30 Eylül 2010 Perşembe

AĞUSTOS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 8


KİTABIN ADI : Kadınlar ve Erkekler (Pot-Bouille)
KİTABIN YAZARI : Emile Zola
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Filiz Koçer
KİTABIN YAYINEVİ : Payel Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2007
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 459 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10

YORUM : Payel Yayınları tarafından tamamı yayımlanmaya başlanan Rougon-Macquart dizisini Emile Zola, 20 kitap olarak yaklaşık 22 yıl içerisinde tamamlamıştır. Her kitabında kent soylu ve yeni gelişmekte olan işçi kesiminden insanları anlatan romanlarda birbiri ile doğrudan bağlantılar bulunmamakla birlikte zaman zaman bazı kahramanlar ya da mekanlar farklı romanlara girip çıkarlar.
Dizinin onuncu kitabı olan Kadınlar ve Erkekler'de Zola, aynı apartmanda yaşayan kentsoyluların çıkar ilişkileri üzerine kurulu yaşamlarını anlatır. Zola'nın böyle bir yapıt yazmaya karar vermesinin en önemli nedeni toplumda gözlemlediği giderek artan yozlaşmadır. Doğalcı bir yazar olarak Zola, son derece iyi bir gözlemcidir ve bu yozlaşmanın nedeninin kapitalizmde yattığını görmüştür.
Zola’nın Fransız romanına getirdiği bu farklı bakış zaman içerisinde tüm dünyada çok sayıda romancıyı etkilemiştir. Küçük ve sıradan insanların yaşamları ve yaşamlardan çıkan dersler bu romanda da keyifle izleniyor.
Artık klasik kabul edilen bu roman örgüsünü, kitap kurtlarının kaçırmayacaklarını umarım.

Émile Zola, (2 Nisan 184029 Eylül 1902) Fransa'da natüralizm akımının öncüsü olan ünlü bir yazardır. Zola’nın edebiyat dışındaki şöhreti ise, Dreyfus Davasında takındığı aydın tavrından kaynaklanmaktadır. 1897 yılında Fransız ordusunda Yahudi olması nedeniyle askeri yargının duyarsızlığına kurban giden yüzbaşı Dreyfus’u hükümetin bütün baskılarına rağmen savunan ve Fransa devlet başkanına hitaben “İtham Ediyorum” makalesini yayınlayan Zola, baskılardan dolayı Fransa'yı terkedip bir süre Londra'da yaşamak zorunda kaldı. Çabaları sonucunda Dreyfus Davası'nın yeniden görülüp adaletin yerini bulması sonucu yurduna döndü. Émile Zola, 1902 sonbaharında,kaldığı otelin yatak odasında duman zehirlenmesinden öldü. “Nana”, “Germinal” ve “Meyhane” en tanınmış romanlarıdır.Tüm romanlarında,doğal ve gerçekçi bir tarzla,hayatın zorluklarından bahsedilir.Örneğin Nana adlı romanda yokluktan dolayı batağa sürüklenen bir genç kızın dramı,büyük bir gerçekçilik ve dramla anlatılır.




29 Eylül 2010 Çarşamba

ZEYTİNİN TERİ

Bazen öyle güzel paylaşımlar oluyor ki, insan neyi yazacağını şaşırıyor. Sayın Banu Akkuzu'nun paylaşmak inceliğini gösterdiği aşağıdaki anı çok etkileyici. İnsanın an geliyor bazı şeyler boğazında düğümleniyor. Söylenen "Anadolu Bilgeliği" böyle bir şey olsa gerek;

Dr. Mehmet Uhri'nin bir anısı:

ZEYTİNİN TERİ

Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir'in Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe rağmen arıza bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe'ye kadar gidebilmiştik.
Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık Hüseyin amcayla.
Elinde küçük bir alet çantası vardı.. Yardımcı olmak istediğinis öyledi. Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi.
"motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden" söz etti. Bir süre daha bakındı. Sonra "buldum galiba" diye haykırdı.
"Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir. Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. O takdirde döşemelerin ıslak olmalı" dedi.
Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü. Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu.
Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca.
Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;
- Doktor musun?
- Evet.
- Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de çayımızı içer soluklanırsınız.
Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi. Hanımının şikayetlerini dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve menopoza bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi.
Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Birşey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da artmıştı. Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli ilkokul öğretmeni olduğunu 39 yıl devlet hizmetinde Ege'nin köylerinde çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe'ye yerleştiğini anlattı. Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla baş başa yaşadığından dem vurdu.
- Neden buraya yerleştin?
- Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz,unutuldu gitti. Ben Savaştepe köy enstitüsünün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel maarif vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini.Ayrılamadım buralardan.

- Peki bu tamircilik işi nereden çıktı?
- Dedim ya, bilmezsiniz sizler, köy enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu. O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler. Hayatı öğrendik ve öğretmen oluphayatı öğrettik çocuklara.
- Yani elinizden çok iş geliyor.
- Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi soru sormayı, aklını kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya... Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı. Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti.

- Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışsız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız.Giderek ona benzemişiz.
- Nasıl yani?
- İnsan da doğanın meyvesi değil mi? Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup;
- Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan. Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını, buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara daböyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları.
"Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi" diye soracak oldum.
Hanımına baktı gülüştüler.
- Hurma zeytini bilir misin?
- Bilmem. Hiç duymadım.
- Egenin bazı yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantarbulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır. Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın.
- Eeee.
- Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de diğer insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı , insanı. Hayata hazırlıyorlardı.
Sustuğumu görünce, Hanımından, boşalan bardakları doldurmasını rica etti.
"işte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini hatırlatmak için buradayım, doktorcuğum, unutulsun istemiyorum" dedi.
Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar..

Dr. Mehmet Uhri




28 Eylül 2010 Salı

GEREDE KAVACIK YAYLASI DOĞA YÜRÜYÜŞÜ

(FOTOĞRAFLAR İÇİN YÜRÜYÜŞ ARKADAŞIM, DOSTUM MEHTİ ATLI'YA TEŞEKKÜRLER)

Yazın aşırı sıcak geçmesi ve yaz tatili programlarımız nedeniyle neredeyse 80 gün kadar ara verdiğimiz doğa yürüyüşlerine geçen hafta sonundan itibaren yeniden başladık. Fuat hocamla, hafta sonu koşuları ve kısa hafta sonu gezileri dışında fırsat buldukça kış sezonunda 3-4 haftada bir doğa yürüyüşlerini sürdürmeye niyetliyiz.
Hafta sonu programında, "Gerede Yaylaları" yürüyüşü olduğunu görünce, sezon başlangıcı için uygun ve yumuşak bir rota olacağı inancı ile katılma kararı aldık. Geçen seneki ilk çaylak sezonumuzda, Gerede rotalarının Kızılcahamam ve Çamlıdere rotalarına göre daha güzel olduğunu tespit etmiştik.
Geçtiğimiz Pazar sabahı 08.00’de buluşma noktasına vardığımızda, benzer düşünce ile toplam 30 katılımcının kayıt yaptırdığını öğrendik. Hafta içi kayıt sırasında, iki farklı rota uygulanacağı, yeni ve daha tecrübesiz yürüyüşçüler için 10-12 kilometre, uzun yürümek isteyenler için 22 kilometrelik bir rota duyurusu yapılmış. Geçen seneden bizi tanıyan Can, bizi doğrudan uzun rotaya kaydetmiş. Fakat rehberimiz Tekin bey, katılımcıların neredeyse çoğunun uzun yürüyüşü tercih ettiğini görünce, yolculuğa başladıktan sonra otobüste, aradaki ayrımı tekrar hatırlattı ve uzun yürüyüşün hazırlıksız ve yeni katılımcılar için zorluğundan bahsetti.
Kızılcahamam’da verdiğimiz alışılmış çay-çorba molamızdan sonra E-5’i takip ederek bir süre Gerede yolunda devam edip, Demirler-Berçin Çatak köy yoluna saptık. Bir süre sonra yürüyüşe başlayacağımız Demirler köyü çeşme başına geldik.
Saat 11.00’e yaklaşırken bir süre köy yolundan devam edip daha sonra ormanlık alana doğru saptık. Plana göre her iki grup yaklaşık 3-4 kilometre kadar beraber yürüdükten sonra uygun bir mola yerinde ayrılacaktı. Yürüyüş kuzey yönünde kuzey-doğu’dan başlayarak kuzey, kuzey-batı’ya dönerek geniş bir yay çizerek başlangıç noktamıza dönmek olarak düşünülmüştü. Kısa yürüyüş grubu bize göre daha küçük bir yay çizecekti.

(Böğürtlen toplama molası)
Ormanlık alanda bir süre sonra oldukça dikleşen bir rotada zorlu ve hızlı bir çıkışla küçük bir tepeden dik bir inişle yine ayrılma noktamız olan dik tepe ulaştığımızda saat 13.00’e geliyordu. Ancak rotanın zorluğu, uzun-kısa grup seçiminde katılımcılara oldukça bilgi verdi.

Rehberimiz Tekin bey, 20 kişi ile devam kararı olan uzun tur grubuna, başlangıç sırasında “yolun uzunluğu sebebi ile dinlenme molalarının az ve kısa süreli olacağını ve 14.00’e doğru yemek molası verileceğini” söyleyerek grupların ayrılma talimatını verdi.

Tekin bey uzun yürüyüş grubunu alırken, diğer rehber Onur bey kısa grubun önderliğini aldı.
2’si bayan 20 kişilik grubumuz diğer grup dinlenmesine devam ederken ayrılarak hızlı bir tempoya girdi.

Rotamız zaman zaman orman içi yolları kullanmakla birlikte, yay çizmemiz gerektiğinden sık sık dik orman çıkışları ya da inişleri yaparak yoluna devam etti.
Saat 14.00’ gelirken keyifli bir öğle yemeği molası verdik. Hızlı yürüyüş oldukça acıktırdığından zengin açık sofra eşliğinde sohbetli, kahkahalı yarım saatlik ara bizleri dinlendirmiş ve kalan yolumuz için hazır hale getirmişti.
Geçen bahardaki sulak görüntü doğada artık kaybolmuş vaziyette. Tekin beyin önceden hatırlattığı gibi, çeşmeler az ve suları damla noktasında azalmış vaziyette. Bu nedenle su stoklarımızı önceden fazlasıyla takviye etmiştik.
Yaklaşık saat 15.30 sıralarında zayıf su akıtan bir çeşme başındaki molamız esnasında iki yürüyüşçü arkadaş, daha önceden yolu bildiklerini ve tempo yapmak için biraz önden gitmek istediklerini ifade edince rehberimiz kısa bir yol tarifi yaparak gidebileceklerini, ancak fazla açılmamalarını ve tereddütte kalmaları durumunda mutlaka beklemelerini söyledi. Onlara katılan bir kişi ile birlikte 3 kişi grubu beklemeden yola çıktılar.
Yaklaşık 10 dakika sonra grubumuz molayı tamamlayarak yola koyuldu. Bir süre ilerlememize rağmen önemli bir sapış noktasına geldiğimizde, öndeki 3 kişiye ulaşılamayınca rehberimiz önden giderek 10-15 dakika kadar kendilerini aramasına rağmen bulamayınca, ana grubun daha fazla gecikmemesi için yola devam kararı verdi.
Saat 16.30’a kadar kendileriyle herhangi bir temas kurulamayınca, durumdan kısa yürüyüş grubu haberdar edilerek, araç başına dönülür dönülmez, kayıtlardaki telefonlardan temas kurulması istendi. Kısa yürüyüş grubu 17.30 civarında varış noktasına ulaşarak kaybolan 3 kişiyle telefon teması kurmaya çalıştı.
Durumun ciddileşmeye başlaması üzerine Tekin bey tarafından rota biraz daraltılarak 18 kilometre olarak son bulacak şekilde yeni ve kısa bir yürüyüş güzergahından hızlı bir yürüyüşle 18.00’de araç ve bekleyen grupla buluştuk.

