Birinci Taburu olur. “İpsiz” Recep Reis, yüzbaşılığa yükselir. Yaptığı en önemli iş İzmit’te Yunan kuvvetlerinin İnönü hattındaki kuvvetlere katılmasını önlemek olur. Etrafındaki gönüllü ona yetmeyince Sinop, Trabzon ve Rize hapishanelerinin kapılarını açıp 101 yıllık mahkûmlara sorar:
-Hürriyet dışarıda… Şimdi sizi serbest bırakıyor ve hürriyetinizi veriyorum. Siz de milletinize vereceksiniz. Prangada yaşamak mı, düşmanla vuruşmak mı? Kararınızı verin.
Ve eski mahkûmlar da Kuvayı Milliyeye katılır. Çelik gibi adalelere sahip, tuttuğunu koparan bir öfke dalgası ile kaplı olan “İpsiz” Recep’in Milli Mücadeledeki konumu çok önemlidir.
Halk İpsiz Recep’e “Emice” Unvanını Vermişti
İpsiz Recep doğruluğu, dürüst ve mertliği sayesinde etrafın takdirini toplayıp sözü geçen kişi durumuna gelmiş, halk kendisine “Emice” unvanı vermiş, İpsiz Recep’in bu durumunu tespit eden Ankara, emrine üç istihbarat subayı vererek harp hali ve şekli üzerine nasıl hareket edeceğine dair emirler göndermiştir.
İstiklal Savaşı’nda iç ve dış düşmanlara karşı milli duygularla dolu olarak saldıran, bu konuda anlayış gösterenlerin yardımlarından yararlanan İpsiz Recep ve mahiyetindeki milliyetçiler amansız bir mücadele ile Yunan ve Çerkez Ethem kuvvetlerinin herhangi bir şekilde zarar vermelerine meydan vermemişlerdir. Düşman denizden bombalarla dağları dövmüşse de çıkarma yapma imkânı bulamamıştır. Karasu’da yürüyemediği gibi çekilip, bilinmeyen yönlere doğru gitmek zorunda kalmıştır.
Cumhuriyetin ilânından sonra hem maaşa, hem de İstiklal Madalyasına hak kazandı..Tekrar toprağına döndü, hayatında hiç bunları yaşamamış gibi çiftçiliğe başladı. Ve bir gün Ankara’dan onu ziyaret gelenleri dinledi, dinledi, güldü ve şöyle dedi.
-Biz işimizi tamamladık efendiler. Savaşta dik duran başımızı siyasette eğmeyiz. Tilkinin pazarda işi yoktur. Gazi Paşa Hazretlerine hürmetlerimi arz ederim.
Rizeli “İpsiz” Recep Reis ve arkadaşları düşmanla ve yerli işbirlikçilerle savaşmışlardı. Vatanın ve milletin istiklâli için onların ipinde asılmayı göze almışlardı.
İstiklal Savaşı’nda her türlü zorluğa karşı mücadelesini sürdürüp, milli duygularının sesine göre fedakarlıktan çekinmeden başarı gösteren İpsiz Recep, 1928 yılında Yenimahalle’deki evinde ölmüş, vasiyeti üzerine mezarı Karasu şehir mezarlığına defnedilmiştir. İpsiz Recep’in kişiliğini tanıyan, iyiliğini unutmayan, yardımı borç ve görev sayan Karasulular tarafından hizmeti ve kişiliğine yaraşır şekilde yaptırılan mezarı muhteşem görünüşü ile göze çarpmaktadır.




