26 Şubat 2010 Cuma

MUSTAFA KEMAL'İN ORDUMUZA SON SESLENİŞİ



"Zaferleri ve mazisi insanlık tarihiyle başlayan her zaman zaferle beraber medeniyet nurları taşıyan kahraman Türk ordusu!

Memleketini, en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan, Cumhuriyet'in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarıyla mücehhez olduğun halde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.

Bugün, Cumhuriyet'in 15. yılını mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden büyük Türk milletinin huzurunda kahraman ordu, sana kalbî şükranlarımı beyan ve ifade ederken, büyük ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum.

Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dahilî ve haricî her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve âmade olduğuna, benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır. Büyük ulusumuzun orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlarla bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragat-i nefs ve istihkâr-ı hayatla her türlü vazifeyi ifaya müheyya olduğunuza eminim. Bu kanaatle kara, deniz, hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selamlar ve takdirlerimi bütün ulusun muvacehesinde beyan ederim.

Cumhuriyet Bayramı'nın 15. yıldönümü hakkınızda kutlu olsun..."

29 Ekim 1938
Mustafa Kemal ATATÜRK


25 Şubat 2010 Perşembe

ONLARI UNUTMAYIN - 12

Karayılan ( 1888 - 24 Mayıs 1920 )
Asıl adı Mehmet olan Karayılan; Gaziantep’in 40 km. kuzeyinde Kahramanmaraş ili Pazarcık ilçesi Höcüklü köyü Elifler mezrasında 1888 yılında doğmuştur. Karayılan, hayvan sürüleri bulunan ve çevresine göre zengin sayılan bir köylü ailesine mensuptu. Karayılan’ın babası 1904 yılında Ermeni eşkıyaları tarafından obasına yapılan baskın sırasında şehit edilmiştir. Bu tarihte Karayılan 16 yaşındaydı.
Genç yaşta yalnız kalan Karayılan, kendi kendine okuma-yazmayı öğrenmiş, bir süre köy imamlığı yapmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nda Rus Cephesinde savaşmış, çeşitli yararlıklar göstermiş ve çavuşluğa terfi ettirilmiştir. Bu savaşta ayağından yaralanarak Malatya Hastanesi’nde tedavi edilen Karayılan, daha sonra köyüne dönmüştür. Hükümet kuvvetleriyle birlikte eşkıya Bozan Ağa’yı vurmuş, avanesini dağıtmıştır
Antep savaşı şiddetlenince çetesiyle Karabıyıklı’da düşmana ilk ve kesin darbeyi indiren Karayılan, Kuvâ-yi Milliye safına katılmıştır. Daha sonra Dülük köyüne gelerek şehri kuşatan Fransız çemberini yarmış ve Antep’e girmiştir. Karargah olarak önce Bekirbey sonra Karagöz camisini kullanmıştır. Şehir içi ve şehir dışı savaşlarına katılmıştır. Kendisine Şıhın Dağı’ndaki ( Sarımsak Tepe ) Fransızları püskürtmesi emri verilen Karayılan, bu çarpışmada ( 24 Mayıs 1920 tarihinde ) şehit düşmüştür.
Bu olayla birlikte Karayılan ismi, Antep Halkını temsil eden kahramanlardan biri olmuştur.
KIZININ AĞZINDAN KARAYILAN'IN GERÇEK HİKAYESİ
Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşanan Gaziantep Savunması, bugün din, dil, etnik farklar yüzünden birbirini yiyen insanlara yaklaşık 90 yıl önceden çok güzel bir cevap veriyor. Bu cevabı verenler vatan ve özgürlük tutkusundan başka doğru bilmeyen, Türkler'in, Ermeniler'in ve Kürtler'in yaşadığı bir bölgenin çocuklarıydı. Bütün yokluklar ve imkânsızlıklar içinde hiçbir yerden yardım almadan Birinci Dünya Savaşı galibi Fransız ordusuna karşı eşi benzeri az görünen bir şehir savaşı verdiler. Fransız ordusuyla, şehirlerini geri almak için 11 ay bütün gücüyle savaşan, o günlerin deyimiyle Ayıntap (Antep) halkı sadece kendi şehirlerini değil, dilden dile yayılan kahramanlıklarıyla da tüm Güneydoğu Anadolu'yu bir istiladan kurtarmış oldu. Gaziantep Savunması'nda hayatını kaybeden 6317 sivilden ilk akla gelense daha çok "Karayılan" lakaplı Mehmet oldu.
Mehmet'in 88 yaşındakı kızı Selvi Sevimli'nin ağzından Karayılan'ın gerçek hikayesi: (Kahramanmaraş'ın Pazarcık İlçesi Höcüklü Köyü Elifli mezrasında yaşıyor)
"Babam Mehmet Birinci Dünya Harbi'nde Rus Cephesi'nde savaşmış, adı batası Sarıkamış'tan sağ gelmiş. Ayağından yaralanmış. O zaman Erzurum hastanesine taşımışlar, sonra da Malatya'ya hastaneye getirmişler. İyileşince de 'Savaş bitti, git evine' demişler. Geri dönünce babamı aşiretin başına geçirmişler. Karayılan için 'çoban idi', 'ırgat idi' derler ama babam Kabalar aşireti reisidir. Ayıntap'a düşman geldiğini duyunca bütün malını satıp silah almış."
Selvi kadının anlattığına göre Karayılan hayvan sürüleri bulunan ve etrafına göre zengin sayılan bir ailenin çocuğuymuş. Bahar ve yaz aylarında Adıyaman ve Maraş yaylalarında kışın ise Antep'in 45 km kadar kuzeyinde konaklayan bir aşiretin reisiymiş. Ermeni eşkiyasının babasını öldürdüğünde 16 yaşında bir delikanlıymış. Yaylalarda sürülerini otlatırken, bir çok eşkiyayla karşılaşmış. Bu durum onun az zamanda usta bir silahşor olarak yetişmesine sağlamış. Savaştan geldikten sonra düşman kuvvetlerinin Antepe girdiğini gören Karayılan bütün varını bu yolda harcamaktan çekinmemiş.
Selvi kadın şöyle devam ediyor: "O zaman hükümet zayıf idi. Bize hükümet bakamadı. Babam baktı. Koyunlarımızı satarmış, öküzleri satarmış, sana diyeyim ekinimizi çubuğumuzu satarmış, katır yükleriyle silah satıp Fransız'a karşı çeteleri silahla donatmış. Malını satmasına ailesinden karşı çıkanlar olmuş. "Sen aklını mı yitirdin? Bu kadar hayvanı, malı satıp sen nereye gidiyorsun" diyen anasına Karayılan, 'Ana Rus'un, Ermeni'nin yaptıklarını görseydin, şimdi sen de durmaz giderdin" dermiş."
Bana yardım etmek için geldiler buralara. "Sana aylık bağlayacağız" dediler ama istemedim. Etme dedim bana yardım. Allah'a şükür benim yardıma ihtiyacım yok.

Karayılan Hikayesi (Antep Destanı)

BİRİNCİ BAP
YIL 1918-1919

Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.
İstanbul 918 Teşrinlerinde,
İzmir 919 Mayısında
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar;
Mayıs ortalarından
Haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
buğdaya başlanırken
yuvarlandılar.

Adana,
Antep,
Urfa,
Maraş: düşmüş dövüşüyordu...

Ateşi ve ihaneti gördük,
Ve kanlı bankerler pazarında
Memleketi Alman’a satanlar,
Yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler.
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
iki kat soyulmamak için.