Ancak uzun süre telefonlarını açmayan kaybolan 3 kişiye bu sırada telefonla ulaşıldı ise de kendilerinin nerede bulunduğuna ilişkin bir bilgi veremediler. Rehberlerimiz uzun süre kendilerine değişik yollarla haberleşme ve yön bulma bilgisi vermelerine rağmen 3 kişi havanın tamamen kararması ile ciddi bir sıkıntıya girdiler.
Rehberlerimiz zor bir karar ile saat 19.45 dolaylarında hala köyde bekleyen ana grubumuzu araçla Ankara’ya gönderme kararı aldılar. Kendileri de hazırlanarak kayıpları aramak için yola çıktılar.
Sıkıntılı ve molasız Ankara’ya dönüşümüz yolculuğumuz sırasında, saat 21.00 civarında 3 kişinin bulunduğu haberi ile rahatladık.
Her ne kadar bu gruptan koparak kaybolma olayı bizim başımıza gelmediyse de, her yürüyüş bizlere yeni deyimler getirmeye devam ediyor ve edecek;
- Toplu yürüyüşlerde gruptan ayrılmak her zaman sıkıntı yaratır. Hem grubu bozar hem kişisel tehlike yaşanabilir.
- Rehberin, gruptan ayrılmak, önden gitmek gibi taleplerle zorlanmaması gerekir. Rehber, yürüyüşün sonuna kadar grubun her ferdinden sorumludur. Onu zor durumda bırakmamak gerekir.
- Ne kadar kendinize güvenirseniz güvenin, gruptan ayrılmak, grubun da genel güvenliğini tehlikeye atar.
- Toplu yürüyüşlerde uyum çok önemlidir. Toplu yürüyüşte bencil ve ferdi istekler zorla dayatılmamalı grubun ortak isteği öne çıkarılmalıdır.

Her başa gelen olay bir deneyimdir. Önemli olan bundan ders çıkarabilmektir.
Yeni yürüyüşlere merhaba! Yeni bir rotada buluşmak üzere…











27 Eylül 2010 Pazartesi

AĞUSTOS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 7


KİTABIN ADI : Kitaplardan Kurtulabileceğiniz Sanmayın (N'espérez pas vous débarrasser des livres)
KİTABIN YAZARI : Umberto Eco – J. C. Carrriere
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Sosi Dolanoğlu
KİTABIN YAYINEVİ : Can Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 2010
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 274 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10
YORUM : “Papirüsten elektronik dosyalara, kitabın beş bin yıllık tarihinde bir yolculuğa çıkıyoruz. İki kitap âşığının, semiyolog, düşünür ve yazar Umberto Eco ile sinemacı ve dramaturg Jean-Claude Carrière’in sohbeti çarpıcı anekdotlarla, hiç duymadığınız ayrıntılarla dolu. Zamanda ve mekânda gezinirken, gerçek kişiler roman kahramanlarına karışıyor, budalalık kutsanıyor; koleksiyoncuların takıntıları, neden bazı dönemlerin çok sayıda şaheser doğurduğu, hafızamızın nasıl çalıştığı, kütüphanelerin nasıl düzenlenmesi gerektiği anlatılıyor. Hatta “tavukların karşıdan karşıya geçmeyi neden bir asırda öğrendiğini” ya da kitabın neden tekerleğe benzediğini böylece öğreniyoruz. Kısacası bu iki çılgın edebiyat tutkunu, her adımda hem şaşırtan hem de bilgilendiren neşeli sohbetlerine bizi de ortak ediyorlar. Nietzsche’nin deyimiyle “neşeli bilgi” var bu kitapta!”
Bu hoş tanıtıma neler ekleyebilirim?
Yaşayan 3 edebiyat efsanemden biri olan Umberto Eco’nun bu nefis sohbet kitabı başlanınca elden bırakılmayacak kadar sürükleyici. Bu sene okuduğum en keyifli kitap dersem inanırmısınız?
Tüm kitapseverlere öneririm.

İyi okumalar…

UMBERTO ECO

J. C. CARRİERE

Umberto Eco (d. 5 Ocak 1932, Alessandria (şehir)), İtalyan bilim adamı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünürdür. 20. yüzyılın önemli düşünce adamlarından biridir. Takma ismi Dedalus'tur.
Dünya kamuoyunun gündemine Gülün Adı ve Foucault Sarkacı gibi romanlarıyla giren İtalyan yazar, aynı zamanda Orta Çağ estetiği ve göstergebilim dalının ustalarındandır. Eco, 1971'den bu yana Bologna Üniversitesi'nde profesör olarak çalışmaktadır ve yapısalcılık sonrası göstergebilim gelişmelerine önemli katkılarıyla tanınmaktadır. Eco, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Thomasçılık akımı ve bu akımın estetik anlayışı üzerine yaptı. Tarihçi, filozof, Orta Çağ uzmanı, James Joyce üzerine derin araştırmalar yapmış bir yazar. Yazarın ilk romanı Gülün Adı 1980'de yayımlandı. 1962'de Torino Üniversitesi'nde doçent, 1969'da ise Floransa Üniversitesi'nde görsel iletişim dalında profesör oldu. 1971'de Bologna Üniversitesi'ne geçti ve 1975 yılında bu üniversitenin Gösteri ve İletişim Bilimleri Enstitüsü'nün başına getirildi.
Eco'nun çalışmaları 1960'ların ortasından itibaren avantgarde yapıtlara, kitle kültürüne yönelmiştir. Son dönemlerde ise, güncel olay ve olguları da ele alan çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar arasında edebiyat eleştirileri, tarih ve iletişim yazıları önemli bir yer tutmaktadır. Eco özellikle tarih bilgisiyle süslediği eserlerinde tam bir ustalık gösterir. Özellikle Baudolino adlı eserinde Bizans ve IV. Haçlı Seferi hakkındaki anlatılar sürükleyicidir.
Roland Barthes'tan sonra, "ayrıntıların anlamı" ya da "ayrıntıların sosyolojisi" adı verilen bir anlayışın önemli köşe taşlarından birisi olan Umberto Eco'nun pek çok eseri Türkiye'de yayınlandı.
Kasım 2005 ve Haziran 2008 tarihlerinde ABD'den Foreign Policy ve İngiltere'den Prospect dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu Dünyanın ilk 100 entellektüeli listelerinde, 2005 yılında 2., 2008 yılında 14. sırada yer almıştır.

Kitapları:
Gülün Adı (Can Yayınları, 1986)
Alımlama Göstergebilimi (Düzlem Yayınları, 1991)
Foucault Sarkacı (Can Yayınları, 1992)
Günlük Yaşam'dan Sanata (Adam Yayıncılık, 1993)
Önceki Günün Adası (Can Yayınları, 1995)
Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti (Can Yayınları, 1995)
Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı (Afa Yayınları, 1995)
Ortaçağı Düşlemek (Can Yayınları, 1996)
Yorum ve Aşırı Yorum (Can Yayınları, 1996)
Somon Balığıyla Yolculuk (Can Yayınları, 1997)
Yanlış Okumalar (Can Yayınları, 1997)
Beş Ahlak Yazısı (Can Yayınları, 1998)
Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik (Can Yayınları, 1998)
Açık Yapıt (Can Yayınları, 2001)
Zamanların Sonu Üstüne Söyleşiler (Yapı Kredi Yayınları, 2001)
Baudolino (Doğan Kitap, 2003)
İnanç ya da İnançsızlık (1001 Kitap, 2005)
Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi (Doğan Kitap, 2005)
Cecü'nün Yer Cüceleri (Yapı Kredi Yayınları, 2006)
Güzelliğin Tarihi (Doğan Kitap, 2006)
Çirkinliğin Tarihi (Doğan Kitap, 2009)
Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın (Umberto Eco ve Jean-Claude Carriere'in Sohbetleri) (Can Yayınları, 2010)

24 Eylül 2010 Cuma

YILDÖNÜMÜ



Bugün blogum 1 yaşını dolduruyor.

Ne kadar çabuk geçmiş bir yıl. Bakıyorum da, bu bir yılda ne çok değişiklikler olmuş. Bu sayede ne çok güzel insan tanıdım. Ne çok güzel resim gördüm. Ne çok güzel yazı okudum. Ne sıcak paylaşımlar buldum. Daha nice güzel günler olsun dilerim. Bıkmadan sıkılmadan daha uzun yılları sağlık, mutluluk ve esenlikle geçiririz umarım.

Bir başka ilginç rastlantı bir yılımı doldurduğum bugün blogda da 200. yazım çıkıyor. Umarım izleyen dostlarımı sıkmadım. Her zaman özgün üretimler olmayabiliyor. Zaman zaman alıntı yazı ve resimlerle de karşınıza çıkıyorum. Kanımca önemli olan sevilenleri paylaşmak değil mi?

Nice yıllara diyorum. Sevgiyle kalın.

Bugünlerin mana ve önemine uygun bir karikatür istermisiniz?


(12 DEV ADAM)

23 Eylül 2010 Perşembe

AĞUSTOS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 6


KİTABIN ADI : Yaralı Venüs
KİTABIN YAZARI : Paolo Maurensig
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Cemal Kaan Emek
KİTABIN YAYINEVİ : Dost Kitabevi
KİTABIN BASKI YILI : 2001
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 149 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 6/10
YORUM : “Maurensig'in roman dünyasındaki kişiler, yaşamın boş ve kalımsız gerçeğinde ağır ağır yol alan bir gezegen, bir hastalık, bir seyrelti. Yaşlı ve olgun profesör Deravines, genç ve çekici karısı Angele, sadık dostları Giulio Colombi, tüm ilginin odağında bir genç kız, Flora... İç içe geçmiş ilişkiler, derin ve gitgide ağırlaşan suç ortalıkları, kaçış, delilik ve zırhlarla örülü bir yazı evreni. Maurensig, yanıtsız sorular sormaya devam ediyor...”