19 Ocak 2010 Salı

DUBROVNİK-STARİ GRAD - 1

Değerli dostlarım,
Zaman buldukça dünyanın değişik yörelerinden çektiğim fotoğrafları sizlerle paylaşmak isterim. Sizleri sıkmadan kısa anekdotlarla tanıtmaya çalışacağım.
Hırvatistan'ın Dubrovnik kentindeyiz. Avrupa'nın pek çok eski şehrinde, daha doğrusu Doğu Avrupa kentlerinde, "eski şehir" anlamına gelen "Stari Grad"lar bulunmakta. Bu şehirlerden en ünlülerinden birisi Dünya Kültür Mirası listesine kayıtlı olan Dubronvikte. Yaklaşık 2000 metrelik şehir surlarının içinde son derece iyi korunmuş vaziyette. Yukarıdaki çeşme, Stari Grad'ın "Pile" isimli kapısının hemen yanındaki meydanda yer alıyor.
Stari Grad'dan bağımsız, kuzey yöndeki şehrin denizi gözetleyen küçük bir kalesi.
Stari Grad'ın "Pile kapısının sol yanında yer alan sur duvarları.
Pile kapısının girişe göre sol yanında yer alan sur duvarları
Pile kapısından, Stari Grad'ın doğu yönde kalan surları ve Stari Grad'ı çevreleyen modern çevre yolu.
Stari Grad'ın "Pile" kapısının girişindeki alınlık. Hemen hemen tüm Avrupa şehirlerinin kendi koruyucu azizleri bulunmakta. Alınlıkta heykeli yer alan korucu aziz Sebasteli Vlas (ya da Aziz Blasius)
(Stari Grad'a ileride tekrar devam edeceğiz.)

18 Ocak 2010 Pazartesi

GAZİKOVAN



Pek çoğunuzun internet ya da başka kanallardan bu duygu yüklü anıyı duyduğunuz sanıyorum. Yine de sitemizde yayınlamaktan heyecan duyuyorum. Yalnız sabırla sonuna kadar okuduğunuzda farklı kaynaklarda farklı sonuçlara varıldığını göreceksiniz. Hangisinin daha doğru olduğu konusunu bir anlamda da tartışmaya değer görüyorum:


Dr. M. Galip Baysan'ın duyuma dayalı nakledişi;



Mart 1921, İnönü Ovası, insanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuşun sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı 18 saattir durmadan sürüyordu. Ethem Çavuş 75 mm.lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen düşman mevzilerine kıyamet yağdırıyordu.
Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerinde bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden yapılmış mermi kovanına yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanı da bu sefer soğusun diye yere attı.
Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı Ethem Çavuş ve arkadaşlarına dinlenme emri verdi. O, ilk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu. Kovanın üzerinde “Karahisarlı Şevki Çavuş,4.Alay2.Tabur8.Batarya- 26 Rebiülahir 1339 İnönü” yazıyordu.


6–10 Ocak 1921 tarihindeki Birinci İnönü Muharebesinin en kızgın günlerinden birinde yazılmış bu not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalatı harbiye ( Savaş malzemeleri üretim) atölyelerinde çalışanlardan bir mesaj iletildiğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara’daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye gönderilirdi.
Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durmuş, birlikler yeni mevzilere yerleşmişti. Ethem Çavuş cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının “kalem” dedikleri metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi künyesini kovana kazıdı. “Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay3.Tabur1.batarya 20 Recep 1339 İnönü


5 gün sonra, Ankara’daki Atölyenin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustasına seslendi. Sesinde eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. “Kamil Usta! Müjdemi isterim. Senin yavru cepheden dönmüş.”
Çalışanların hepsi sandıkların olduğu kısma koşarak kovanın üzerindeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii bu şeref Kamil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar Kamil ustayı yeni baba olmuş biri gibi kutluyor, hayır dualar ediyorlardı. Ustalar iş tezgâhlarının birinin başında toplandılar. Kamil usta kovanın ağzının ezilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu.
Mermi hazır olunca Ethem çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla (bez parçası ile) merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan cephane sandığına yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan “Allah kavuştursun” deyip işlerinin başına döndüler. Kamil usta halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp “Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi” dedi.
Kovan Birinci İnönü Muharebesi sırasında üzerindeki ilk notla Kamil ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Şevki çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden pek emin değildi ama denemeğe değerdi. Kalemi bunun için hazırlamış ve kovana bir bezle sarmıştı. İşte Aksekili Ethem çavuş ümitlerini boşa çıkarmamıştı. Cephede patlatılan bir merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşebileceklerdi.