Ateşi ve ihaneti gördük,
Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,
Yeşilırmak, Kızılırmak,
Gültepe, Tilbeşar ovası,
gördü uzun dişli İngiliz’i.
Ve Aksu’yla Köpsu,
Karagöl’le Söğüt gölü
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
büyük, aşık ölü,
şapkası horoz tüylü İtalyan’ı gördü.
Ve Çukurova,
kıyasıya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
ve Seyhan ve Ceyhan
ve kara gözlü Yürük kızı,
gördü mavi üniformalı Fransız’ı.
Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
Eşraf ve ayan ve mütehayyizanın çoğu
ve ağalar:
Bağdasar ağadan
Kellesi Büyük Mehmet Ağaya kadar,
düşmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
ve istiklali yakıp yıktıkça düşman,
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
ve çığ gibi çoğaldı çeteler
ve köylülerden paşalar görüldü,
kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,
Kısık gözleri,
seyrek sakalı,
hafif makineli tüfeğiyle
dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşam üstü
Ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
ne zaman sıkışsa bizimkiler,
peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ateş etti
ve düşmanı dağıttı
ve kayboldu dağlarda yine.

Ateşi ve ihaneti gördük,
Dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık İzmir’de Aydın’da,
Adana’da dayandık, dayandık Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te.

Antep’liler silahşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı art ayağından vururlar v
e Arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.
Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.

Antep’liler silahşor olur,
Antep’liler yiğit kişilerdir.
Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı,
Belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeye vakit bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi v
e korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
Yiğitlik atla, silahla olur,
Onun atı, silahı, toprağı yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
Ve böyle kocaman kafalıydı
Karayılan
Karayılan olmazdan önce.
Düşman Antep’e girince
Antepliler onu
Korkusunu saklayan
Bir fıstık ağacından
alıp indirdiler.
Altına bir at çekip
eline bir mavzer v
erdiler.
Antep çetin yerdir.
Kırmızı kayalarda
Yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada
İleri geri.

Düşman tutmuştu tepeleri,
düşmanın topu vardı.
Antepliler düz ovada
Sıkışmışlardı
Düşman şarapnel döküyordu,
toprağı kökünden söküyordu.
Düşman tutmuştu tepeleri.
Akan: Antep’in kanıydı.
Düz ovada bir gül fidanıydı
Karayılan’ın
Karayılan olmazdan önceki siperi..
Bu fidan öyle küçük,
Korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
namluya tek fişek sürmeden
yatıyordu yüzükoyun.

Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.
Antep’liler silahşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.
Fakat düşmanın topu vardı.
Ve ne çare, kader
düz ovayı Antepliler
düşmana bırakacaklardı.
“Karayılan” olmazdan önce
umrunda değildi Karayılan’ın
kıyamete dek düşmana verseler Antep’i
Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar. Y
aşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.
Siperi bir gül fidanıydı onun,
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzü koyun
ak bir taşın ardından
kara bir yılan
çıkardı kafasını.

Derisi ışıl ışıl,
gözleri ateşten al,
dili çataldı.
Birden bir kurşun gelip
kafasını aldı.
Hayvan devrildi kaldı.

Karayılan
Karayılan olmazdan önce
kara yılanın encamını görünce
haykırdı avaz avaz
ömrünün ilk düşüncesini:
“İbret al deli gönlüm,
demir sandıkta saklansan bulur seni,
ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.”

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
Bir tarla sıçanı kadar korkak olan, f
ırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı Anteplileri,
seğirttiler peşince,
Düşmanı tepelerde yediler.
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
Bir tarla sıçanı kadar korkak olana:
KARAYILAN dediler.

“Karayılan der ki: Harbe oturak,
Kilis yollarından kelle getirek,
nerde düşman varsa orda bitirek,
vurun ha yiğitler namus günüdür...”
Ve biz bunu böylece duyduk
ve çetesinin başında yıllarca namı yürüyen
Karayılan’ı
ve Anteplileri
ve Antep’i
aynen duyup işittiğimiz gibi
destanımızın birinci babına koyduk.

Nazım Hikmet Ran

24 Şubat 2010 Çarşamba

ABANT SİNEKLİ YAYLASI YÜRÜYÜŞÜ

Geçen hafta sonu yapacağımız yürüyüşün güzergahını seçmekte epey tereddüt yaşadık. Her ne kadar Ankara'ya yakın rotalarda yürüyüş yapan gruplar varsa da "Artıyaşam" grubunun bu kez daha farklı bir uygulama ile oldukça uzak bir yürüyüş seçmesine rağmen "Abant Sinekli Yaylası Yürüyüş"üne katılmaya karar verdik. Bizi düşündüren gidiş geliş mesafesinin çokluğu idi. Yaklaşık 3 saatlik gidiş ve bir o kadar da dönüş yolu gözümüzde büyüse de hareket saatinin 07.00'de olacak şekilde 1 saat erkene alınmasıyla sorun çözüldü.
Nisbeten şehir dışında oturduğum için aracımı, Fuat hocanın evine bırakmak için saat 05.00'de kalkıp son hazırlıkları tamamlayıp yola çıktığımda saat 06.00'yı geçiyordu. Hafta sonu tatillerinde sabah uykusunu seven doktorum ben geldiğimde yeni kalkmıştı. Aracımızın kalkış yeri Kızılay'a tam zamanında ulaştık.
Abant, yer olarak üç değişik iklimin kesişim yerinde olan çok ilginç bir bölge. Gidenlerinizin bileceği gibi Abant ormanları, Karadeniz bölgesinin en batı ucunu başlatan orman grubudur. Aynı zamanda kuzeyden Marmara bölgesinin ve güney doğusundan İçanadolu bölgesinin iklim tesirlerine de açıktır.
Her ne kadar şu günler, kış mevsimi sayılıyorsa da aşırı sıcak giden kış sebebiyle hava gündüzleri 6-8 C civarında olduğundan inanılmaz hava olayları yaşanan bir üçgen olan Abant'ta neredeyse tüm hava olaylarını yaşadık.
Otobandan çıktıktan hemen sonra girdiğimiz Abant yolunda yaklaşık 15 kilometre kadar sonra orman yolu girişinde araçtan indik. Saat yaklaşık 10 civarında olup son hazırlıklarımızı yapıyoruz. Resimde görünen köpek tam bu noktada grubumuzu karşıladı. Tüm yürüyüşümüz süresinde önümüzde yanımızda yol alarak inişe kadar bizimle geldi. Elbette karşılığını yemek molasında fazlasıyla aldı.
Güzel orman ve ağaçları muhteşem görünüşleriyle bizleri bekliyor.
Baharın müjdecileri yol kenarında ve merhaba diyor.
Yürüyüşümüzün hemen ilk 50 metresinde yağmur başladı. Tüm çıkışımız süresince bazen yağmur ve bazen dolu olarak hep devam etti. İlk birkaç yüz metrelik yükselişten sonra yerde kar görünmeye başladı. Ancak hızlı bir erime sürecinde olduğu için oldukça sulu vaziyette.
İlk yaylamız olan Sinekli Yaylasına ulaşıyoruz. Dolu yağışı henüz sona erdi. Ormanın çıkışında yayla evlerinin hemen öncesinde açıklığa ulaşıyoruz.
Kısa bir soluklanma molasından sonra daha yüksekte bulunan Sakarca yaylasına doğru orman içinden tırmanışa geçtik. Manzara o kadar güzel ki bu sırada yürüyüşümüz hızlı ve yoğun fotoğraf çekimleri sebebiyle oldukça yavaşladı. Grup oldukça dağınık vaziyette.
Fuat hocam, bu gezide benden çok bahsetmezsen küserim dediği için bu kez yazıda ona ayrı bir yer ayırıyorum. Çok keyif aldığı gezideki duygularını ,bu resmide oldukça iyi yansıtıyor. Dağa da gitsen doktorun yanında olacak canım.
İnce yağmur altında kapalı ve sisli bir atmosferde grubumuz Sakarca yaylasının ilk evlerine ulaşıyor.
Saat 13.00 ve inanılmaz bir hava değişimi ile hava yükseliyor,.Yağmur dindi. Yemek molamız yaylanın banklarında oldukça keyifli başladı.
Bir ara güneş de açarak yemeğimize ayrı bir keyif katıyor. Gezinin bu dinlenme anında rehberlerimizin bilgilendirme amaçlı anlattığı "Hipotermi" bilgileri bizleri ilginç tartışmalara sürüklüyor. Özellikle vücut ısısı düşerek hipotermiye giren kazazedenin hayata nasıl döndürüleceğine ilişkin ayrıntılar neşeli kahkahaları beraberinde getiriyor.
Deneyimli rehberimiz Ercan Aslan bizlere sucuk ziyafeti çekmek için ocağın başına oturuyor. Ancak kendisine, söz verdiği ancak yanına almadığı peynirleri, kendisine yolda zorla aldırmamıza rağmen pişen peynirler masaya ulaşmadan ocak başında tüketildiği için maalesef tadamadık.