Yukarıdaki satırlar bir yayınevinin bu kitaba ilişkin tanıtımından.
Yazının kolay okunur bir kitap olarak gördüğüm için alıp okudum.
Romanın anlatıcısı erkek kahramanında yer aldığı diğer erkek kadın 2 çiftle, 5 kişinin ilişkileri anlatılıyor.
Farklı ve özgün hiçbir şey bulamadım. Yazarın Türkçe yayınlanmış birkaç kitabı daha var.
Sevemedim, açıkçası da önermeyeceğim.


21 Eylül 2010 Salı

"Hürriyet, Türk’ün hayatıdır !" ( M.Kemal ATATÜRK)

İkinci Ergenekon davasında tutuklu yargılanan, (yaptığı ilk savunmanın metnini de blogda yayınlamıştım) Teğmen Mehmet Ali Çelebi, 16 Ağustos 2010'da, 74. duruşmada, izleyenleri derinden etkileyen bir konuşma daha yaptı. Çelebi, "Atatürk'ün iradesini, şehit ruhlarının dileklerini ve Türk milletinin vicdanını kendi sesimde toplayarak bütün dünyaya haykırıyorum: Ben ıslah olmadım"dedi. İşte Mehmet Ali Çelebi'nin duruşmada yaptığı konuşmanın tam metni...

(Paylaşım için sayın Özden Tekin'e teşekkürler)

Sayın başkan, Saygıdeğer heyet,

Mustafa Kemal'den, onun devrimlerinden millet olarak şahsi çıkarlarımız adına ödün vere vere Hasdal, Silivri zindanlarına çekildik. Bizi ihanete uğrayan Atatürk devrimleri buralara attı.

Hakikatin ağırlığını yüklenemeyen geçim kapısı vatanseverliği de burada tutuyor. İki sene evvel TSK'nin namuslu ellerinden, birliğimden terörist olma şüphesiyle alındım. Kuvvetli suç şüphemi oluşturan delil klasörü incelendiğinde (252 nolu klasör) Kemalizmin terörist ideoloji ilan edildiğini göreceksiniz.

Bilinmelidir ki Atatürk Devrimlerinin nasibi terör iddianamelerine oyuncak olmak değildir. Bunlar Mustafa Kemal'i anlayacak kıratta olmayan hastalıklı kafaların, sefil ruhların ürünüdür. Kurduğu devlette onun sağladığı nimetlerden yararlananlar onu yargılamaya çalışıyor!

Bina mimarı, resim ressamı yargılayabilir mi? Şaşırmıyorum, çünkü diğer suç unsurum Nutuk'tan bu mikroplara karşı bağışıklıyım:

"Gelecek kuşakların Türkiye'de Cumhuriyet'in ilan edildiği gün, ona insafsızca saldıranların başında cumhuriyetçiyim diyenlerin yeraldığını görerek asla şaşıracaklarını sanmayınız. Aksine Türkiye'nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların gerçek düşüncelerini tahlil ve tespitte hiç de karamsarlığa düşmeyeceklerdir."

Mustafa Kemal'e ait düşüncelerle suçlanıyorum. Ne güzel benim suçum.Ne güzel benim davam. Zulmün hançerlerini üzerime çekecek kadar ona bağlı isem ne mutlu bana! Dilerim kuvveli şüphem katlanarak artar. O zaman hayatım daha da anlam kazanacaktır.

Kürsüye ulaşabilmem 2 senemi çaldı. Yüreğimdeki yurt sevgisi, askerlik gurur ve şerefimle bir de 26 yaşımla oraya yürüyecek ve savunma vereceğim. Kanun gücüyle askere diz çöktürmeye çalışanlara, Bu devlet, bu millet için peşinen ölüm tercihi yapmış Türk subayını iki senede iki büklüm yapabileceğini zanneden sığ zihniyetlilere, Tarihin şanlı sayfalarına layık Mustafa Kemal adını terör sayfalarında lekelemek isteyenlere söyleyeceklerim var!

ISLAH OLMADIM


Bu toplantıya başkanlık eden, gözleri altında olduğumuz Ebedi ÖnderMustafa Kemal Atatürk'ün iradesini, titremeksizin bedenlerinden vazgeçen ve şimdi kabirlerinden başlarını kaldırarak bizleri izleyen şehit ruhlarının dileklerini, Türk milletinin vicdanını kendi sesimde toplayarak bütün dünyaya haykırıyorum:


BEN ISLAH OLMADIM!


Hiçbir güç benim vatana olan sevgim ve onun azametini ıslah edemez. Beni hıyanetin dostu, karanlığın yoldaşı olmama suçundan ıslah edemezsiniz! Utanmayanların yüzkarası olmaya devam edeceğim. Uçurumlar arasından, ölüm yollarından, topların tüfeklerin namlusundan geçerek zihnimize, yüreğimize intikal eden Cumhuriyetin, Mustafa Kemal devrimlerinin en kıskanç neferlerinden olma suçundan ıslah edemezsiniz.


Ne sandılar Türk subayını? Ben insanlık tarihi boyunca evladı olduğu Türk milletinin boynuna esaret zinciri geçirtmeyen Türk Ordusu'nun subayıyım. Bunları suç kabul edenlerin müebbet okları karşısında ürküp çekilmiyorum. Esaret zincirini gururla bedenime sarıyorum. Görevimi şevk ve ümitle yüklenip onları istekle karşıma alıyorum. İnancım odur ki Mustafa Kemal düşüncesinin takipçisi olmak, Türk milletinin ortak suçudur, hiç değilse namuslu kalan omurgasız olmayanların ortak suçudur bu. Türk milletinin her bireyi potansiyel suçludur.Suç sayılan eyleme katılmam tam bir inanç ve bilinçledir. Bu uğurda taşıyacağım prangalardan, mahkûm edileceğim en ağır cezalardan şeref duyarım. Ama zindandan çıkacağımız gün bizi yeniden mahkûm etmeniz gerekecektir. Çünkü biz o gün de bugün olduğumuz kadar suçlu olacağız.


Savunma verdiğimde bir takım ülser kuyusu, ısmarlama basının pis nefesinde lekelenmiş önyargılı hafızalar; Adaletin sarsılmaz takipçileri, Mustafa Kemal'e dost vicdanlar; İki sene rehin alınmışbir muvazzaf subayın, KUVVETLİ SUÇ ŞÜPHESİ'ni görmek üzere, En azından böyle bir kara lekeye inanırlarsa yüzüme tükürmek üzere burada olmalılar.


Şairin dediği gibi:


Bir şey varsa
Bir şey vardır
Bir şey yoksa
Çok şey vardır (Özdemir ASAF)


Vatanıma ihanetten yargılanıyorum. Bir şüphe kırıntısı dahi akıllarda yer ederse eğer, milletimden talebimdir: Çıkarın o şanlı üniformamı üzerimden.Yeter olsun! Mübarek vatan havasını ciğerlerime sokmayın. Lekelenmişse eğer topraklara sürtün alnımı. Daha fazla değdirmeyin vatan topraklarına ayaklarımı. Dağ doruklarına bırakın bu bedeni; kuşlar etimi çeke çeke parçalasınlar beni. Bütün varlığımı ovalara saçsınlar ki ibret olsunâleme...

Aklın almayacağı iftira ve isnatlarla bu tezgâhı kuranlar beni iki sene zindanda tutmakla başarılı olmuşlardır. Ancak ben onların bu küçük zaferine izin verecek kadar güçlüyüm. Bugün beni burada tutarak başları göğe erenler, yarın adaletin saf ışığı karşısında başlarını yerden kaldıramayacaklar olacaktır.


Zaman ve hadiseler her türlü hakikati ispat eder, fakat bazen böyle helak eden darbeler indirerek. Aldatmacaların son bulacağı vekötülüklerin yenileceği gün gelecektir. Varsın o gün benim zindanımın üzerine doğsun, ne önemi var? O mutlu gün 2 yıldır bulunduğum, zulmün tesis ettiği sabit ikametgâhım! Hasdal'da beni bulacaktır. O zaman zulüm adaletin buyruğuna girecek, tarih hakikati yine göndereçekecek, o sancak yine dalgalanacak ve dosta düşmana o ulvi düşünceyi haykıracaktır:


"HARBİYELİ ALDANMAZ!"


Yolları kapattılar, açacağız.
Ufku kararttılar, ağartacağız.
Yurdumuz virandır, şenleteceğiz.


Yüce Heyeti Saygıyla Selamlarım!


Mehmet Ali Çelebi
Tutuklu Kr. Plt. Tğm


http://bagimsizgundem.com/islah-olmaz-tegmen-celebinin-son-konusmasi.html


(SENİ ALNINDAN ÖPÜYORUM TÜRK EVLADI!)

20 Eylül 2010 Pazartesi

AĞUSTOS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 5



KİTABIN ADI : Karşılaşma Karşılaştırma – Dinler Tarihi araştırmaları
KİTABIN YAZARI : Philippe Borgeaud
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Mehmet Emin Özcan
KİTABIN YAYINEVİ : Dost Kitabevi
KİTABIN BASKI YILI : 1999
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 181 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10
YORUM : “Laik” bakış açısıyla, dinler tarihi ya da karşılaştırmalı dinler tarihi 19. yy. da şekillenmiş yeni bir toplumsal tarih dalıdır.
Hıristiyanlığın 16. yy da geçirdiği reform sonrası, aydınların edinmeye başladığı “laik” bakış açısı, zaman içerisinde kendisini, dinin kökenlerini araştırmaya, çelişkileri vurgulamaya ve dinler arası ilişkileri araştırmaya yön vermesiyle insanın düşünce yapısına yeni boyutlar ve bakış açıları katmıştır.
Değerli bilim adamı P. Borgeaud bu kısa araştırmasında, bu dalın kült isimleri Lafitau, Bachofen ve Mircea Eliade’dan yaptığı alıntılarla –meraklısına- çok ilginç bakış açıları sunmakta ve polemikler getirmektedir.
Bu dala ilgi duyanlar için kitabın içerik şemasını vereyim;
I.Dinler Tarihi Kuramı ve Uygulamalar
- Dinler Tarihinde Karşılaştırma Sorunu
- Kutsal/Dindışı Çifti
- Dinsel Belleğe Antropolojik Bir Yaklaşım
- Simgesel İşletici Olarak Hayvan
II.Mit ve Tarih
- Mitin Belleği ile Tarihin Unutkanlığı
- Tarihte Mit: Roma Taslağı
- Mircea Eliade’de Mit ve Tarih
III.Bir Bilimsel Mitin Eleştirisi
- Dişil Yunan Sitesi
- Lafitau’dan Bachofen’e Anaerki Düşüncesinin Doğuşu
- J.J. Bachofen’de Dionysos Babalığı ile Apollon Babalığı
İçeriği itibariyle kolay okunur bir kitap değil. Özellikle metinde geçen konularda alt yapı bilgiler olmadığı takdirde ikinci sayfada kitabı bırakmanız olası.
Sadece meraklısına, dinler tarihi ve mitolojiden hoşlananlara önereceğim.

