9 Şubat 2010 Salı

ANILAR...ANILAR...

O yaz sıcaktı ve sanki çok uzun sürmüştü. Yıllar önce daha ilkokul öğrencisi iken bizleri sınıf olarak sinemalara götürür, bazı meşhur ve güncel filmleri izletirlerdi. O günlerden birinde izlediğim konusundan aklımda hiçbir şey kalmayan ancak adı hafızama kazılı “Bir millet uyanıyor” filmini anımsatan günleri yaşıyorduk. Ulusça gururlu ve mutluyduk. Yıllardır baskı gören, gerçek bir soykırıma her an uğratılmaları korkusunu yaşadığımız soydaşlarımıza ellerimizi ve yüreğimizi uzattığımız yazdı.
Liseyi bitirmiş, daha doğrusu bitirmeye çalışırken bir yandan da heyecanla sanırım o sene ikincisi yapılan merkezi yerleştirme sınavı ile üniversiteye girme heyecanını yaşıyorduk. Bugün için masal olan o günlerde elbette ne internet ve ne de sonuçları anında öğrenebileceğimiz bir kurum vardı. Ankara’da ÖSYM binasında toplu ilan var mıydı çok ta hatırlamıyorum. İşte bu uzun yazın nihayetlerinde bir gün postacı sınav sonucunu getirdi. Son sıralarda yer alan bir tercihimle “Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi”ni kazanmıştım.
Bu sonuç bana büyük bir mutsuzluk verdi. Beklediğim olmamıştı. Umduğum bir bölüme girememiştim. Hiç aklımda olmayan, yazmayı dahi düşünmediğim, şimdi tam hatırlamadığım ama büyük ihtimalle babamın önerisi ile sonlara eklediğim, nasıl olsa gerek kalmayacak diye düşündüğüm bir sıraya yazmıştım. Üzüntüm ağlamaya dönüştü mü anımsamıyorum. Ancak ailedeki bazı yaşlıların, avukatları kötüleyen, yerin dibine vuran ifadeleri üzüntümü artırmış ve belki o zamandaki düşüncelerimi karartmış, moralimi daha da bozmuştu.
Bir ayı aşan bir yatışma devresinden sonra, daha önceki gelişlerimizin sayısını tam hatırlamıyorum, Ankara’da kayıt heyecanını yaşadım. Hatırladığım, ailem dışında yalnız olarak başka bir şehirde okumak ve henüz “ergin” sayılmadığımız bir yaşta yalnız kalmak beni çok etkilemedi. Geriye bakıp da düşündüğümde sarsıcı etkiler olduğunu hissetmiyorum.
5 Kasım’da okulun açılmasıyla birlikte Ankara serüvenim başladı. (Geriye bakıyorum da 36 sene ne kadar da çabuk geçmiş, hala aynı şehirdeyim) Dersler bakış açımı ve geleceğimi derhal şekillendirdi. Aileme yazdığım mektuplardan hatırlıyorum, “aradığımı bulduğumu, bunun benim gerçek mesleğim olacağını, kaderin benim için en doğru seçeneği işaretlediği” kabul etmiş ve benimsemiştim.
Okulda özellikle 2 hocamı çok sevdim. Ne kendilerini ve ne de derslerini hiç unutmadım. Şimdi aradan 30 seneden fazla zaman geçmesine rağmen hala sanki dünmüş gibi.
Bir hocam, sevgili ve saygıdeğer “Roma Hukuku” hocam Prof Kudret Ayiter’di. Şimdilerde örnekleri kaldı mı bilmiyorum, bir üniversite öğretim üyesinin nasıl olması gerektiğinin bir portresini çizmemi isterseniz, size derhal onu çizerim. Kendisinin mesleki bilgisini tartışmama ve övememe gerek bile yok. Ancak kendisi derslerde büyük bir tevazu içerisinde yeri geldikçe iki büyük üstadı Prof Ernst Hirsch’i ve Prof Paul Koschakher’i anlatırdı.
Ders aralarında, Atatürk’ün derin öngörüyle çağdaş dünyayı yakalamak için çağdaş bilgiyi arayıp bulmanın gerekliliğini ispatlarcasına, Faşist Hitler rejiminden kaçan üniversite hocaları ve bilim adamlarını Türkiye’ye davet edişini, kendilerine koşulsuz, elde olabilen en iyi olanakları sağlayıp üniversiteleri yapılandırmalarını sağlamasını, bu değerli bilim adamlarının büyük bir tevazu ile ülkemize gelmelerini, çoğunun isteyerek Türkçe öğrenip derslerini Türkçe anlattıklarını, önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kurulmasını daha sonra Ankara Hukuk Mektebi’nin fakülte haline getirilişini hikayeleri ve anılarıyla ondan öğrendim. Bütün bunları, normal ders temposunu hiç bozmadan en uygun zamanı yakalayarak, öğrencinin derse dikkatinin azaldığında yapardı. Yıllar sonra Tübitak Yayınları, Prof Ernsh Hirsch’in anılarını yayınladı. Bu kitabı büyük bir zevkle okudum. (Cumhuriyet tarihine ilgi duyanların bu kitabı muhakkak okumasını tavsiye derim.) Kitabın her köşesinde hocamı sevgi ve saygı ile bir daha andım.

Öbür hocam Prof Coşkun Üçok’tu. Heybetli yapısı ile kürsüde dersini anlatan hocam bana mesleki bilgilerin yanında, insanın başka konularda da ilgi duyabileceği konular olacağını öğretti. Her nasılsa, orta ve lise öğretimimde tarih bana hiç zor gelmeyen hoşlandığım bir ders olarak gelirdi. Bunda babamın tarih öğretmeni olmasının rolü var mı bilmiyorum. Gerçi evde tarih konuşulmazdı ve doğru dürüst ders kitabı dışında tarih kitabı da olmazdı ama demek ki insan duya duya kulak aşinalığı ediniyor. Coşkun hocam bana meslek dışında, insanın kendini başka alanlarda da yetkinleştibileceğini, “Siyasal Tarih” dersleriyle Tarihi sevmeyi, Siyasal olaylara düzgün bakış açısını, Cumhuriyet Tarihini öğrenmenin gerekliliğini ve ötesinde Atatürk’ü sevmeyi öğretti.
Şimdi her iki hocamda rahmetli oldular. (Hele sevgili Coşkun hocam, kıymetli eşi Bahriye Üçok’un haince öldürülmesini görmediği için onun adına çok mutluyum. Yoksa o gün ölürdü) Onları bir hoş sada ile anmak bugüne kısmetmiş. İyi ki vardınız! Nur içinde yatın!.

2 yorum:

  1. Böyle ne bileyim bir garip oldum..öyle işte..
    teşekkürler..

    YanıtlaSil
  2. “aradığımı bulduğumu, bunun benim gerçek mesleğim olacağını, kaderin benim için en doğru seçeneği işaretlediği”......
    bu ifadenize bayıldım. kader bazen insana akıllı arkadaş gibidir.
    birde şu vardır, ne olursa olsun istenince sevmek mümkündür. beyin gücü ile neler olmuyor ki?
    ....sevgili atamızın hitler zülmündeki hocaları ülkemize çekmekle ne iyi ettiğini dünya durdukca unutmayacağız.
    o bilim adamlarıki bugün ülkedeki, azda olsa gün ışığını bize sağlayanlar..
    sağlıcakla kalın..

    YanıtlaSil