Yemek sonunda doğanın bize verdiği süre doluyor ve gök gürlemeye başlıyor. Grubumuz hemen toparlanarak, artık iniş olan rotamıza başlamadan topluca bir anı fotoğrafı için biraraya geliyor. Elbette köpek rehberimiz önümüzde neşeyle koşturuyor.
İniş yolculuğumuzda yağmur ve doluyla, sırasıyla mücadele ederken yolumuzun, eriyen kar sularının meydana getirdiği dere tarafından kesildiğini farkediyoruz. Dere boyunca yaklaşık 100 metre gittikten sonra herkesin emniyetle geçebileceği bir nokta tesbit ediyoruz.
Dere geçişimiz, rotamızın tek zorlu kısmı. Ancak herhangi bir aksilik yaşamadan geçişimizi tamamlayıp yolumuza devam ediyoruz.
Saat 15.30 dolaylarında inişimiz tamamlayıp Abant-Bolu yoluna iniyoruz. Son hava olayı, incecik bir kar yağışı bizi karşılıyor.
Islak kıyafet değişimini tamamlayıp, sıcak soba eşliğinde çaylarımız içerken yürüyüşün son değerlendirmelerini yapıyoruz. Yüzlerde yorgunluğa rağmen mutluluk var.
Bu güzel pazar günü gezisini, aracımızla Abant gölünün etrafında bir tur atarak tamamlıyor ve zorlu bir haftaya başlamak için enerji ve moral depolamış olarak Ankara'ya dönüyoruz.
Yeni rotalarda yeni mutluluklar, gelecek haftalarda bizi beklemeye devam edecek.










23 Şubat 2010 Salı

BİR TÜKETİCİ MASALI

Bugün sizlere bir sıradan tüketicinin yel değirmenlerine karşı mücadelesinden söz edeceğim.
Bazı gereklerden ötürü, TC Ziraat Bankası’nın bir şubesinde naçizane bir vadesiz hesabım var. Geçen yıl içerisinde her üç ayda bir hesaptan, bilgim ve muvafakatım dışında 9 TL para çekildi. Yani yıl içinde toplam 36 TL parama, banka tarafından “işlem ücreti” adı altında el kondu.
Bu yılın başında şubeye bir işlem için gittiğimde hesabımdan izinsiz alınan bu “paranın hesabıma iadesini” talep ettim. Gişenin arkasında oturan bir şef, “Genel Müdürlüğü’nün feşmekan sayılı yönergesine göre, filan tarihinden sonra sözleşme imzalatılan vadesiz hesap sahiplerine itiraz üzerine işlem ücreti iadesi yapılmadığını, filan tarihten önce hesabı olanlara ise iade edildiğini” hırçın ve mezzosoprano bir tonla görüşünü beyan etti.
Hesap bilgilerime bakın” dedim. Baktılar, “siz filan tarihten sonra hesap sözleşmesi imzaladığınız için size iade yapamayız” dediler.
O halde ‘yazılı’ olarak itiraz edeceğim, bana bir alındı imzası verirmisiniz?” dedim. Düşündüler, bir yerlere telefon ettiler, sonra “bizim bu işlemle ilgili bir sorumluluğumuz yok siz, ‘Genel Müdürlüğe’ başvuracaksınız” dediler.
Oturdum, bir itiraz yazısı döşendim. Tüketici haklarından, haksız şarttan bahsettim ve “paramı iade edin” dedim. Taahhütlü mektupla 2,5 TL masraf ödeyerek ‘Genel Müdürlüğe’ gönderdim.
Çok geçmedi, 15 gün kadar sonra ‘Genel Müdürlük’ten antetli bir kağıtla ve altında iki afili imza ile bir cevap yazısı çıkageldi. Bir takım açıklamalardan sonra, “…bankanın aldığı ve internet sitesinden yapılan duyurular gereğince vadesiz hesabımdaki paranın filan miktarın altında kalan azıcık bir para olduğundan bu paranın kesildiğini ve bu işlemin normal bir işlem olduğunu…iadenin söz konusu olamayacağını” yazmışlar. (Kıssadan hisse: Paranız az ise daha da azaltırlar, merak etmeyin)
Baktım banka hiç aldırış etmiyor, bu sefer İlçe Tüketici Hakları Hakem Heyeti’ne dilekçe yazdım. “Banka paramı vermiyor, iade edilmesinin sağlanmasını, ayrıca mektup masrafım 2,5 TL ile Hakem heyetini yazışma masrafı 6 TL lik pul parasının da bankadan alınmasını” talep ettim ve beklemeye geçtim.
Aradan bir 15 gün daha geçti. Telefonum çaldığında, hattın öbür ucunda saygılı bir hanımefendi, şubeden arıyor. “Efendim, başvurunuzdan sonra, kayıtlarımıza tekrar baktık, sizin sözleşmeniz filan tarihten sonra yenilenmemiş dolayısıyla sizden kesilen ücretin iadesi yolundaki iradesini ‘Genel Müdürlüğümüz’ bize iletti, bu sebeple 36 TL’nizi hesabınıza geçiyoruz. Lütfen şikayetinizi geri çekmenizi rica ediyoruz.” “Eee peki yaptığım 8,5 TL masraf ne olacak hanfendi” dedim. “Vallahi o konuda bize bir talimat verilmedi”, “o zaman şikayetimi geri almamı benden beklemeyin” deyince “siz yarın şubemize gelene kadar bir çözüm üretelim o zaman bakalım bir formül bulabilecekmiyiz” dedi nazik bayan. Neyse efendim, ertesi günü bankaya gittiğimde 36 TL + 8,5 TL’min kuzu kuzu hesabıma geri döndüğünü gördüm.
Peki, bu kadar işi uzatmaya, bir müşteriyi bankadan soğutmaya, onca işinin arasında bir müşteriye eşeğini kaybettirip sonra, aratmaya zorlamaya ne lüzum vardı Sayın ‘Genel Müdürlük?’
(2. kıssadan hisse: Bebeği önce ağlatacaksın sonra meme vereceksin(!)