Halen Cenevre Üniversitesi’nde dinler tarihi dersleri veren Philippe Borgeaud, öncelikle bir Antikçağ dinleri tarihi uzmanıdır. Tanrı Pan üzerine yaptığı çalışma, alanının en yetkin araştırması olarak bilinmektedir. Birçok dile çevrilen bu kitap ilk kez 1979 yılında yayımlanmıştır (Recherches sur le dieu Pan, Institut Suisse de Rome, Biblioteca Helvetica Romana XVII). Doktora tezini Cenevre ve Chicago üniversitelerinde tamamlayan Borgeaud, buralarda Mircea Eliade, Arnaldo Momigliano gibi uzmanlarla çalışmıştır. Çeşitli ortak kitaplara (Encyclopedia of Religions, Dictionnaire des Mythologies, I Greci vb.) katkıda bulunan Borgeaud, dinler tarihinin tarihi üzerine birçok makale kaleme almış, bu alana dallararası bir mercekten bakmaya çalışmıştır. Bir yandan kavram çiftleri (kutsal/dindışı; temiz/kirli; insan/hayvan) üzerine çalışırken, diğer yandan da Robertson Smith’le başlayıp Durkheim’dan geçip Lévi-Strauss’a varan çizgiyi incelemeye çalışan Borgeaud’nun son kitabı, Antikçağ’da Tanrıların Anası olarak adlandırılan tanrıça (Kibele) ve kültünün etkileri üzerinedir (La Mère des dieux, Seuil, 1997). Philippe Borgeaud çeşitli kurumlarda dersler vermiştir: Chicago, Princeton üniversiteleri, EHESS, Fondazione San Carlo vb.

17 Eylül 2010 Cuma

İLGİNÇ İLİŞKİLER

Aşağıdaki yazıyı bir internet sitesinde gördüm. Yazının metni, elbette yazarı bağlar. Ancak yazıyı sonuna kadar okumaya tahammül gösterirseniz, yıllar öncesinin bazı ilişkilerinin nasıl bugünkü hayatımızı etkilediğini, tarihi bilmemenin nasıl bir gaflet olduğunu ortaya koymaktadır.

Evet, "herşeyi tartışalım" deniyor. Bu konuları da tartışmaya ne dersiniz?

NURCULUK DENEN MANEVİYAT ÇÖPLÜĞÜ

Demokrasi fikir hürriyeti olmaktan çıkıp ipe sapa gelmez fikirlerin hürriyeti olduğu zaman işler yolundan çıkar. Demokrasilerin kudret ve güzelliği, siyâsî irâdenin meseleleri tekrar yoluna sokmaktaki mahâretidir diyenlere söyleyecek söz bulamayız, ama eğer o siyâsî irâde de ipe sapa gelmez fikirlerin batağına, biraz da politik hesaplarla millî olmayan kuvvelerce itilerek saplanmışsa, ortada büyük bir problem var demektir.
Buna başka bir münâsebetle belirttiğim gibi bir de demokrasilerin gitgide bir avâm hâkimiyeti hâline gelmesiyle zekâ ve seviyenin de düşmesi katılırsa, durumun fecâati daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar. İpe sapa gelmez fikir derken elbette dini değil, ama onun zekâ ve seviyenin düşmesi sonucu siyâsîleştirilerek dejenere edilmiş hâli olan Nûrculuğu kasdediyorum.
En ilkel toplumlarda bile var olan din, insanların akıl ve bilimde ilerlemesi ile daha aklî olmuş ve çok Tanrıdan başlayarak daha az Tanrıya doğru gerileyerek son olarak tek Tanrıda karâr kılmış ve bazılarına göre de tek Tanrı ile gerçek sayısına iyice yaklaşmıştır. Din müessesesini artık ilim ve teknolojinin her alanda hâkim olduğu 21. yüzyılda aklın kabûl edemeyeceği hurâfelerden, saçma inançlardan arındırarak tamâmen bir vicdan meselesini hâline getirmek, tartışma konusu olmaktan çıkarmak ve din hakkındaki yazıları sâdece konunun uzmanı olan kişilere bırakmaktan başka çâre kalmamıştır. Yoksa kara câhil bir Kürdün başlattığı Nûrculuk ve benzeri tarîkatlar vasıtası ile Türkiye’nin altı oyulmakta ve çökertilmeye çalışılmaktadır. İlkel bağnazlıkları ile altını oydukları Türkiye çöktüğü zaman enkâzın altında kendilerinin de kalacaklarını fark edemeyecek kadar ahmak olan bu tâi’fenin şimdiye dek verdiği zarâr herhâlde fecâat sınırlarını çoktan aşmış olmalı. Maalesef bu ahmaklığa kendi kültürünün yok olduğunu fark etmeyen binlerce Türk ortak olmaktadır. Bunun en belirgin sebeplerinden biri milletleri millet yapan ortak bir birleştiricinin, yâni bir ülkünün olmamasıdır, yâhut da var olanın yok edilmiş olmasıdır. O ülkü olmayınca da yerini ipe sapa gelmez fikirlerin doldurması kaçınılmaz olur. Bu her millet için geçerlidir. Nûrculuk denen hezeyân işte bunlardan biridir.



Pekiyi, Nûrculuk nedir? Nûrcular kimdir?
Nûrcular, aralarında avam tabakasından aydına kadar içinde her türlü adamın bulunduğu, Saîd-i Nursî adında bir câhil Kürdün peşine takılmış bir gâfil sürüsüdür. Nûr risâlesi talebeleri adı verilen bu sürü, Kürd Saîd’in Kürd hammal Türkçesiyle yazdığı risâleleri toplanıp okuyan ve “aydınlandığını” sanan bir zavallılar yığınıdır. Şafiî mezhebinden olan bu Kürt kendisine Bedîüzzamân, yâni zamanların hârikası demekte, mürîdleri de onu bu adla yüceltmektedirler. Adamda tevâzû denen kavram hak götüre. Zâten hayatını inceleyenler bu kör câhil Kürdün kendisine ne yalanlar ve dolanlarla, ne gibi sahtekârlıklarla ne pâyeler biçtiğini hemen göreceklerdir.
İlgilenenlere önce Turan Dursun’un kitabı “Müslümanlık ve Nûrculuk”, Istanbul, 1996, Kaynak Yayınları ile Yeni Hayat dergisinin kasım, aralık 1996 nüshaları ile şubat, mart 1997 nüshalarında Bilge Orhonlu’nun Nûrculuk hakkındaki bir dizi makalesini tavsiye ederim. Onun için hayâtı hakkında burada teferruâta girmeyi gereksiz buluyorum. Ama iki husûs önemlidir.Birincisi Kürd Saîd’in tımarhâneye girmiş olması, ki bunu kendi ifâdesinden biliyoruz. Kürd Saîd 1907 yılında Istanbula ikinci gelişinde Abdülhamîd’e hitâben saraya bir dilekçe verir. Dilekçede kullandığı ad da tevâzûa lüzûm görmediği için Molla Saîd-i Meşhûrdur. Bu dilekçe Şark ve Kürdistan gazetesinin 19 Teşrîn-i Sânî [kasım] 1908 târihli ilk nüshasında yayınlanmıştır. Adında Kürdistan kelimesi geçen bu yayın organının daha ilk sayısında yazısının tanıtımında Bedîüzzamân Molla Saîd Efendi Hazretleri olarak takdîm edilen Kürd Saîd’in Kürtçü çekirdek bir kadronun içinde yer aldığı belli oluyor (Malmîsanij, Saîd-i Nursî ve Kürt Sorunu, Istanbul, 1991, s. 84, Doz Yayınları). Dilekçesinde Türkiyenin doğusundan Kürdistan diye bahs eden Saîd, her ne kadar Kürdistanda okullar açılmış ise de gönderilen öğretmenler Türkçe ders verdiklerinden bundan sâdece Türkçe bilenlerin faydalandığını, bölge halkının Kürtçe konuşanlarına bu okulların bir faydası olmadığını, buralarda Kürtler için de okullar açılmasını ve Kürtçe eğitim yapılmasını teklif ediyor. Yâni bölge halkını Türkler ve Kürtler diye ayırarak Kürt ırkçılığı yapıyor. O günden bu güne isteklerde değişen bir şey olmadığının göze çarpması ise ayrı bir konu. Tek fark, Kürt Saîd’in bu dilekçe üzerine emr-i şâhâne ile tımarhâneye gönderilerek müşâhede altına alınmış olmasıdır. “Nasıl ki zamân-ı istibdâtta tımarhâneye düştüm, dîvânelerin hükmüne konuldum...........ben dîvâneliği kabûl ettim. Şâhit olunuz ki, böyle akıldan istifâ ediyorum, dîvâneliğimle iftihâr ediyorum. Ey Kürdler, tımarhâneyi bunun için kabûl ettim. Kürdlüğü lekedâr etmemek için irâde-i pâdişâhiyi, maâşını, ihsân-ı şâhâneyi kabûl etmedim” (İsmâil Göldaş, Kürdistan Teâli Cemiyeti, Istanbul, 1991, Doz yayınları, s. 30).
Saîd burada da kendine pay çıkarmaya çalışarak pâdişâhın kendisine başlamak istediği maâşı red ettiğini söylüyorsa da bunun söz konusu olması mümkün değildir. Meczûb yerine koyarak onu tımarhâneye sokan kuvvet her hâlde kendisine bir de maâş bağlayacak değildi. Şimdi gelin bu tımarhânelik zırdelinin yumurtladığı nânelerden bir kaçına bir göz atalım:

- Risâle-i Nûr düşmanları teslim olmak zorunda bırakan elmas bir kılıçtır.
- Risâle-i Nûr girdiği yerleri mübâreklendirmiş, bu arada bir ilimizi, yâni Ispartayı mübâreklik makâmı kazandırmıştır. (Cümle düşüklükleri bana âit değildir.) Eski zamanların mübârek kenti Şâm-ı Şerîfin mübârekliği Risâle-i Nûr vasıtası ile Ispartaya nasîb olmuştur. ......... Onun için bu vilâyetin bütün insanları, hattâ dinsizleri bile beni ve Risâle-i Nûru savunmak zorundadırlar.
- Risâle-i Nûr Kurânın bir aynasıdır. Bir mûcize durumundadır.
- Ölüm hakîkatinin muammâsını yalnızca Risâle-i Nûr çözmüştür.
- Nûr risâleleri içinde bâzıları birer hârikadır.
- Risâle-i Nûrun bölümlerinden bâzıları altı saatte yazıldıkları hâlde en güçlü dindâr filosoflar o parçaları altı günde bile yazıp meydana getiremezler.
- İkinci Dünyâ Savaşına katılmamızı önleyen Risâle-i Nûr olmuştur.
- Diğer yaratıklar nasıl Risâle-i Nûr ile ilgileniyorsa, kuşlar da ilgilenir elbet onunla.... Kuşlar Risâle-i Nûru başarılarından dolayı tebrîk edip alkışlarlar.
- Risâle-i Nûr çekirgelerden, serçelerden, güvercinlerden, kısacası hayvanlardan (hayvan kelimesinin tefsîrini okuyucunun muhayyelesine bırakıyorum. B. A.) başka yer küresini, hattâ hava tabakasını bile kendisiyle meşgûl etmektedir.
- Risâle-i Nûr Kurân-ı Kerîmin en hakîkî tefsîridir.
- Risâle-i Nûrdan alınan bilgiler, onu yazarken akıtılan mürekkebler, şehîtlerin kanından daha üstündür. Risâle-i Nûra yapışmak sûretiyle Peygamberin yolundan gidenler, şu fesat zamânda yüz şehît sevâbından daha çok sevâb kazanırlar.
- Risâle-i Nûru okumak ya da yazmak, âlim olmak için yeterlidir. Başka şey istemez.
- Risâle-i Nûra itîrâz edilemez. Yapılacak bir itîrâz en ulu kişilerden, Kutb-u Âzamdan da gelse aldırış edilmemelidir.
Bu ve benzeri saçmalıkları uzatmak mümkün. Yukarıdaki incileri (!) Tûran Dursun’un adı geçen eserinin 40 ilâ 62. sayfalarınan rastgele aldım. Yazar belli ki söylenenleri daha anlaşılır hâle getirmek için çetrefil Kürt hammal Türkçesiyle yazılanları sâdeleştirmiş. Dursun kitabında Kürt Saîdin çelişkilerini, mürîdlerinin bu câhil deliyi ne için ve nasıl övdüklerini vs. ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Nûrculuğun ne mene bir ahmaklık olduğunu öğrenmek isteyenler için vaz geçilmez bir kitaptır, şâyân-ı tavsîyedir. Sâdece bir misâl olsun diye Tûran Dursunun kitabının 13 sayfasında Kürt Saîd için söylediklerini tekrâr etmek kâfidir sanırım:“Saîd-i Nursîyi kısaca anlatmak gerekirse şöyle denilebilir; Saîd-i Nursî, karanlık emellerini gerçekleştirmek için dînimizi âlet eden, gerçekte dînin temel ilkelerine bile inandığı şüpheli olan riyâkâr bir insan olarak yaşamış ve hayâtının sonuna kadar bu tutumunu sürdürmüştür”.İkinci önemli husûs ise Kürt Saîdin bir Kürt milliyetçisi olduğudur. Bu adamın 1327 (=1909) yılında Istanbul Vezîr Handa bulunan İkbâl-i Millet Matbaâsında basılmış “İki Mekteb-i Musîbetin Şahâdetnâmesi Yâhut Dîvân-ı Harb-ı Örfî ve Saîd-i Kürdî” adlı 48 sayfalık bir eseri vardır. Kendisi de burada ayrıca Kürt olduğunu açıkça belirtmektedir. Eserin editörü de Kürdîzâde Ahmed Râmizdir. Eserin hâtime kısmı Kürt Saîdin nasıl Kürt milliyetçiliği yaptığını göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Her zamân olduğu gibi çapraşık ve ağdalı bir dille yazılmış olan bu kısım şöyledir:“Ebnâ-i cinsime (soydaşlarıma) burada birkaç söz söylemezsem, bence bahs nâtamâm (eksik) kalır. Ey Âsûrîler ve Keyânîlerin cihângîrlik zamânında pişdâr, kahramân askerleri olan aslan Kürtler! Beşyüz senedir yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa sahrâ-i vahşette vahşet ve gaflet sizi yağma edecektir. Hikmet-i ilâhî denen makine-i âlemin nizâmı ve telgraf hattı gibi umûm âleme mümted ve müteşâib kânûn-i nûrânî-i ilâhînin müessisi olan hikmet-i ilâhî ufk-ı ezelden engüşt-i kaderi kaldırmış size emr ediyor ki, tefrika ile katre katre müteferrik su gibi zâyî olan hamiyyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle tevhîd ve mezcederek zerrâtın câzibe-i cüz’iyyeleri gibi câzibe-i umûmî-i millî teşkili ile Kürt gibi bir kütle-i azîmi küre gibi tedvîr ederek şems-i şevket-i islâmiyye ve Osmâniyyenin mevkîbinde bir kevkeb-i münevver gibi câzibesini ittibâ ile muvâzene ve âheng-i umûmiyyeyi muhâfaza ediniz.....”
Bu lâf kalabalığı böylece devâm edip gidiyor. Türkçesi kısaca şöyle:
“Ey Âsûrlular ve Ahemenîdlerin cihângîrlik zamânında onların öncüleri ve kahramân askerleri olan aslan Kürtler! Beşyüz yıldır yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrâsında yağma edecektir. İlâhî hikmet denilen, âlem makinasının nizâmı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dalbudak salan Tanrının nûrlu kânûnunun kurucusu olan ilâhî hikmet ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış size emr ediyor ki, ayrılık gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi milliyet fikri ile birleştirip kaynaştırarak zerrelerdeki küçük câzibelerden bir umûmî ve millî câzibe teşkîli ile Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünyâ gibi döndürerek İslâm ve Osmânlı şevket güneşinin mevkîbinde parlak bir yıldız gibi câzibesine uymakla muvâzeneyi ve umûmî âhengi muhâfaza ediniz”.
Bu acemîce bir araya getirilmiş lâf salatasının daha başında anlaşılacağı üzere Kürt Saîd bütün Kürtleri Kürt milliyetçiliği fikri etrâfında birleşmeye çağırmaktadır. Yazının devâmı okunduğunda da başka bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Bu tevîl ve tefsîr edilemeyecek kadar açıktır. Yâni Kürt Saîdin bir İslâmcı değil, bir Kürtçü olduğunu anlamamak için ahmak veyâ hâin olmak gerekmektedir.
Eğer Atsızın 7 Mart 1964 târihli Ötüken dergisinin 109. sayısında neşr edilmiş olan “Nûrculuk Denen Sayıklama” isimli makâlesinde de ifâde ettiği gibi Kürt Saîdin amacı geri kalmış Kürtleri kalkındırmak olsa idi, o zamân ‘Bilgi sâhibi olun, okuyun’ vs. demekle yetinir, kimsenin de buna bir îtirâzı olmazdı. Ama sen kalkacaksın, ilkel bir dil olan Kürtçeyi edebî bir dil olan Türkçeye karşı tavsîye edeceksin, meşrûtiyetin memlekette sebeb olduğu sarsıntıdan ve otoritenin gevşemesinden istifâde ederek kendi cemâat gâyelerini gerçekleştirmek isteyen Hristiyan tebaalar gibi bir Müslümân kardeş (!) olarak imparatorluğun bütün yükünü ve çilesini çekmiş olan Türkleri arkadan vurmaya çalışacaksın, kendine târih ve şeref uydurma ihtiyâcında olan bütün ilkel cemâatler gibi bir roman kahramânı olan Zâloğlu Rüstem ve sâdece anası Kürt olan Selâhâddîn Eyyûbîyi birer Kürt kahramânı diye empoze etmeye çalışacaksın, Kürtlerin mevhûm meziyetlerini ileri süreceksin ve onlara devlet kurdurmaya çalışacaksın, devletin buna müsaade etmeyeceğini anlayınca da 180 derece çark edip Saîd-i Kürdî adını Saîd-i Nursî yaparak Nûr Risâleleri diye cehlin ve taassubun örneği olan karalamalarla bir dîn mürşîdi olmayı başaracaksın. Bravo doğrusu!
Fakat sahtekârlık burada bitmiyor. Yukarıda kısaca ilk paragrafını verdiğimiz hâtimenin Sözler Yayınevi tarafından yayınlanan 1960 ve 1978 baskılarındaki metin ilk metinden farklıdır. “Ebnâ-i cinsime” olmuş size “Vatandaşlarıma ve kardeşlerime”, “Ey Âsûrlular ve Ahemenîdlerin cihângîrlik zamânında onların öncüleri ve kahramân askerleri olan aslan Kürtler!” olmuş size “Ey eski çağların cihângîr Asya Ordularının kahramân askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim”, orijinaldeki 4. paragraf tamâmen kaldırılmış, 6. paragraftaki “Rüstem-i Zâl ve Selâhâddîn Eyyûbî gibi Kürt kahramânlarıyla” lâfı, felâket bir zırvalama ile olmuş size “Selâhâddîn Eyyûbî ve Celâleddîn Harzemşâh ve Sultân Selîm ve Barbaros Hayreddîn ve Rüstem-i Zâl”. Yâni Nûrcular zırvayı bile tevil ederek dansözlere dil ısırtan bir kıvırtmayla cibiliyetlerinin, ahlâklarının ve müslümânlıklarının (!) gereğini hakkıyla yerine getirmişlerdir.Bu arada Kürt Saîdin İkinci Meşrûtiyetten sonra İttihâd ve Terakkî içine girmeye çalışmasını da söylemek gerekir. Bundan maksad tabiî tarafdâr olması değil, hayâl ettiği Kürdistan için bir takım haklar elde etmekdi. Aynı zamânda da Abdülhamîde muhâlif bir harekete katılmış olmakdı. Saîd daha o zamân ırkçılığını yakınlaşmalarıyla ortaya koymaktadır. Abdullah Cevdete yakınlığı ve Ziyâ Gökalpe mesâfesi bunun bir tezâhürüdür. Saîdin Şark ve Kürdistan, Kürt Teâvün ve Terakkî Gazetesi, Volkan, Tanîn, Serbestî, Mizân, Misbah gibi gazetelerde Kürtler hakkında epey yazı yazdığı bilinen bir gerçektir. Yâni Kürt Saîdin herkesin inandırılmaya çalışıldığı gibi bir dîn âlimi filan değil, düpedüz bir Kürtçü olduğunu her fırsatta tekrâr etmekte fayda var. Netekim kendini yakın hissettiği Abdullah Cevdet, Kürt Teâvün ve Terakkî Cemiyyeti adı altında başlayan harekete daha Mısırda iken Kürt Saîdin Meşrûtiyet sebebiyle verdiği hutbeleri İctihâd Matbaâsının Istanbul şubesinde bastırarak destek vermiştir. Şükrü Hanioğlu “Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi” (Istanbul, 1982, Üçdal Neşriyat) isimli kitabının 315inci sayfasında şöyle demektedir: “Ayrıca siyasal ve felsefî açıdan Abdullah Cevdetin uyuşmasının imkânsız olduğu Said-i Kürdî gibi bir kişiye yardımcı olmasının tek nedeni de bu boyut – Hanioğlu burada etnik boyutu kasd etmektedir. B. A. – olarak ortaya çıkmaktadır. Tabiî ki Kürtlüğünü her dâim ön plana çıkaran Saîd, Ziyâ Gökalpe düşmanlık besleyecek ve ‘Bir kelle soğanı bir Kızılelmaya değişmem’ cevherini yumurtlayacaktır (Göldaş, age, s. 31). Türk düşmanlığı eğer böyle ifâde edilmeyecekse, daha nasıl ifâde edilecektir, bilemem.Saîd-i Kürdîyi 21. asrın en büyük İslâmî düşünürü zanneden bâzı Bâb-ı Âlî geri zekâlılarını bir yana koyalım, Şerif Mardin gibi profesörlerin dahî Özdemir İncenin Hürriyetteki 9 Nisan 2008 târihli makalesinde kullandığı isâbetli tâbirle, bu câhil Kürde “kitaplarıyla kalfalık etmeleri” her türlü ilmî ahlâka aykırı olduğundan maâdâ utanç vericidir. Profesör Mardin bu Kürdü bir filozof, bir dîn âlimi olarak takdîm etmektedir. Eğer Şükrü Hanioğlunun bahs ettiği etnik boyut burada da bir rol oynamakta ise takke düşmüş, kel görünmüştür.Bundan gayrı hükûmetin başı daha bir iki gün önce demokrasi açılımı adı altında başlattığı ve benim şahsen henüz anlayamadığım “süreç” hakkında konuşurken Saîd-i Kürdîyi de anmış ve bu Kürdün adı geçer geçmez ortalığı bir alkış tûfânı kaplamış. Uzun yıllardır Kanadada yaşadığım için biliyorum; bizim Eskimo dediğimiz ve Kanadanın kuzey kesimlerinde yaşayan yerliler köpeklerini tam olarak doyurmaz, yarı aç bırakırlar (dı). Daha iyi söz dinlesinler diye. Açlığı eğer maddî değil mânevî açlık olarak anlar ve bilgi ve millete mâl olmuş sâir değerlerin topu birden olarak mütâlaa ederseniz, ne demek istediğim açıkça ortaya çıkar.Pekiyi, hangi dağda Kürt (!) öldü de Saîd-i Kürdî 23 Mart 1960da dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya intikâl ettiğinde 19 yaşında bir tıfıl olan Fetullah Gülen Saîd-i Kürdînin yerine nâ’ib tâyin edildi? Kim etti? Neden bu kadar zamân geçsin diye beklenildi? Vs. vs. Fetullah Gülen hakkında epey yazıldı çizildi. Daha da yazılıp çizilecek elbet. Ama hakkında doktora tezi yazılacak kadar bilgi bulunan bu adam hakkında doğru dürüst bir araştırma benim bildiğim kadarıyla yapılmış değil, yapılanlar ise eksik. Meselâ neden dini istismâr edip cebini dolduran beyni kefenli softalar yakalanmalarına ramak kala Suûdî Arabistan veyâ başka müslüman ülkelerden biri yerine ya Avrupaya kaçar, ya Amerikaya çok merâk etmişimdir. Batı hakkında mânevî açlık çektiklerinden mi acep?Asıl şaşılacak nokta bu tarantula suratlıların davranışı değil, çünki onlar cibiliyyetlerinin îcâbını yerine getirmektedirler, ama binlerce, hattâ onbinlerce Türkün bu câhil adamların peşinden gidip onların hâinâne öğreti ve öğütlerine körü körüne boyun eğmeleridir. Saîd-i Kürdînin cehâletini yukarıda açıklamaya çalıştım. Pekiyi de daha ilkokul diploması bile olup olmadığından şüphe edilen diğer bir câhil olan Fetullah Güleni Amerikalı ve Avrupalı sâhiblerinin bir âlim mertebesine yükseltmelerine ve buna kerâmet Batılı ağızlardan işitildiği için dangalakçasına inanan Etrâk-ı bîidrâk tâ’ifesines ne buyurulur? Kanını, soyunu inkâr edenlere veyâ Fetullah gibi buna başka bir devlet eliyle âlet olanlara dünyânın neresinde hoş gözle bakılmıştır? Elbet bir milleti çökertmek için o milletin içinden çıkacak hâinlere ihtiyâc olacaktır. Ve elbet bunlar iplikleri pazara çıktığı zamân hizmetinde bulundukları ülkelere kaçıp sığıntı olarak süflî hayatlarını orada yaşayacaklardır. Bunların doğdukları topraklara dönebilmeleri ancak hizmet ettikleri devletlerin hedeflerine nâil olmalarıyla mümkündür. Bu sapıkların sâdece kanlarından değil, vicdanlarından da şüphe etmek gerekir. Ama tabiî vicdan insanlara mahsûs bir kavramdır.Uzun lâfın kısası Kürtçülüğün hizmetinde olan Nûrculuk denen mâneviyât çöplüğünün İslâmiyet ile alâkası yoktur. İslâmiyet asırlar boyu âlimlerini yetiştirmiştir. Dolayısı ile İslâmiyetin Kürt hammal Türkçesiyle yazı yazan Saîd-i Kürdî ve Türkçeyi Ermeni şîvesiyle konuşan Fetullah Gülen gibi kerâmetleri Amerikadan menkûl İslâm âlimi geçinen maskaralara ihtiyâcı yoktur. Olsa olsa Amerikan dış siyâsetinin Türkiyede hedeflerine varabilmek için kerâmeti Washingtondan menkûl bazı maskaralara ihtiyâcı vardır.