Eylül 1922- Ankara
Bir buçuk yıl içinde kovan 8 kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da 8’e ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka Alay ve Taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaratıyor, İstiklal Savaşının her zorlu durağından Ankara’ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk Ordusunun İzmir’e girdiği gün Ankara’da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir de bakır künye vardı. Kovanın üzerine yazılmış 9ncu notta “Karahisarlı Seyfi Çavuş4.Alay2.Tabur8 Batarya 12 Muharrem 1341 Banaz” yazılı idi. Atölyedekilere büyük bir merakla mektubu açıp okumaya başladılar.


Bismillahirrahmanirrahim:
Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allaha şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk Ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir’e kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz’daki muharebede Bataryanın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunları ile şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden askerin künyesi ailesine gönderilir. Lakin 5 gün önce Karahisarı ( Afyonkarahisarı) ele geçirdiğimizde Seyfi Çavuşun ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp, anacığını, babacığını defnedemeden (gömemeden) düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığımız kadarı ile bu topçu askerlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır, dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun.
Yüzbaşı Muhsin Talat 4.Alay2 Tabur 8.Batarya Komutanı 14 Muharrem 1341- Salihli


Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazı ile kardeş oldukları Seyfi çavuşun ardından fatiha okuyup âmin dediler. Kamil usta yutkunarak tezgâhın başına oturdu, kovanı yeniledi ama bu sefer küçük bir perçinle Seyfi çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.


Ocak 1923- Ankara
Savaşın bitmesinin ardından Ankara’daki mühimmat deposunda sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Görevli subaylardan biri olan Teğmen Hamdi Vasıf; Kamil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Her halde kovanın hikâyesini biliyordu. Böyle bir anının belki de yıllarca sandıkların içinde kalmasına gönlü razı olmadı. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi alıp evine götürdü. Niyeti ömrünün sonuna kadar mermiyi bir savaş anısı olarak saklamaktı.
29 Ekim 1923- Ankara
Teğmen Hamdi Vasıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce, 20.30 sıralarında Meclisten Cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. Cumhuriyetin ilanı 101 pare top atışı ile karşılanıyordu. Atışlar başlamıştı ve teğmen Hamdi Vasıf’a göre Seyfi çavuşun mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Hızını arttırdı, 70 ya da 80nci atış yapılırken topçuların yanına ulaşabildi. Batarya komutanı Yüzbaşı Muhsin Talat’ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.
Hamdi Vasıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım.” Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.
Evet, teğmenim sizi dinliyorum.”
Teğmen üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı.
101nci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım, müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim. " Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmadan genç teğmenin ellerini öpecekti.
Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı, kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Şapkasını çıkarıp önünde durdukları kale surunun üzerine koydu, mermiyi şapkanın içine yatırdı, beklemeğe başladı.Toplar atışlarına devam ediyorlardı.82,83….97,98,99.
On dakika kadar sonra atışları sayan çavuş “ Yüzüncü atıldı Komutanım” tekmilini verdi. Bunun üzerine Yüzbaşı Muhsin Talat kovanı topun yatağına kendi elleri ile sürdü. Subaylar kılıçlarını çekip selam durumuna geçtiler, bunu gören çevredeki bütün askerler selam durdular ve komutan “ Ateeeş!” emrini verdi. O son top sesi Ankara’nın her duvarından yankılanıp bütün cihana dört yıllık İstiklal Savaşının bütün hikâyesini anlatıyor gibiydi. Savaş, Cumhuriyet, Demokrasi, Özgürlükler. Hiçbir şey kolay kazanılmamıştı.

Dr. M. Galip Baysan'ın anıları burada bitiyor...


Birçok kaynakta devamı aşağıdaki gibi;


Dört gün sonra kovan,Millet Bahçesinde bir tahta masanın üzerindeydi ve çevresinde 3 adam oturmuş sohbet ediyorlardı.Yüzbaşı Muhsin Talat,Teğmen Hamdi Vâsıf ve Kamil Usta o gün aralarında bir karar aldılar.Kovanı her yıl cumhuriyet bayramında değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı.Kovanın nihai sahibi,içlerinde en son ölen kişi olacaktı.1936 yılında Kamil Ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat’ın vefaat etmesiyle kovan Hamdi Vâsıf Gazikovan’a kaldı.1934’teki soyadı kanununda bu üç adamda “Gazikovan” soyadını almışlar,kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı.Aralarındaki ülkü kardeşliği ise zaten yadsınamazdı.”Kovan”sözcüğü insanlarda “kovalayan”anlamını çağrıştırıyordu.Bu yüzden 3 adam da soyadlarının anlamını sorana sormayana,hikayeyi heves ve gururla anlatıyorlardı.