22 Şubat 2010 Pazartesi

DOĞA YÜRÜYÜŞÜ

Doğa’da insan oluştuğunda yalnızdır, zayıftır ve çaresizdir. İlk insansılar (= Australopithecus) korunma ve doğada sağ kalma aşamasında leş yer, diğer hayvanların artıklarıyla beslenir.
İnsanı diğer tüm canlılardan ayıran zeka devreye girdiğinde insan doğasındaki zayıflığı kapatır, doğayı kendi amacına göre dönüştürmeye başlar. En basit zeka ürünleri, zayıf vücudunu doğanın etkilerinden koruyacak giysi ve açlığını yatıştırmak için başka canlıları öldürecek olan kesici ve delici aletlerdir.
. Doğanın önemsemediği ancak insanın süreç içinde hesapladığı, böldüğü ve yaşantısını sınıflayıp sınırladığı “zaman”, insanı giderek doğanın egemeni yapmaya başlar. Çağdaş toplum ise artık insanın kendi yarattığı sınırlı bir toplum olmuş, giderek doğadan kopmaya başlamıştır.
Günümüzde insan, atalarının doğadaki yaşam savaşını unutmuştur. Doğaya yabancılaşmıştır. Çağdaş bir ortalama insanı doğaya bıraktığınızda birkaç günden daha fazla yaşayamayacağından emin olabilirsiniz.
Ancak çağdaş insan olarak, yine doğa ile bütünleşmenin yollarını arayabilirsiniz. Şehir, kasaba gibi toplum birimlerinde yaşayan insanın doğaya dönebilmesi yollarından birisi doğa yürüyüşleridir. Günlük yaşam koşturmanızda verebileceğiniz bu “es” size inanın çok şey kazandıracaktır.
Doğaya uyum, doğa ile iç içe geçirilebilecek bir gün size büyük bir yaşam enerjisi sağlayacaktır. Dilerseniz herhangi bir öncelik-sonralık ayrımı yapmadan, kazanabileceklerinizi alt alta sıralayalım;
- Günlük yaşam koşturmasını ve streslerini geride bırakarak kafanızı boşaltabilirsiniz,
- Gündelik yaşantınızda belki de bulamadığınız spor yapma imkanını elde edersiniz, günlük hayatta hiç kullanmadığınız ya da çok az kullandığınız bazı kaslarınızı harekete geçirirsiniz,
- Belki de hiç tanımadığınız ve ilk kez bir araya geldiğiniz insanlarla bir gününüzü paylaşır, yeni dostluklar edinirsiniz,
- Grubunuzla, zamanınızı, yemeğinizi, malzemelerinizi paylaşırsınız,
- Doğada yaşam için asgari hayatta kalma bilgilerini edinirsiniz, (Örneğin yön bulma, ilk yardım, tepeye nasıl çıkılır, inişte nelere dikkat edilir, nasıl düşülür vs.)
- Daha önce hiç tanımadığınız insanlarla ortak bir amaç için birlikte hareket etmeyi öğrenir, önyargılardan kurtulursunuz,
- Doğayı ve insanı tanımayı öğrenirsiniz,
- Doğada zamanın hiç önemli olmadığını, doğanın hiçbir şey için acelesi olmadığını, suyun akmaya devam edeceğini, rüzgarın esmeye, yağmurun, karın, dolunun yağmaya devam edeceğini, doğada yaşam kadar ölümün ve yok olmanın da normal ve sıradan olduğunu öğrenirsiniz,
- Doğada zamanın çok önemli olduğunu, bir insanın ya da hayvanın sağlığı için, değil saatlerin, dakikanın dahi çok önemli olabileceğini öğrenirsiniz.
Kısacası sizlere doğa yürüyüşüne başlamayı öneririm. Zaman içinde bunun bağımlılık yaratacağını insanın bu bağımlılıktan kolay kolay kurtulamayacağını da hatırlatırım. Ama insanın böyle güzel bağımlılıklara ihtiyacı olmadığını iddia edebilirmisiniz?
Bir gün sizinle de bir doğa yürüyüşünde birlikte olmak dileğiyle…



19 Şubat 2010 Cuma

KABAĞIN SAHİBİ


Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir... Saç, sakal, bıyık, kaş, ne varsa hepsinden.
Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.
- Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır.
Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.
Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
''Kabak aşağı, kabak yukarı.''

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar.
Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim.
- Gel gör ki kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!

(Bu hikaye okuyunca, beni oldukça etkiledi. günümüz olaylarıyla ilgili çok şeyi, isteyen benzetebilir. Güzel bir hafta sonu hoşluğu olsun istedim.)

18 Şubat 2010 Perşembe

ŞARTLI REFLEKS

PROF. DR. KEREM DOKSAT
PSİKİYATRİST

Bilirsiniz, ünlü Fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken zil çalınca ve bunu çok kez tekrarlayınca, zil sesini işittiğinde et görmeden de hayvanın salyası akmaya başlar.
Bu “şartlı refleks”tir. Hayvanın “tabiatında olmayan” bir uyaran (zil sesi), onun “tabiatında olan” eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Eğer sürekli zil çalar ama hiç et göstermezseniz, bir süre sonra şartlı refleks söner.
Devamın sağlanması için arada bir et göstererek refleks pekiştirilmelidir.
Hiçbirimiz dünyaya Türk, Meksikalı, Sünni veya Katolik olarak gelmeyiz. Bunlar bize öğretilen değerler, bir başka deyişle, şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezse zamanla sönerler.
Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur. Bir kısmı da günlerce korkuyla titreşir. Çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır. Kurtarılabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yoktur.
Şu müthiş sonuca varırı Pavlov:
Ağır Travmalar, şartlı refleksi ortadan kaldırmaktadır.
Hayvan en doğal, en ilkel haline geri dönmektedir.
Bir yandan her gün güneydoğu şehitleri için “kanları yerde kalmayacak” denmesine rağmen kanların sürekli “yerde kalması”, bir yandan “Ergenekon” denilerek büyük bir çoğunluğun tek suçu “Atatürk’ü sevmek” olan insanların sabaha karşı evlerinden alınarak hapse atılmaları, bir yandan araba yakıp polise taş atarak gelişen etnik kalkışmalar… hepsini toplarsanız, temel güvenlik duygusunun artık zaten ortadan kalktığını görürsünüz.
Pavlov’un köpeklerindeki gibi, ağır travmalarla bizim de şartlı reflekslerimiz (milli duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.
Emperyalistler sinsi savaşlarında psikoloji bilimini kullanırlar. Mesela Ermenilerle Türkler arasında ulusal bir düşmanlık mı var, orada psikiyatrist Vamık Volkan girer devreye ve bu düşmanlığın kökenlerini “inceler” (!)
Burada izlenen yol, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ulusların ulusal bilinçlerinin, tarihlerinin ve benliklerinin sorgulanması, “aşındırılması”dır. Kısacası, milli duygunun yok edilmesidir etnik psikiyatrinin görevi.
Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini nasıl yok edersiniz?
Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır:
O ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız” Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız.
Mesela Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar?
Onlara ne kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekir. Ya da Türkler Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar? Onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan birisi olduğunu göstermelisiniz.
Farkındaysanız son on yıldır tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz.
“Demokratlık”, “Tartışma kültürü” adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?
Diyorlar ki, “Siz soykırımcı bir milletsiniz! Ermenilere soykırım uyguladınız…”
Biz diyoruz ki, “Hayır, uygulamadık!”
O zaman deniyor ki:
Tamam, madem uygulamadınız, bunu tartışalım, öyle sonuca varalım.”
Size mantıklı geliyor, “Nasılsa suçlu değiliz. Tartışmadan galip ayrılırız” diyorsunuz.
Ama tartışma masası kurulduğunda eşit bir tartışma şansı olmadığını görüyorsunuz. Bakıyorsunuz, tüm televizyonlar, gazeteler, “Aydınlar” sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor.
Kanıtları var mı? Elbette yok.
Ama yalan bir kez yayıldı mı ve yalanı söyleyenlerin sayısı da yeteri kadar çok oldu mu, gerçeğin sesi baskılanıyor.
”Hayır” diyorsunuz, “Gerçekleri bir de biz anlatalım”, ama anlatamıyorsunuz. Çünkü tüm propaganda kanalları size kapatılmış durumda.
İşte o zaman anlıyorsunuz “tartışmaya açmak” denilen tuzağı. bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile “acaba” deneye başlıyor, “Acaba gerçekten Ermenileri biz mi katlettik?” "Ulusal benlikte ilk kırılma” yaşanıyor… Psikolojik harbin etkisi büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor.
Sıra Kürtlere geliyor.
Sizden tartışmanızı istiyorlar. Tartışma başlıyor ve yine kaybediyorsunuz.
Bir düşünün lütfen, son dönemde neleri tartışmaya açtık ve şimdi neredeyiz:
Bugün Misak-ı milli’yi pek önemsemiyoruz.
Kırmızı çizgileri umusamıyoruz.
Türk dilinin önemi kalmamış.
Bu ülkede federsyon da olabilir, Ermenilerden özür de dileyebiliriz.
Kürtlere “biraz” toprak da verebiliriz.
Kısacası, ulusal varlığımıza ait hayatı her alanda kaybetmiş durumdayız.
Sırada ne var?
Atatürk var elbette.
Çünkü önemli olan, ulusal önderleri yok etmek.
O halde onun ne kadar zalim bir diktatör olduğunu tartışalım. Hatta onun anasını bile tartışalım. Evet, Emperyalistlerin gündeminde bu bile var.
Tartışın”” diyorlar,
Biz sizinle önderinizin anasını tartışmak istiyoruz!” sonra sıra sizin ananıza gelecek elbette. Hepinizinkine gelecek
İşte psikolojik harp budur arkadaşlar…
Şimdi yıllar öncesine gidelim.
Mondros imzalanmış. Düşman askerleri İstanbul’a çıkartma yapıyor.
Milyonlarca Türk, sadece izliyor!
Demek ki önemli olan ilk adım: “İşgali izlettirebilmek”miş.
Ama aynı zamanda birde masa konuyor ortaya:
"Tartışacaksınız”…
Tartışma masasında bizim sadrazam efendi Emperyalistlere yalvarıyor, “Biraz acıyın” diye. “İzleyerek”, “Tartışarak” nereye varabilirsiniz?