Ne demiş Kazak kardeşlerimiz;
itdin ıssı bar bolsa, böriniñ Kudayı bar.

Dr. Buğra Atsız
18 ocak 2010 Kanada

http://www.2023istanbul.com/kose-yazisi/122/nurculuk-denen-maneviyat-coplugu.html

16 Eylül 2010 Perşembe

AĞUSTOS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 4


KİTABIN ADI : 3 Rus ve 3 İngiliz’in Güney Afrika Serüvenleri
KİTABIN YAZARI : Jules Verne
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Ender Bedisel
KİTABIN YAYINEVİ : İthaki Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2010
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 354 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10
YORUM : Jules Verne’in, halen birebir orijinal kitap tercümelerini yayınlayan İthaki Yayınevi’ni bu çok değerli çalışması nedeniyle önceki kitap tanıtımlarında kutlamıştım.
Bu romanında Jules Verne, okurlarını Güney Afrika’ya götürüyor. O sırada “Kırım Savaşı" nedeniyle ülkeleri birbiriyle savaş halinde olan Rus ve İngiliz bilim adamları hem zevkl ve hem de sıkıntılı bir işbirliği içine giriyorlar.
Jules Verne, hiçbir art niyet taşımadan tüm dünya halklarını yeri geldiğince romanlarına kahraman yapıyor.
Jules Verne’in bugünkü toplumsal duyarlılık açısından 2 zaafı var. Buna da bazı romanlarında istemeden düşüyor. “İstemeden” ifadesi çok anlamlı değil. Kendi çağındaki düşünceyi taşıyor dersem daha doğru olacak.
Birincisi, Avrupalı roman kahramanları, diğer ülkelerdeki serüvenlerde “Uygar beyaz adam” davranışı içindeler. Onlar için tüm dünya ve diğer insanlar, onlara hizmet etmek için yaratılmışlar. Tüm insanlar, tüm flora ve tüm fauna uygar beyaz adam için sadece bir ayrıntı.
2. zaaf ise, birinciyle ilintili olarak, uygar beyaz adam, tüm dünyadaki hayvanları, hem açlık gidermek ve hem de avcılık zevki için durmadan öldürüyor.
Fakat, kitabın sonunda her şeye rağmen büyük ustaya bir kez daha saygı duyuyorsunuz.
İyi okumalar.

15 Eylül 2010 Çarşamba

FARE YÜREĞİ

Sayın Volkan Akar'ın gönderdiği bu sevimli yazıyı ben de sizlerle paylaşıyorum.


Bir Hint masalına göre; Kedi korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür.Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya başlar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkan yok. Onu eski haline döndürür. Ve der ki; "Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem."


Ünlü yazar Shakespeare, bu konuda şöyle diyor:

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.

14 Eylül 2010 Salı

AĞUSTOS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 3



KİTABIN ADI : Bilinç Gökten Düşmedi
KİTABIN YAZARI : Hoimar V. Ditfurth
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Veysel Atayman
KİTABIN YAYINEVİ : Cumhuriyet Kitapları
KİTABIN BASKI YILI : 2007
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 529 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10
YORUM : Geçtiğimiz aylarda üstad yazarın bu konudaki ilk kitabı olan “Başlangıçta hidrojen vardı”’kitabının tanıtımını yapmıştım. Bu kitabın devamı niteliğinde, hemen hemen anlatımına kaldığı yerden devam eden bu kitap yine bitinceye kadar elden düşürülmeyecek değerde ve önemde.
Artık Dünyada kalıcı olarak var olan canlı formu için olabilecek en büyük tehlike öldürücü oksijen’in sürekli artarak canlı yaşamı yok etmeye yönelmesi karşısında “yaşam” kendisini nasıl korumayı ve sağ kalmayı başardı?
Elbette oksijeni solumayı başararak.
Görmek, bugün insan ve hayvanlar için ne derece önemli değil mi? Peki canlı form, gözü nasıl evrimleştirdi? (Kitabın kanımca en etkileyici sayfaları)
Tek tanrılı kitapların uydurmalarını yerle bir eden Darwinci evrim ile, her satırı bilgi ile dolu bu kitapla yaşamın basamaklarını ağır ağır çıkıyorsunuz keyifle, coşkuyla.
Kitabın son satırlarındaki muhteşem cümle (birebir aynı değilse de affedin); “…Şu andaki insan formu gelecek nesillerin Neanderthal’idir…”

Hoimar Gerhard Friedrich Ernst von Ditfurth (1921/10/15 -1.11.1989) Alman doktor, tv moderatörü ve popüler bilim kitapları yazarıdır.
Hoimar von Ditfurth Ekim 1921.de doğdu. Berlin ve Hamburg’da tıp eğitimi aldı. Psikoloji ve felsefe üzerine 1946’da doktora yaptı. 1948 -1960 arasında hastanelerde çalıştı. 1968’de serbest öğretim görevlisi, yayıncı ve bilimsel gazeteci oldu.
1949 yılında Hoimar Von Ditfurth, Heilwig von Raven ile evlendi. Dört çocuk sahibi oldu. Jutta , Wolf-Christian, Donata-Friederike, York-Alexander.
Oğlu Christian von Ditfurth önemli bir tarihçi, gazeteci ve yazar olarak olurken Kızı Jutta von Ditfurth politikaya atıldı.
Hoimar von Ditfurth Alman PEN-Zentrum üyesi oldu.
Kasım 1989 de Freiburg im Breisgau’da tiroid kanserinden vefat etti



13 Eylül 2010 Pazartesi

EFLATUN


Eflatun'a iki soru sormuşlar;
- Birincisi, İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan iki davranışı nedir ?
Eflatun tek tek sıralamış,
Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler Ne var ki çocukluklarını özlerler Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler. Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar. Sonuçta, ne bugünü, ne de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecek gibi yaparlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.
Sıra gelmiş ikinci soruya;
-"Peki sen ne öneriyorsun?"
Bilge yine sıralamış,
Kimseye kendinizi "sevdirmeye" kalkmayın ! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi "sevilmeye" bırakmaktır. Önemli olan; hayatta,"en çok şey'e sahip olmak" değil,"en az şey"e ihtiyaç duymaktır.