Temmuz 2005 İstanbul Gazikovan ailesinin evi
Alooo!İyidir kanki, yaa noolsun!Siz ne ayardasınız?Bizim valide sultan akşam akşam iş çıkardı başıma...Taşınıyoruz ya;bodrumdaki öteberiyi toplayacakmışım.Birsürü ıvır zıvır var.Bir hurdacı çağıralım dedim dinletemedim...Ya!Gelirim gelmesine de annem yaratık gibi dikilmiş başıma hareket çekiyor.Tamam baba.Araşırız.Byeee!”
Evin 20 yaşındaki oğlu Sertan telefonu kapatıp annesine ters bir bakış fırlattı;
Ne var yaa?Ne kaynaşıp duruyon?”
“Doğru konuş yırtarım ağzını.Bodrumu toplamadan hiçbir yere gidemezsin
.”
Tamam yaa!Toplayacağız işte”
“Hadi sallanma

Sertan karanlık ve nem kokan bodrumun ışığını yakıp ayaklarının dibinde yığılı karton kolilere sıkı bir tekme savurdu.Nereden başlayacağını bilmez bir halde kolilere bakarken bir tanesini sinirle tepetaklak etti.Koliden dökülenlerin en üstünde sedef kakmalı ahşap bir kutu gözüne çarptı.Kutuyu açıp içindeki kovanı çıkardı.Bir silah üstündeki Osmanlıca yazıları inceledikten sonra kutudaki meşin kaplı defteri eline aldı.Mürekkepli kalemle muntazam bir yazıyla doldurulmuş defteri okumaya koyuldu.Neyse ki defterdeki yazılar Latin alfabesiyle yazılmıştı;

Evlatlarım,torunlarım!

Bu kovan şanlı bir tarihin tezahürüdür.Üzerinde yazanları inayeti üzerlerinize olsun.Babanız,dedeniz,
Emekli Albay Hamdi Vâsıf Gazikovan. 29 Ekim 1953”


Hamdi Vâsıf ve eşinin 1956 yılında bir deniz kazasında ölmesi üzerine eşyaları ,acılı aileye yardım etmek isteyen konu komşu tarafından toparlanıp oğulları Şerif ve kızları Hamiyet’in evlerine götürülmüştü.İşe yarar eşyalar iki evde kullanılırken,kutuların çoğu yıllar boyu hiç açılmamış,bodrum katlarda neredeyse çürümeye terkedilmişti.Babasının kovan hakkındaki hikayesini defalarca dinlemiş olan Şerif Bey ,bir yığın eşyanın arasından kovanı bulup çıkarmaya üşenmiş,her aklına geldiğinde bir sonraki sefere demiş.Lakin kovan gün yüzüne çıkamadan Şerif Bey de Hakkın Rahmetine kavuştu.Ardında,hikayeyi önemsemeyecek kadar az bilen iki evlat bırakarak.Hamdi Vâsıf’ın bu en değerli mirasına 50 yıl sonra ilk dokunan,torununun çocuğu Sertan oldu.Genç adam loş ışıkta defterin sayfalarını hızlı hızlı çevirerek her sayfadan birkaç cümle okudu.Defterde yazılanlar çok da ilgisini çekmemişti.O sırada çalan cep telefonunu yanıtladı;
Alooo!...
Hadi yaa!Megafikir!...
...tamam moruk. Geliyorum.Bekleyin
Kızlardan kimler var?..
.Ufff! Kadroya bak!Pelin’e dokunanı yakarım bilmiş olun”