Emperyalistler şu anda beyinlerimize ve yüreklerimize yüzyılın çıkartmasını yapıyor.
Mehmet Akif Çanakkale için ne diyordu?
"ŞU BOĞAZ HARBİ NEDİR,
VAR MI DÜNYADA BİR EŞİ ?
EN KESİF ORDULARIN
YÜKLENİYOR DÖRDÜ BEŞİ
TEPEDEN YOL BULARAK
GEÇMEK İÇİN MARMARA''YA
KAÇ DONANMAYLA SARILMIŞ
UFACIK BİR KARAYA"...
Çıkartma sürerken iki tavır vardır alınabilecek.
Birincisi şu:
İstanbul’da işgalcileri karşılayan ve onlardan “tokat yiyen” bir Osmanlı Paşası olabilirsniz veya Dolmabahçe’den çıkartmayı izleyen bir padişah.
Belki de evinin perdelerini kapatan sıradan ve suskun bir Türk.
Ama aslında hepsi aynı kapıya ve aynı kişiliğe çıkar:
İzlersiniz !”
Her şeyi… Ya da ilk kurşunu atan Hasan Tahsin olursunuz.
Hasan Tahsin’e kadar bu ülkede düşmana hiç kurşun atılmadığını bilmek ne kadar utanç vericidir aslında.
Hasan Tahsin’i ne kadar tanıyoruz? Onu Hasan Tahsin yapan nedir?
İlk kurşun”dan önce de kurşun atmıştır bu kahraman adam. Hasan Tahsin, Avrupa’dadır ve bir filme gider. Filmde Türkler aşağılanmaktadır.
Hasan Tahsin bu filmi izlemez, “önce izleyeyim, sonra eleştireyim” demez.
Çıkarır silahını, ateş eder beyaz perdeye.
Film de orada biter!
Hasan Tahsin’in insani ve sıradan yanıdır bu.
Hiçbir insan kendisine, anasına, babasına, milletine, bayrağına küfrettirmez.
En basit insan gerçeğidir bu.
İlkokulda bir çocuğun anasına küfretmeye kalkarsanız, sizinle “anasının durumunu” tartışmaz.
Bunun cevabı, suratınıza yiyeceğiniz bir yumruktur.
Çünkü çocuğun en insani ve sıradan yanıdır bu.
Ergenekon, Ermeni sorunu, Kürt açılımı ve Can Dündar’ın “insani” denilen “Mustafa” belgeselinin bam teli “burasıdır”…

17 Şubat 2010 Çarşamba

ŞUBAT AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 3


KİTABIN ADI : Alexiad
KİTABIN YAZARI : Anna Komnena
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Bilge Umar
KİTABIN YAYINEVİ : İnkilap Kitabevi
KİTABIN BASKI YILI : 1996
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 526
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10 (Kitabın kapağında -nazar boncuğu olarak- dizgi hatası var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10
ÖNERİ : Bu kitabı birkaç senelik arayıştan sonra 2002 yılında İstanbul’a yaptığım bir seyahat esnasında buldum. Okunmak için neredeyse 8 sene sıra bekledi. Sonunda birkaç aylık zaman ayırarak okumayı tamamladım. Bu kitap pek çok bakımdan benzersiz bir kitaptır.
Tarihçi olmayanlar için hemen belirtelim ki “Anna Komnena” Bizans Prensesidir.
Kitabını, babası İmparator Aleksios Komnenos’un başarılarının büyüklüğünü ve yüceltilmesini amaçlayarak yazmıştır.
Anna’nın yaşadığı çağ, Anadolu’nun belki de yaşanan olaylar açısından en önemli birkaç yüzyıldan bir tanesidir. Bu çağda, Türkler, Anadolu'ya girmişler ve yurt edinme amaçlı olarak neredeyse tamamına yayılmışlardır. Aynı zamanda 1. ve 2. Haçlı seferi sürülerinin Anadolu’yu istilası gerçekleşmiş, Bizans en azından Türkler kadar bu seferlerden tedirgin olmuş, ancak Türkler, haçlı sürüleriyle ölümüne savaşarak Anadolu’yu bu yüzyılda vatan toprağı yapmayı başarmışlardır.
Prof Dr Bilge Umar, yaşayan en büyük eski ve ortaçağ Anadolusu uzmanlarından birisidir, kanımca birincisidir. Kitabı büyük bir dikkatle, ciddiyetle ve inanılmaz bilgisi desteğinde tercüme etmiş. Eski Yunanca aslından çeviriyi yaparken aynı zamanda Bernard Leib’ın Fransızca ve Robert Sewter’in İngilizce tercümelerini de yanı sıra incelemiş ve hatta yeri geldikçe bu tercümelerdeki mantık ve yorum hatalarını da sergilemiş ve kitabı muhteşem bir eser haline getirmiş.
Bu kitabı okumak isteyenlere önerim, kitabı mutlaka Umar hocanın dipnotlarıyla birlikte okumaları. Bir kitabın dipnotlarla nasıl desteklenebileceğini, okunur hale geleceğini ve dil, mantık ve tercüme bilgisinin nasıl bir yetenek olduğunu bu kitapta göreceksiniz. Kitabı daha sayfalarca ve saatlarca anlatabilirim. Ancak kitap bir roman veya bestseller değil tarih hazinesi. O sebeple de ancak hazine avcılarına açık.

16 Şubat 2010 Salı

PALMYRA - 4

Yarım bıraktığımız Palmyra, şehir gezimizi bugün tamamlayalım dilerseniz.
Şehrin, sütunlu ana caddesine göre sol (batı) yanda kalan resmi binaların bulunduğu alan.
Şehir meclisi binalarını arkamızda bırakarak hafif sağa dönerek sütunlu caddeye doğru dönüşümüzde şehrin genel görünüşü.
Şehrin kuzey tarafından dönüşümüz devam ederken yürüdüğümüz yol, şehir ile Mezarlar vadisini birbirinden ayırıyor. Yürüyüşümüze göre solumuzda kalan alan, bir aşağıdaki resimde kısmen detaylarını gördüğünüz Mezarlar vadisi. Bu vadi şehrin tüm kuzeyini boydan boya kaplıyor.
Şehrin kuzeyinde kalan "Mezarlar Vadisi"nden detay. Mezarların önemli bir çoğunluğu kule mezar biçiminde yapılmış. Nitelik olarak şehrin ileri gelenlerinin tekil ya da önemli ailelerinin aile mezarları biçiminde kullanılmışlar. Kulelerin içinde kısmen lahit ve kısmen de raflı biçimde gömme biçimleri varmış.
Dönüş yolumuzda önemli anıt binalardan "Tetrapylon".
Şehir gezimizin sonunu, sütunlu cadde üzerinde geriye dönerek tamamlıyoruz. Başlangıçta da değindiğim gibi, Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde kayıtlı bu şehri, seyahat etmesini, tarihi, arkeolojiyi seven herkese kesinlikle öneririm. Karşılıklı ilişkilerin gelişmekte olduğu ve vize probleminin olmadığı Suriye'ye geziyi bence sizde "ölmeden mutlaka görülmesi gereken yerler" listenize ekleyin. Halen turizm olmadığı için turizmin şeytanlarının bulunmadığını, alışverişi bol pazarlıkla yaşamanın keyfini isteyenlere, bir de mükellef sofra kültürünün olduğunu da ilave edeyim. İyi tatiller.