3 Eylül 2010 Cuma

SATIR ARALARINI KAÇIRMAYALIM

Günlük koşturmaların içinde maalesef önemli ayrıntıları gözden kaçırıyoruz. Ülkemizin tüm değerlerinin yok edilmesine yönelik dünya çapındaki sinsi planın bir parçası olarak, günlük hayatta kimi satırarası konuşmalara gereken önemi vermiyoruz. Bu küçük ayrıntılarla toplumumuzun belleği yok edilmeye çalışıyor. Farkeden tüm duyarlı insanlar çırpınış içinde.

Aşağıda dikkatli bir yurtseverin feryadı yer alıyor. Sayın Şule Sarıoğlu'nun benimle paylaşmak nezaketini gösterdiği bu yazıyı dikkatinize sunuyorum;

"Başbakanın Çorum mitingini dinleyen oldu mu bilmiyorum. Haberlerde özetini izledim, kanım dondu. Recep Bey diyor ki ;
''Millet olarak Çorum'la, Çorum'un yiğitliğiyle, mertliğiyle, gözü pekliğiyle her zaman gurur duyduk, nasıl ki Çorum bu topraklardan yetişmiş Akşemsettin Hazretleriyle, Ebusuud Efendi'yle, Koyunbaba'yla, İskilipli Atıf Hoca'yla gurur duyuyorsa, bizler de Çorum'la gurur duyuyoruz. Biz sizlerle gurur duyuyoruz.''
Ve bu sözler hiç kimse tarafından gündeme getirilmedi, eleştiri konusu yapılmadı.
Peki kim bu Ebu Suud efendi, kim bu İskilipli Atıf hoca ?
Çorumlular neden bu hemşehrileriyle gurur duysunlar ki ? Çorum başka adam mı çıkaramamış yüzyıllardır? Ebusuud efendi'yi kısaca tanıtayım. Yuvuz Sultan Selim'in Şeyhül İslam'ı. Alevilerin, canları, malları, namusları size helaldir diye fetva veren şerefsiz. İster okla, ister mızrakla, ister bıçakla olsun alevilerin kestiği mırdardır, yenilmez diyen yobaz. Bu şerefsize sorarlar, elimize geçirdiğimiz alevi kadınlarını ne yapalım diye ? Verdiği cevap, ''BELİNİZE KUVVET '' İşte bu şerefsizle Çorumlular gurur duymalıymış Recep Bey'e göre..

Peki ; İskilipli Atıf Hoca kimdir ?
İstiklal savaşında Mustafa Kemal isyankardır, katli vaciptir, Yunan askerleri, padişahımız efendimizin daveti üzerine gelmişlerdir, onlara saygılı olalım diye yazılar yazan bir şerefsizdir. Türk askerlerine yazdığı mesajlarla, Türk askerinin cepheden çekilmelerini istemiş, padişahımın emirlerine karşı gelmeyin, Mustafa Kemal'e karşı gelin mealindeki yazıları Yunan uçakları tarafından cephedeki mevzilere atılmış, askerin dağılması amaçlanmıştır. Zaferden sonra istiklal mahkemelerinde yargılanmış ve asılmıştır. Ve Recep Bey Çorumluların bu şerefsizle gurur duymaları gerektiğini haykırmaktadır. Kanım dondu...Nutkum tutuldu.... Ve hiç kimsenin gıkı çıkmadı bu konuda. Erzurumlunun dediği gibi ÖRT Kİ ÖLİM....

Veysel TUNÇ 21.08.2010


2 Eylül 2010 Perşembe

AĞUSTOS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 2


KİTABIN ADI : Piyango Bileti
KİTABIN YAZARI : Jules Verne
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Ender Bedisel
KİTABIN YAYINEVİ : İthaki Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2010
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 262 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10
YORUM : Jules Verne romanlarını küçükken okumayan yoktur sanırım. Zamanında bizlere serüven ve macera romancısı olarak tanıtılan yazarı ben de çocukken büyük keyifle okumuştum. Ancak sanırım 1960-70 yıllarda Türkçe’ye çevrilen kitaplarının sayısı 10’u geçmemiştir.
Daha önce sitemde Kasım 2009 yılında “Jules Verne üzerine" başlıklı yazımda anlattığım gibi İthaki Yayınevi bir süredir değerli yazarın tüm romanlarının tıpkı basımlarını yapıyor. Tüm eserleri külliyat halinde dilimize kazandırılacak. Bu projeyi gönülden destekliyor ve çıkan tüm kitapları sabırla biriktiriyorum. Tamamı 105 civarında olan –belki de yarım romanları da tercüme edilecek- kitapların yayınının tamamlanması sanırım bir 10 yıl kadar daha sürecek. Umut ederim yarım bırakılmaz.
Jules Verne, kitaplarında her ulustan insanları roman kahramanı yapmıştır. Bu kitabının kahramanları ise Norveçli.
Ülkesi dışına adım atmamış, denizi sadece kıyıdan görmüş bir insan için sırf bu kitaptaki doğa betimlemeleri için dahi olsa kitabı okumanızı öneririm. Kitabın konusu kanımca çok önemli değil. Yaklaşık 150 yıl önce yazılmış olması bazı konuları tartışmamızın önüne geçecek bir zaman aralığı. Jules Verne’in dünyasını bir şekilde ziyaret etmenizi öneririm.


1 Eylül 2010 Çarşamba

TUZ KOKMAYA BAŞLARSA!...

(Sayın yazarın izniyle)