Elindeki kovanla defteri duvarın dibine doğru fırlatıp bir küfür savurdu
Ulan başlarım kovanına daaaa,defterine de!.”Söve saya merdivenden çıktı.Annesinin bağırtılarını kulak arkası ederek kapıyı çarpıp kendini sokağa attı.Alemlere akmaya gidiyordu.Bir hafta sonra hamallar Gazikovan ailesinin eşyalarını Sarıyer’deki yeni evlerine indirirken,Maltepe belediyesinin temizlik işçileri ise boş evin önündeki karton kutuları çöp arabasına yüklüyorlardı.
Aracın hidrolik presi tıslayarak kutuları hazneye sıkıştırırken yükselen çatırtılar,bir milletin kadirbilmezliğine yakılmış bir ağıt gibiydi.Çatırdayan kovanın,sedef kakmalı tabutu değildi tabii ki, Cumhuriyetin yitirilen ruhuydu.Mustafa Kemal’in tüm kötülükleri,cehaleti,geriliği ve aczi içine hapsedip kilitli bir şekilde milletine emanet ettiği Pandora kutusuydu.Çeyrek asır süren bir diriliş efsanesinin,yarım asır daha sonra gördüğü muameleye isyanıydı.Ve hatta,Sertan’ın yaşındayken Şehit olan Karahisarlı Seyfi Çavuşun kemikleriydi.


(Daha zayıf bir kaynağa göre gazi kovan şu anda anıtkabir müzesinde. Ancak maalesef detay bilgi bulamadım.)


Bu anı konusunda sayın Cengiz Önal, kendi sitesinde (http://cengizonal.blogspot.com/2009/10/degerli-dostlar-milli-mucadele-ve.html)

"Savaşın en yoğun olduğu dönemlerde, cephe hattına tam sekiz kez gidip-gelen ve her defasında da dolumu İmalat-ı Harbiye’de yapılan Gazi Kovan, yaptığım araştırmalar neticesinde, bugün, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar BÜYÜKANIT Paşa’nın kişisel gayretleriyle hediye edildiği MKE Genel Müdürlüğü’nde bulunmakta ve Kurumun Genel Müdürlük katında sergilenmektedir." demektedir.


Bu bilginin doğru olmasını içten temenni ediyorum.

ONLARI UNUTMAYIN - 9

(Bu hikayeyi ilk okuduğumda gerçek olamayacak kadar gerçek (!) diye düşünmüştüm. Ancak daha sonra özellikle halen yaşayan akrabalarına ilişkin detaylara ulaşınca değerini kavradım. Uzun süredir özet olarak hazırladığım "onları unutmayın" dizisine girecek değerde bir hikaye olduğuna karar verdim. Çok kişi tarafından bilindiğini varsaymama rağmen yazmaya değer gördüm.)


Tarakçıoğlu Mehmet ve Menteşeoğlu Abdullah


İngilizler Hindistan'ı işgal eder, Hindistan Kralı Osmanlı'dan yardım ister. Yıllardır savaş içinde olan Osmanlı bu yardımı karşılıksız bırakmamakla birlikte 350 kişilik bir askeri birliği gemiyle Hindistan'a gönderir.
350 kişilik birlikten 20 kadarı hastalıktan yolda şehit olur, kalan 330 Osmanlı askeri Hindistan'a çıkarlar ve İngilizlerle savaşmaya başlarlar.
Mühimmat açısından kısıtlı olan Osmanlı askerleri birkaç günlük mücadeleden sonra teknolojik donanıma sahip İngiliz askerleri karşısında yenik düşerler. 40 kadarı esir alınır, diğerleri de savaşta şehit olur.
Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askeri İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bu gemi bir seferinde Avustralya'ya uğrar. İki Osmanlı esiri bir yolunu bulup kaçarlar.
Bir süre sonra, adı Karadeniz diyarından Menteşeoğlu Abdullah olan, baba mesleği dondurmacılığa başlar. Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet de kasaplık yapar.
Birinci Dünya Savaşı'nda Avustralya Çanakkale'ye asker çıkarır ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar. Hemen buluşup durum değerlendirmesi yaparlar.
Biz Osmanlı askeriyiz ve Avustralya'da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlı'ya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş. Bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler. Alırlar kağıdı kalemi ve yazarlar:

Sayın Avustralya Başkanı Ekselans hazretleri;
Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki devletimiz Osmanlı'ya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale'ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Osmanlı askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız.
Bu bir Osmanlı fermanıdır.
Ekselansların bilgilerine duyurulur.
Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet,
Karadeniz diyarından Menteşeoğlu Abdullah.”