ŞUBAT AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 2

KİTABIN ADI : Topal Osman Ağa
KİTABIN YAZARI : Teoman Alpaslan
KİTABIN ÇEVİRMENİ : -
KİTABIN YAYINEVİ : Kum Saati Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 2007
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 648
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 7/10 (Çokça dizgi hatası var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 8/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10
ÖNERİ : Blogda zaman zaman “Onları unutmayın” başlığı altında ülkemizin bilinmeyen, unutulmuş kahramanlarını kısa anlatımlarla, tanıtmaya ve genel bir toparlamaya yapmaya çalışıyorum. Beni bu arayışın içine atan, okuduğum bazı kitaplarda üstün körü değinilen ve anlayabildiğim kadarı ile üstü örtülmeye çalışılmış ve sanki aydınlatılması istenmemiş bir olay olan “Topal Osman Ağa”nın hazin sonu idi. Edinebildiğim bilgiler ışığında olayda kuşkulu çok yön vardı. Zaman içerisinde elden geldiği kadar bu konudaki tüm kitapları taramaya giriştim. 3 yıl önce “Onları unutmayın” dizisine başladığımda elimde en büyük doküman Topal Osman Ağa konusunda olmasına rağmen onun yazısını toparlamayı sürekli geciktirdim, erteledim. Kanımca hikayede hala eksik bazı noktalar vardı. Yakın zamanda elime geçen bu kitapta, aradığım noktaların büyük kısmını yakaladım. Sayın Teoman Alpaslan, Topal Osman Ağa’nın Giresunlu uşaklarından birinin torunu. Dedesine olan gönül borcunu ödemek amacıyla bu kitabı yazmış. Kitabın her satırında Sayın Alpaslan’ın coşkusunu hissediyor ve olayları onun anlatımıyla yaşıyorsunuz. Yazar, Topal Osman Ağa’nın hikayesi temelinde ulusal kurtuluş savaşını da Karadeniz’de yaşanan olaylar temelinde başarıyla özetliyor. Mustafa Kemal’in “Cumhuriyet şehidi” nitelemesiyle kanımca tarihteki şanlı yerini alan Topal Osman Ağa’nın gerçekte, ulusal kurtuluş mücadelesini başlatan Mustafa Kemal’in Osmanlı Hükümeti tarafından Samsun’a 9. Ordu Müfettişi olarak gönderilmesine sebep olan olayları yaratan ve tarihimizin böyle yazılmasına sebep olan kişi olduğunu söylersem, bu gerçek kahramanı tanımak isteğinizi artırabilmiş olurmuyum acaba?

15 Şubat 2010 Pazartesi

1924 YILINDA VAHİDETTİN'den ABD BAŞKANINA MEKTUP

(3 Mart 1924'de Hilafetin kaldırılması dünya beklenen gürültüyü koparmaz. Kısmen İngiltere sonuçsuz çabalara girmişse de diğer devletlerin konuya ilgi göstermemesi üzerine kısa sürede dünyanın da gündeminden düşer. Ancak Amerikan gizli arşivlerinden son zamanlarda çıkan bu belge, bazılarının bir türlü hainliği yakıştıramadığı, '6. Mehmed Vahideddin Han Hazretlerinin' hala hangi düşüncelerle kendini ve çevresini aldattığını, aldatmaya devam ettiğini, o küçümsediği halkının, nasıl canı, kanı pahasına kurtardığı vatanını, bir işgalci zırhlısıyla terketme onursuzluğunu taşımasına rağmen bir başka devlete yalvararak, ünvanını koruyabilmek için vatanına, milletine küfretmeye devam ettiğinin ibretlik örneği)

Mektup, San Remo'da Padişah Vahidettin tarafından yazılmış ve Halis Reşat Bey tarafından Paris'te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir.Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini I5 Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington'a göndermiştir. Mektup Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi'nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır.

(Calvin Coolidge, ABD 30. Devlet Başkanı)


”Mehmed Vahideddin
13 Mart 1924

Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenablarına,

Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.
Bu süresiz uzaklaşmanın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır.
Ankara Meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki;
İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatından soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir.
Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur.
İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır.
Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır. Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara Meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanım bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.
Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.”

Prof. Dr. İhsan GÜNEŞ(Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü)

ŞUBAT AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 1



KİTABIN ADI : Mağara
KİTABIN YAZARI : Jose Saramago
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Sıla Okur
KİTABIN YAYINEVİ : T. İş Bankası Kültür Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 2005
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 351
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10
ÖNERİ : Üstad Jose Saramago, bu kez de insanın, uygarlığın başdöndürücü gelişmesinin giderek insanı yapay bir dünyaya taşımasını, kapitalist zihniyetin insanlığı doğal ortamından koparmasını, yalnız insanın giderek direnemeyerek yalnızlaşmasını son derece ilginç bir romanda insanlığın suratına bir tokat gibi çarpıyor. Sonuçta ne mi oluyor? Bence bunu öğrenmek için bile okumaya değer…