İki Osmanlı askeri, Sidney'in 250 km. uzağında Karlıdağlar denilen bölgede önce, virajlarda tren raylarını sökerek 3 treni devirirler. Üçüncü tren kazasında askeri muhimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basarlar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar. Ne olduğunu bir türlü çözemeyen Avustralya devletinin sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve mektubun atıldığı bölgeye 250 kadar asker gönderirler.
İki Osmanlı askeri aranmaya başlanır. Bir kaç gün sonunda sıcak çatışma olur ve Osmanlı askerleri bu Karlıdağlar da şehit edilir.
İki askerin mezarı şu an da Sidney'e 250 km. uzakta Karlı Dağlar'da. Avustralyalılar iki Osmanlı askeriyle savaştık demek zorlarına gittiği için bu askerlere Hindistan asıllı diyorlar.
Oysa Hindistan'da ne Karahisar diyarı, ne de Karadeniz diyarı diye bir bölge yok.

Konuda adı geçen Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah,Eski Samsunspor Kulüp Başkanı Hasbi MENTEŞOĞLU'nun büyük amcasıdır.
Diğer adı geçen, Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet,Afyonkarahisar Tınaztepe Kasabasındandır, akrabaları, “Tarakçıoğlu” lakabıyla anılırlarken soyadı kanunu geldiğince ERTUNÇ soyadını almışlardır.
Tarakçığlu Mehmet, Rasik ERTUNÇ'un amcası olup, Rasik ERTUNÇ, 1999 yılında 93 yaşında vefat etmiştir.
Oğulları Süleyman ERTUNÇ, Ahmet ERTUNÇ, İbrahim ERTUNÇ, Mehmet ERTUNÇ, Mahmut ERTUNÇ, Necati ERTUNÇ olup halen Afyonkarahisar Tınaztepe kasabasında tarımla uğraşmaktadırlar.

14 Ocak 2010 Perşembe

ŞARKILARIMIZ RÜZGARA ÇIKMALIDIR

Bugün biraz gerilere gideceğim. 1979 yılında, yeni bir biçim ve isim verdiğimiz “İş Yaşamı” Dergisini çıkarırken, bir sayının arka kapağına uygun bir şiir bulmamı istediler. Epeyce araştırdıktan sonra günün koşullarına uygun aşağıdaki şiiri seçmiştim. O günlerin koşullarını yaşayanlar bilir. Ölüm-Yaşam-Kavga-İnanç-Umut-Direniş-Özgürlük-Gelecek güzel günlere özlem iç içe koyun koyunaydı.
Seçeceğim şiirde belki bunların hepsini kapsayacak denli güzel olmalıydı. Sonuçta dergimiz, arka kapağında bu şiirle çıktı. Şiirin fonunda da bir çalışanımızın çizdiği güzel bir desen vardı.
Dergimizin o sayısı çok beğenildi. İçeriğiyle en sevdiğimiz sayılardan biri oldu.
Şimdi bu şiir 31 yıl aradan sonra “tekrar rüzgara çıkmalıdır” diyorum.

(Direnen TEKEL ve İTFAİYE işçilerine en derin saygı ve sevgilerimle )

Şarkılarımız

Şarkılarımız
varoşlarda sokaklara çıkmalıdır.
Şarkılarımız
evlerimizin önünde durmalı
camlara vurmalı
kapıların ellerini sıkmalıdır,
sıkmalıdır
acıtana kadar,
kapılarbağlı kollarını açana kadar...

Biz anlamayız
tek ağzın türküsünü.
Her matem gecesi
her bayram günü,
şarkılarımız
bir gaz sandığını yere yıkarak
sandığın üstüne çıkarak
kocaman elleriyle tempo tutmalıdır.
Şarkılarımız
çam ormanlarında rüzgar gibi bize kendini
hep bir ağızdan okutmalıdır!!.