12 Şubat 2010 Cuma

Asimetrik Darbeyle Silinen TSK Hafızası


Bugün 22 Ocak 2010, Genel Kurmay basın sözcüsü açıklama yaptı, 26 gün devam Eden Kozmik aramanın sonucu tek madde halinde halka duyuruldu:
Suç kanıtı bulunamadı, fakat uzun yıllar uzun emeklerle hazırlanmış bütün askeri planlar geçerliliğini kaybetti.”
Bu kadar basitmiş meğer. Ağlamak istedim, ağlayamadım.
Uzun yıllar, uzun emeklerle…
Yani Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun bütün bilgi birikimi, bütün hafızası, bütün deneyimi, bütün savaş stratejileri, bütün savunma planları yok oluverdi 26 günde, öyle Mİ?
İnanılır gibi değil!
Asker nasıl eğitilir, subay nasıl savaş planı yapar, düşmanın taktikleri nasıl deşifre edilir… Yok artık bunlar, öyle Mİ? Peki, NE öğreteceksiniz yeni nesillere?
26 günde, TSK’nin, İstiklâl Harbi dahil, bütün askeri hafızasını yüklediği bilgisayar hard disklerini virüs mü yedi?
2001’de Washington’da, İkiz Kulelerle aynı gün vurulan Beyaz Saray’ın arkasındaki Savunma Bakanlığı binasını anımsadım; uzaktan kumandalı bir uçak belli bir binaya girdirilmiş, geleneksel silahlara göre yapılmış bütün savaş planları yok edilmişti.
Bunu isteyen ABD’nin düşmanları değil, kendi içinde Füze Kalkanı silahlarını üreten global savaş lobisi, büyük silah patronlarıydı. Yapılan Amerikan iç darbesiydi. Ertesi hafta, Amerikan Senatosunda Füze Kalkanı projesi için istenen bütçe onaylandı.
Peki sonra? Füze kalkanı silahlarını satacak başka ülkeler gerekiyordu, bunların Polonya, Çekya ve Türkiye gibi NATO ülkesi olması DA gerekiyordu. Fakat bu ülkelerde NATO savaş planları geleneksel silahlara göre yapılmış değil miydi?
NATO ülkelerinde de konvansiyonel silahlara göre yapılmış askeri planların yok edilmesi gerekiyordu, ki, bu yeni pahalı silahları onlara satabilsin. Hem de ulusal direnç noktalarını kırması gerekecekti. (Bu konu Silivri mahkemesine yeni bir bakış getirir.)
Birkaç ay önce, Türkiye’ye füze kalkanı satmak istediklerinde, Genel Kurmay Başkanımız tarafından şöyle bir yanıt verilmişti: “Bizim savaş planlarımız konvansiyonel silahlara göre yapılmıştır, füze kalkanı işimize yaramaz.”
Sanki şöyle bir yankı buldu: “Ya öyle MI… Al sana, Arınç’a suikast yapacakmışsınız gibi elimizi kolumuzu sallayarak gireriz kozmik hafızanıza… Hem daha önce savunma planlarınız NE varsa onları yapan beyin gücünüzü de çeker alırız… Hem artık sizi sivil mahkemede yargılamaya DA gerek kalmaz. Ondan sonra isterseniz alın askeri mahkemede beraat ettirin.” Hazin şeyler geliyor aklıma.
Sırada NE var, tahmin edersiniz: Geleneksel silahların toplanıp yok edilmesi. Osmanlı Ordusunun elindeki bütün silahları almaktan bir farkı yok bunun.
Türk ordusunun silahsızlaştırılmasıdır bu, ya DA Ordunun dağıtılması…
Ya sonra? “Profesyonel vurucu güç”, yani özel ordu. Yaşar Büyükanıt’ın DA telaffuz ettiği, “bu kadar askere gerek yok, profesyonel vurucu güç yeter” dediği, yani paralı Amerikan askeri olma süreci. İç güvenliği polise devretmiş olarak, Vatan savunmasından DA çekilmiş olarak, Küresel sermayenin paralı askeri… Hem de, füze kalkanı silahlarını bizim paramızla aldırıp bunların nasıl kullanılacağının eğitimini de Amerikan subaylarından öğrenme maliyeti de bizden...
19 Ocak 2010 tarihli Cumhuriyet gazetesinde YÖK eski yöneticilerinden konuk yazar İsa Eşme’nin yazısını anımsadım. Diyor ki; Mesleki Teknik Eğitim Fakülteleri, MEB 2.12.2009 tarih ve 2009/15546 sayılı kararnamesiyle kapandı, kapanırken de 70 yıllık teknik öğretmenlik meslek bilgisi, deneyim birikimi de beraber yok oldu. Öğretmenliğin bir uzmanlık mesleği olduğunu ortaya koyan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu çiğnendi, öğretmen yetiştirme formasyon sertifikasına indirildi.
Şimdi, on beş yıl geriye dönelim. Biliyoruz ki, Dünya Ticaret Örgütü bunları Tansu Çiller’e 1995’de imzalatmıştı; “Güvenlik ve savunma dahil, eğitim, sağlık, diyanet, ulaşım, bankacılık, benzeri bütün kamu hizmetlerinin sektöre devredilmesi…” (GATS diye geçer)
Öğretmenliği formasyon sertifikasına indirdikleri gibi, giderek askerliği de sertifikalı kurslara kadar indirecekler, ABD’deki gibi… Bütün askeri liseler kapanacak. Çekirdekten öğretmen yetiştirme bitirildiği gibi çekirdekten asker de yetişmeyecek. Bu yüzden, “asker nasıl yetiştirilir” bilgisinin hafızalardan silinmesi gerekiyor… Tıpkı İsa Eşme’nin belirttiği, “teknik öğretmen nasıl yetiştirilir” bilgisinin yok edildiği gibi.
Dev silah teknolojisinin dayatılmasına karşın, toplumumuzda ilkelleşmeye doğru bir sürecin tetiklendiği, aşiretlerin nüfus cüzdanlarına yazıldığı günlere getirildik. Her aşiret kendi savunmasını kendisi yapacakca NE bu füze kalkanları, değil MI? Hayır, onlar birbirine düşürülecek!
Anayasa Mahkemesi oy birliğiyle bir karar Verdi; asker sadece askeri mahkemelerde yargılanır, çok ilginç! Hangi dağda Kurt öldü, demeyeceğim. Diyeceğim ki, artık TSK’yı darbecilikle suçlamaya gerek kalmadı, çünkü o en büyük darbeyi beyninden yedi.
Postmodern darbedir bu, son model asimetrik Amerikan darbesi… Birine suikast yapacakmış gibi suçlanıp suçsuzluğunu ispatlamak için, “Seni 90 yıldan beri hiçbir zaman öldürmeyi düşünmedim, istersen aç beynime bak…” deyip, yattığı ameliyat masasından hafızasını kaybetmiş olarak kalkmış olmak gibi…
Ulusça her konuda hafızamız siliniyor, yetmiyor, çocuklarımız gittiği okulda otizm (zihinsel engelli) ediliyor, Anne-babalarımız daha erken yaşta alzaimer ediliyor…
Bütün bu olanları artık çok hızlı düşünmemiz gerekiyor. Ey halkım, hafızası yok edilmiş bir koloni olmak bize göre değildir, bunu hatırlatmak isterim ve otizm yapan o kitapları yakarak uyanışı başlatmanızı dilerim.
MAHİBE MORGÜL

(Aktaran Mustafa Taşkın'a teşekkürler)

9 Şubat 2010 Salı

ANILAR...ANILAR...

O yaz sıcaktı ve sanki çok uzun sürmüştü. Yıllar önce daha ilkokul öğrencisi iken bizleri sınıf olarak sinemalara götürür, bazı meşhur ve güncel filmleri izletirlerdi. O günlerden birinde izlediğim konusundan aklımda hiçbir şey kalmayan ancak adı hafızama kazılı “Bir millet uyanıyor” filmini anımsatan günleri yaşıyorduk. Ulusça gururlu ve mutluyduk. Yıllardır baskı gören, gerçek bir soykırıma her an uğratılmaları korkusunu yaşadığımız soydaşlarımıza ellerimizi ve yüreğimizi uzattığımız yazdı.
Liseyi bitirmiş, daha doğrusu bitirmeye çalışırken bir yandan da heyecanla sanırım o sene ikincisi yapılan merkezi yerleştirme sınavı ile üniversiteye girme heyecanını yaşıyorduk. Bugün için masal olan o günlerde elbette ne internet ve ne de sonuçları anında öğrenebileceğimiz bir kurum vardı. Ankara’da ÖSYM binasında toplu ilan var mıydı çok ta hatırlamıyorum. İşte bu uzun yazın nihayetlerinde bir gün postacı sınav sonucunu getirdi. Son sıralarda yer alan bir tercihimle “Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi”ni kazanmıştım.
Bu sonuç bana büyük bir mutsuzluk verdi. Beklediğim olmamıştı. Umduğum bir bölüme girememiştim. Hiç aklımda olmayan, yazmayı dahi düşünmediğim, şimdi tam hatırlamadığım ama büyük ihtimalle babamın önerisi ile sonlara eklediğim, nasıl olsa gerek kalmayacak diye düşündüğüm bir sıraya yazmıştım. Üzüntüm ağlamaya dönüştü mü anımsamıyorum. Ancak ailedeki bazı yaşlıların, avukatları kötüleyen, yerin dibine vuran ifadeleri üzüntümü artırmış ve belki o zamandaki düşüncelerimi karartmış, moralimi daha da bozmuştu.
Bir ayı aşan bir yatışma devresinden sonra, daha önceki gelişlerimizin sayısını tam hatırlamıyorum, Ankara’da kayıt heyecanını yaşadım. Hatırladığım, ailem dışında yalnız olarak başka bir şehirde okumak ve henüz “ergin” sayılmadığımız bir yaşta yalnız kalmak beni çok etkilemedi. Geriye bakıp da düşündüğümde sarsıcı etkiler olduğunu hissetmiyorum.
5 Kasım’da okulun açılmasıyla birlikte Ankara serüvenim başladı. (Geriye bakıyorum da 36 sene ne kadar da çabuk geçmiş, hala aynı şehirdeyim) Dersler bakış açımı ve geleceğimi derhal şekillendirdi. Aileme yazdığım mektuplardan hatırlıyorum, “aradığımı bulduğumu, bunun benim gerçek mesleğim olacağını, kaderin benim için en doğru seçeneği işaretlediği” kabul etmiş ve benimsemiştim.
Okulda özellikle 2 hocamı çok sevdim. Ne kendilerini ve ne de derslerini hiç unutmadım. Şimdi aradan 30 seneden fazla zaman geçmesine rağmen hala sanki dünmüş gibi.
Bir hocam, sevgili ve saygıdeğer “Roma Hukuku” hocam Prof Kudret Ayiter’di. Şimdilerde örnekleri kaldı mı bilmiyorum, bir üniversite öğretim üyesinin nasıl olması gerektiğinin bir portresini çizmemi isterseniz, size derhal onu çizerim. Kendisinin mesleki bilgisini tartışmama ve övememe gerek bile yok. Ancak kendisi derslerde büyük bir tevazu içerisinde yeri geldikçe iki büyük üstadı Prof Ernst Hirsch’i ve Prof Paul Koschakher’i anlatırdı.
Ders aralarında, Atatürk’ün derin öngörüyle çağdaş dünyayı yakalamak için çağdaş bilgiyi arayıp bulmanın gerekliliğini ispatlarcasına, Faşist Hitler rejiminden kaçan üniversite hocaları ve bilim adamlarını Türkiye’ye davet edişini, kendilerine koşulsuz, elde olabilen en iyi olanakları sağlayıp üniversiteleri yapılandırmalarını sağlamasını, bu değerli bilim adamlarının büyük bir tevazu ile ülkemize gelmelerini, çoğunun isteyerek Türkçe öğrenip derslerini Türkçe anlattıklarını, önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kurulmasını daha sonra Ankara Hukuk Mektebi’nin fakülte haline getirilişini hikayeleri ve anılarıyla ondan öğrendim. Bütün bunları, normal ders temposunu hiç bozmadan en uygun zamanı yakalayarak, öğrencinin derse dikkatinin azaldığında yapardı. Yıllar sonra Tübitak Yayınları, Prof Ernsh Hirsch’in anılarını yayınladı. Bu kitabı büyük bir zevkle okudum. (Cumhuriyet tarihine ilgi duyanların bu kitabı muhakkak okumasını tavsiye derim.) Kitabın her köşesinde hocamı sevgi ve saygı ile bir daha andım.

Öbür hocam Prof Coşkun Üçok’tu. Heybetli yapısı ile kürsüde dersini anlatan hocam bana mesleki bilgilerin yanında, insanın başka konularda da ilgi duyabileceği konular olacağını öğretti. Her nasılsa, orta ve lise öğretimimde tarih bana hiç zor gelmeyen hoşlandığım bir ders olarak gelirdi. Bunda babamın tarih öğretmeni olmasının rolü var mı bilmiyorum. Gerçi evde tarih konuşulmazdı ve doğru dürüst ders kitabı dışında tarih kitabı da olmazdı ama demek ki insan duya duya kulak aşinalığı ediniyor. Coşkun hocam bana meslek dışında, insanın kendini başka alanlarda da yetkinleştibileceğini, “Siyasal Tarih” dersleriyle Tarihi sevmeyi, Siyasal olaylara düzgün bakış açısını, Cumhuriyet Tarihini öğrenmenin gerekliliğini ve ötesinde Atatürk’ü sevmeyi öğretti.
Şimdi her iki hocamda rahmetli oldular. (Hele sevgili Coşkun hocam, kıymetli eşi Bahriye Üçok’un haince öldürülmesini görmediği için onun adına çok mutluyum. Yoksa o gün ölürdü) Onları bir hoş sada ile anmak bugüne kısmetmiş. İyi ki vardınız! Nur içinde yatın!.

8 Şubat 2010 Pazartesi

HÖSÖK TERE / KAHRAMANLAR MEYDANI

Bugün farklı bir mekanda, Budapeşte'deyiz. Bildiğiniz gibi Macaristan'ın başkenti, Tuna nehrinin kıyısında daha doğrusu, nehrin kuzeyindeki Buda şehri ile güneyindeki Peşte şehrinin birleşmesinden meydana gelir ve ismi iki şehrin ardarda söylenmesinden oluşur. Tuna üzerindeki 7 köprü iki şehri birbirine bağlar. Başkentin tarihi kısmı Buda tarafı ise de gelişen modern kısmı Peşte tarafıdır. Gezilecek yerlerin büyük kısmı da Peşte tarafındadır. Budapeşte'ye gidildiğinde, gidilmezse olmayacak mekanlarından birisi "Hösök Tere" (Kahramanlar Meydanı)dır.
Meydanın ortasındaki büyük sütun ve çevresi. Sütunun altında Macaristan tarihinin önemli kahramanlarının heykelleri bulunmakta.
Meydanın doğu tarafında birisi resimde gördüğünüz, diğeri de onun solunda, birbirine bakan iki içbükey sütunlu kaide üzerinde heykeller topluluğu bulunmakta. Resmin sol yanındaki arka açıklık "Varos Liget" denilen büyük şehir parkıdır. Park gezilmeye değer genişlikte ve güzellikte. İçinde hayvanat bahçesi de bulunmakta.

Alanın güney tarafında kalan "Güzel Sanatlar Müzesi".
İki heykel grubunun arasında parka açılan yol. Sol yan, ortadaki sütunun alt kaidesi ve heykelleri.
Macarlar, tarihlerindeki önemli liderlerin heykellerini meydan dikerek onurlandırmışlar. Her ismin, heykelinin altında da, yaşamından bir kesiti anlatan rölyefler bulunmakta.
Macaristan'ın tarihi, Osmanlı tarihi ile iç içe. Tüm müzelerindeki en önemli unsur, Türklerle olan savaşları. Heykelleri dikilen kahramanlarının da büyük kısmı, bir şekilde Osmanlı tarihinde yer alıyor.
Kral Hunyadi Janos. 1444'de Varna'da Haçlı ordusu ile 2. Murad'ın karşısında canını zor kurtararak kaçar. Kral 1. Lazlo'nun bu savaşta ölmesi üzerine 1446'da V.Lazlo'nun çocuk yaşta olması sebebiyle kral naibi olarak 1456'ya kadar Macaristan'a hükmeder. 1454'da Osmanlı ordusunun, Belgrad'ı kuşatmasında yaptığı savunma ile şehrin alınmasını engellediği için ulusal kahraman sayılır.
Tököli İmre'nin yaşamı da Osmanlı ile iç içedir. Erdel Prensi'dir. Habsburg'lara düşman olduğu için veziriazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'nın himayesine girmek ister. 1681'de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın izni ile kendisine Ortamacaristan krallığı verilir. Osmanlı ordusunun yanında avrupanın kutsal ittifak devletlerine karşı savaştı. Almanları bozguna uğrattı. Zenta yenilgisinden sonra Osmanlı'ya sığındı. İzmit'te ikamet etti. Karlofça görüşmelerinde Avusturya israrla istediyse de Osmanlı, onu iade etmedi. 1705'de İzmit'te öldü. Kullandığı mühürde "Muin-i Ali Osman'a itaat üzereyim emre, Kral-ı Orta Macar'ım ki namım Tökeli İmre" yazardı.
Güzel Sanatlar müzesinin ana kapı detay. (Gezimiz tarihinde 1956 olaylarının 50 yılı münasebetiyle hazırlanmak olan bir serginin tanıtım afişleri)
Müzenin yan duvar detayları.
(Bir başka gezimizde buluşmak üzere)