Şarkılarımız
ön safta en önde saldırmalıdır düşmana.
Bizden önce boyanmalıdır
şarkılarımızın yüzü kana..

Şarkılarımız
varoşlarda sokaklara çıkmalıdır!
Şarkılarımız
bir tek yüreğin
perdeleri inik
kapısı kilitli evinde oturamaz!.
Şarkılarımız
rüzgara çıkmalıdır...

Nazım Hikmet Ran

13 Ocak 2010 Çarşamba

ARAYİK DAĞ YÜRÜYÜŞÜ

Fuat hocamla birlikte sonunda, doğa yürüyüşlerine başlamaya karar verdik. Kısa bir süre önce tanıştığımız "Artıyaşam" grubunun internet sitesinden kendimizce bir yürüyüş seçip katılmaya karar verdik. Ancak ne bu konuda bir deneyimimiz var ve ne bunun epeyce malzeme gerektiren ciddi bir spor olduğunun farkındayız. Tek güvendiğimiz yılların sporcusu olarak kondüsyonumuz.
Grup, 3 rehber ve 7 katılımcı olarak 10 kişiden oluştu. Gördüğünüz gibi diğer tüm katılımcılar ciddi ve profesyoneller. "Arayik dağı" olarak nitelenen Eskişehir'in Sivrihisar ilçesini çepeçevre kuşatan dağ silsilesi. 10 Ocak 2010 günü turumuz 08'de Ankara'dan hareketle başladı. 10.00'u biraz geçe ulaştığımız T.Ş.O.F. Dinlenme tesislerinde yol hazırlıklarına başladık. Tam 10.30'da yola koyulduk. Yumuşak eğimli bir etekten tırmanışa başladık.
Kayalarda ilk zirvemizi yaptık. Doğada küçük bir tepeyi fethetme zevki içindyiz.
Arayik dağlarının yalnız, hırçın ve hayran olunası güzellikleri.
Neşeli yürüyüşümüze devam ediyoruz. Dağ silsilesi 300 metrelik iniş ve çıkışlarla devam ediyor. Gün içinde toplam kaç iniş çıkış yaptığımız sayamadım. Uzman rehberimiz Neşet bey, ilk defa çıktığını iddia etse de muhteşem bir performans ile inanılmaz yollardan bizi başarıyla dolaştırıyor.
Henüz 1-2. saatler içindeki grubumuz güçlü ve enerjik. Şimdilik oldukça hızlı ilerliyoruz.
Birkaç dakikalık nefes aldığımız molalarımızdan birindeyiz.
Bir başka tepenin zirvesinde mutlu ve biraz yorgun kısa bir dinlenme içindeyiz
Tepelerin fetihleri bitmiyor. Bu acaba kaçıncı tepe idi?
Akşam yavaş yavaş çöküyor. Dağlarda güneşin ışık oyunları müthiş. Ancak seyretmeye çok zamanımız yok. Zira turumuz bütün hızıyla sürüyor.
Her zirve bize dinlenme için 5'er dakikalık ikramiyeler veriyor. Bunlardan birinin keyfini yaşıyoruz. Sevgili rehberlerimiz toplam turun 12.000 metre olduğunu söyleselerde bunun doğru olmadığı kanaatı bizde uyanıyor.
Tepelere veda vakti geliyor. Artık inişteyiz. Saat 17.00'de Sivrihisar'ın içine iniyoruz. Ancak bizi şimdi de 45 dakikalık şehir içi geçişi bekliyor. Saat 18.00'e doğru aracımıza bindiğimizde tam 7 saati aşkın yürüyüşümüz sona eriyor.
Ancak önemli deneyimlerimiz var. Bu sporu yapacaksak ciddi malzeme hazırlığı ve stokunun gerektiğini öğreniyoruz. Artıyaşama bize bu güzel günü yaşattığı için teşekkür ediyoruz. (www.artiyasam.com) sizlere de bu güzel kapıyı açabilir. Kimbilir belki bir başka gezide sizinle de karşılaşabiliriz.