İftira, şantaj, sahte resmi evrak düzenlemek, adaleti yanıltmak, devlet memuru nüfuzunu kötüye kullanmak, yasa dışı örgüt kurmak, yasa dışı örgüte yardım ve yataklık etmek, cürüm atmak vb. gibi(1) hangi suçu ararsan var Hanefi Avcı’nın iddiaları arasında…
CMK’nun 250. maddesine göre kurulmuş Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılıklarının soruşturmakta olduğu davaların, hazırlık safhasından tutun da, kovuşturma safhasına kadar her aşamada, bu suçları işleyen; “polis, savcı ve hakim” vardır diyor eski İstihbarat Dairesi’nin başkanı… Bu nedenle bugün için, polis ve yargı zan altındadır!..
Bu sorun temelinden çözülerek; adı geçen kurumlar ile bu kurumların personeli hakkında “ancak yasala saygılı ve tarafsız hale geldiler” şeklinde bir kanı topluma yerleşmedikçe halimiz dumandır!..
Tez elden “tarafsız” ve sadece “yasalara bağlı” müfettişler ile Cumhuriyet Savcıları eliyle bütün iddialar araştırılıp, bir an evvel gereği yapılmalıdır. Hakimler ve Savcılar hakkında ileri sürülen iddialar için ise, bir saniye bile vakit geçirilemez. Onlarla ilgili isnatlar, hepsinden de daha önemlidir. Dolayısıyla bu aşamada HSYK’nun çalışmalarını askıya almak aymazlıkların en büyüğü sayılır… Aksi halde yasalara uygun ve adil olarak verilen kararlar da tartışılmaya başlanabilir... Devlet, temeli olan adaleti dağıtamazsa, araya yasa dışı oluşumların girmesi doğaldır. Adaletin yarattığı boşluğu dünyanın her yerinde yasa dışı oluşumlar doldurur… Bu halde de sonuç yine felakettir!..
Avcı’nın geçmişi, siyasi görüşü ve ilişkileri bizi çok ilgilendirmez. Söylediklerini görmezden gelerek, tartışmayı bu yönleri üzerinde yoğunlaştırmak bir karartmadır.(2) Avcı, mesleği, konumu ve geçmişte yürüttüğü görevler bakımından CANLI BİR KANITTIR. Bu en önemli kanıtın ‘karartılmaması’ ve ‘ortadan kaldırılmaması’(!) için bütün önlemler alınmalıdır!!.. Ayrıca söylediğine göre, kamu tanığı olarak, bütün iddialarını kanıtlara bağlayacak durumdadır!.. Kitabında bütün kanıtlarını ortaya sermemiş olmasını anlayışla karşılanmak gerekir. Zira o hala bir kamu görevlisi; tecrübeli bir Emniyet Müdürü’dür. İlgili makamlarla sunulması gereken kanıtları, kamuoyu ile paylaşmaması son derece doğaldır…
Avcı, yasadışı dinlemelerin “ihbar mektubuna” dönüştürüldüğünü söylüyor. Bu konuda en tipik ve çarpıcı örnek olarak Emniyet Genel Müdür Yardımcıları ile ilgili olanı gösteriyor: “20 kişilik bir ekip, o bilgileri 1 yılda bir araya getiremez” diyor… İhbarcı 20 kişilik ekipten daha yetenekli, ve daha geniş olanaklara sahip olamayacağına göre, bu ‘isimsiz’ ihbar dileklerini verenlerin, bu şekilde ‘isimlerini’ de vermiş oluyor!.. Devletin olanaklarını kullanarak, yasa dışı yöntemlerle kanıt toplamanın ve bunları bir “ihbar dilekçesi’ne ekleyerek, suçlamalarda bulunmanın adı, ‘kanıt üretmek’ değil de nedir?.. Kanıtları toplamakla görevli olanlar, kanıt üretebilirler mi?.. Resmi kurumlar, kanıt üretmeye başlarsa, bunun nereye kadar gideceğini kim kestirebilir ki?..
Ülkede istihbarat, asayiş ve güvenliği sağlamakla görevli resmi kuruluşların, “CMK 250. madde kapsamında ‘cebir’ ve ‘şiddeti’ temel alan “Ergenekon” adlı bir örgüt yoktur” şeklindeki bir saptama yapan görevlilerine tuzak kurarak, onları görevden almaya kalkışmanın bir anlamı olmalıdır!?.. Yerlerine geleceklere gözdağı vermek mi, yoksa onları komplonun içinde rol almaya zorlamak mı, onu bilemem!.. Böyle bir yönetime kim, nasıl güvenebilir?.. Devletin ilgili ve yetkili kurumlarından gelen bu bilgiler ışığında, özel yetkili savcıların, yetkili olmadıkları ve özel yetkili mahkemelerin de görevsiz oldukları davalara baktıkları apaçıktır!.. ‘Doğal Yargıç İlkesi’nin ihlal edildiği ve salt bu yüzden bile, verilen tüm kararların tartışılacağı açıktır… Peki hükümetin bu inadı nedendir?..
İddiaların doğru çıkması halinde; yasadışı yöntemlerle kanıt toplama, resmi belgelerde sahtecilik yapma ve ifadeleri tahrif etme gibi eylemler sonucunda hazırlanan belgelerle, açılmış olduğu ileri sürülen “Ergenekon”, “Yakamoz”, “Ayışığı” ve “Balyoz” vb. gibi davların tamamı, temelsiz kalarak çökecektir!.. Bu durum bugünden belli olmuştur.Bu davların tümünün masa başında ‘üretildikleri’ ve ortaya çıkacakları ‘skandal’ niteliğindeki iddialar bahane edilerek, yargının iktidara bağımlı hale getirileceğini ileri sürenler ise, yerden göğe kadar haklıdır!..
Referandumda öne çıkan iki temel konu, Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na üye seçimidir. Diğer düzenlemelere, daha Mecliste görüşülürlerken bile karşı çıkan kimse olmamıştı. O halde bu iki önemli değişikliğin, yargıyı yürütmeye bağımlı hale getireceği ve bu şekilde yürütmenin denetlenmesini imkansız hale getireceği son derece açıktır. Bu da AKP’nin, keyfi ve baskıcı bir yönetime geçmek istediği şeklindeki iddialarını doğru olduğunu göstermektedir. Bu durumun adı silahsız ‘karşıdevrimdir’!..
Asıl tartışılması gereken konu bu iken, hükümet adına yapılan açıklamalar, hedef şaşırtıcı ve fakat oldukça dikkat çekicidir. Aynı zamanda ABD vatandaşı da olan Devlet Bakanımız Egemen Bağış, iftar sofrasına katılanlardan “evet” oyu isteyerek, insafsız bir şekilde dini siyasete alet etmektedir… Hocaları Fetullah Gülen, “İmkan olsa mezardakileri bile kaldırarak referanduma “evet” oyu kullandırmak lazım” dedikten sonra, herkesin en az 10-20 kişiyi sandığa götürme talimatını da vererek, Milli Görüş’ün “seçmen zimmetleme” yönteminin, bu referandumda kullanılmasını istemiştir...(3) Başbakan, umreye gitmeyi erteleyin, referandumda evet oyu kullanmaya gelin diye, teşkilatına genelge göndermiştir(4)… Ayrıca “hayır” diyecek kurumları tehdit etmiştir!..(5) Hükümetin referanduma verdiği bu hayati önemin bir nedeni olmalıdır?!..
Anlaşılan hükümetin, elinde her kesime karşı kullanabileceği “şantaj” ve “tehdit” malzemesi var! Bunları hayasızca kullanabileceği de, Hanefi Avcı’nın anlatımlarından bellidir. O nedenle kamuoyunda bilinen pek çok isim, kabuklarına çekilmiştir. Hükümet Kürtlerin oylarından da bir türlü vazgeçemiyor. Gizli görüşmeler, ‘ateşkes’ istemeleri gırla gidiyor!.. Bir yandan el altından ‘Apo’ ile görüşülürken, diğer yandan bu görüşmeler nedeniyle kaybedilecek oyları da geri almak isteniyor. Hükümetin ayakları iyice ipe dolanmış!.. Hiç kuşku yok ki, bu referandumu iktidarın devamı için hayat memat meselesi yapmışlar. Hanefi Avcı’nın “cemaat örgütlenmesinin mevcut AK Parti hükümeti hakkında da bilgi depoladığına”(6) ilişkin iddiası, doğal olarak hükümeti de korkutuyor. Sırası geldiğinde hükümet üyeleri ile bürokratlarını birlikte sanık sandalyesine oturtacak olan bu bilgilerin, yeni gelecek hükümetin eline geçmesini göze alamıyorlar! O nedenle iktidarda kalabilmek için her şeyi yapabilirler!.. Bazı yorumcular(7), hükümet Öcalan’ın “terörü tırmandırırım ya da benimle müzakere masasına otur” tehdidine boyun eğdi… Siyasi anlamda da askeri anlamda da inisiyatif artık PKK’ya terk edilmiştir” diyor… Bunun da hangi suçu oluşturduğunu varın siz düşünün!?..
16 Mayıs Ulusal Hukuk ve Tavır Dergisi’nde yayınlanan iki “ihanet yasası” (8) da bütün bu olup bitene eklendiğinde, AKP’nin hiçbir dönemde ülke çıkarlarını korumak gibi bir derdinin olmadığı; iktidara gelebilmek ve orada kalabilmek için her türlü ödünü verebileceği ortaya çıkmıştır. İçinde yaşamakta olduğumuz bu dönem ile Kurtuluş Savaşı’nın yaşandığı dönemi karşılaştıranların; ‘o zaman ülkenin toprakları düşmanın işgali altındaydı, şimdi ise, yöneticilerin kafalarının işgali altında’ şeklindeki yakıştırmaları çok da haksız değildir!.. Hiç kuşku yok ki, böyle bir durum işgalden bile daha kötüdür. Zira, işgalde karşımızdaki düşman görülmektedir. Beyinleri işgal altında olanları fark etmek ise, oldukça zaman alıcıdır. Onların icraatlarını görmeden, beyinlerinin içinde ne olduğunu anlamak imkansız gibidir. Bu gibi nedenlerle başının belada olduğunu bilen hükümet, olası bir iktidar değişikliğinde sanık sandalyesine oturmaktan korkmaktadır!..
İstihbaratçı Hanefi Avcı’nın, “Özel yetkili mahkemelere son 6-7 yıl içinde atanan hakim ve savcılar, emsali hakim ve savcılarla değiştirilmelidir...” (9) şeklindeki
istemi ise, hukuk dışına çıkan bütün kamu personelinin yüreğini hoplatmıştır! Hakim ve Savcıların ‘Güz Kararnamesi’ görüşülürken, sıra özel yetkili hakim ve savcılara geldiğinde, Adalet Bakanı’nın taslağı geri çekerek toplantıyı engellemesi, bu korku yüzünden değilse nedendir?..
Bu arada ÖSYM de cemaatin eline geçmiş, ‘üniversitelere ve kamu kurumlarına girecekleri ‘abi’ ve ‘ablalar’ seçiyor’ şeklindeki haberin haber değeri bile kalmamıştır! Cumhurbaşkanı Gül, Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirmiş… Geçiniz efendim bunları, geçiniz!..
“Ergenekon” soruşturmasının siyasi ‘muhalefeti ezmek’ için bir araç haline geldiği, ABD’deki özel istihbarat kuruluşu Stratfor’un, “AKP ve Fetullah Gülen hareketini mercek altına aldığı İslam, Laiklik ve Türkiye’nin Geleceği İçin Kavga” başlıklı raporda da yer almış!..(10) İçeriden ve dışarıdan gözler AKP’nin üzerine odaklanmıştır…
Bu kadar yoğun bir gündemi bu halk taşıyabilir mi?..
Uzmanlara göre ”Halk arasında “cinnet” olarak adlandırılan ‘manik’ ve ‘şizofreni’ benzeri bozukluklar, sıcakların artmasıyla birlikte “öfke” ve “tahrip” davranışlarında artış sağlarken”(11), ‘gelecekte ne olacağız’ kaygısı da bu duruma tuz biber ekmektedir… İçinde bulunduğumuz durum daha da vahim bir hal alıyor… Bir iktidar düşünün, her geçen gün toplumun ruh sağlığını biraz daha bozuyor. Yakında bütün ülkeyi ‘Mazhar Osman’a çevirirlerse şaşmayın!.. O zaman ‘medeni hakları kullanma ehliyeti’miz de yok olabilir!.. Bizi bu bataktan çıkaracak olan ‘tuz’ da kokmaya başlamıştır!..

Av. Cemil Can

DİPNOTLAR:
(1) Gülen Örgütü” ve üyelerinin işlediği iddia edilen olası diğer suçlar şunlardır: Görevi kötüye kullanmak(TCK m.257);Görev yaptırmamak için direnmek(TCK m.265); İftira (TCK m.267); Yargı görevini yapanı etkilemek(TCK m.277); İşlenmekte olan suçu bildirmemek (TCK m.278-279); Suçluyu kayırmak(TCK m.283); Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs (TCK m.288);Devletin bağımsızlığını ve birliğini bozmaya yönelik fiil (TCK m.302); TC Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya başka bir düzen getirmeye teşebbüs (TCK m.309); TC hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs (TCK m.312)…
(2) “Yandaş Basın” olarak bilinen Anadolu’da Vakit, Yeni Şafak, Star, Sabah ve Taraf gibi günlük gazeteler, iddiaların araştırılması yerine, Hanefi Avcı’nın geçmişinin araştırılmasına dikkat çekip, bu yönde haber yaparak bilgi kirliliği yaratmaya devam etmektedirler…
(3) http://www.turuncutime.com/news/129/ARTICLE/18815/2010-08-24.html
(4) http://www.internethaber.com/basbakandan-umreye-gitmeyin-uyarisi-279258h.htm
(5) http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=166900
(6) http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=325187&Categoryid=1
(7) Prof. Dr. Ümit Özdağ, 25 Ağustos 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi (syf.7)
(8) 16 Mayıs Ulusal Hukuk ve Tavır Dergisi’nin 18. Sayısında Av. Mehmet Cengiz tarafından yayınlanan makalede, “İkiz Sözleşmeler diye anılan “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi” Birleşmiş Milletler’in 16 Aralık 1966 tarihli kararı ile kabul edilmiş ve imzaya açılmıştır. Türkiye tarafından 34 yıl boyunca imzalanmayan bu sözleşmeler, ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi’nin gündeme gelmesiyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti adına 15 Ağustos 2000 tarihinde Newyork’ta imzalanmıştır. Yaklaşık 3 yıl bekletilen bu sözleşmelerden birincisi, ABD’nin Irak’a askeri harekatının öncesine rastlayan 23 Aralık 2002 günü; ikincisi ise ABD’nin Bağdat’a girmesinden hemen sonra 25 Nisan 2003 günü TBMM Başkanlığına sunulmuştur. Her iki sözleşme de 4 Haziran 2003 tarihinde, 4867 ve 4868 sayılı yasalar ile TBMM’nce onaylanmıştır… Sözleşmeler, Meclis’ten içeriği gizlenerek sinsice geçirilmiştir... Meclis tutanaklarını incelediğimiz zaman, bu sözleşmelerin ”bütün halklara kendi kaderlerini tayin hakkı” tanıyan birinci maddelerinin üzerinin örtüldüğü ve okunmadan geçildiği görülmektedir… TBMM’nin internet sitesinde onaylamaya ilişkin yasa tasarılarının ekinde bu sözleşmelerin metinleri bulunmamaktadır…” denmektedir. Makalede yasa ile yaratılan tehditler kısaca şöyle sıralanmıştır: “Sözleşmeler, ekonomik olarak Türkiye’yi parçalama girişimidir; anı zamanda toplumsal olarak parçalama girişimidir de; sözleşmeler devlet ve millet bütünlüğünü ayaklar altına almaktadır; Türkiye’nin devlet egemenliğini yok etme çabasının ürünüdürler; bu sözleşmeler yabancı devletlere müdahale hakkı tanımaktadır; sözleşmeler ile Lozan antlaşması delik deşik edilmiştir; Devrim Kanunları’na öldürücü darbeler indirilmiştir; Bunlar anayasayı ortadan kaldırma girişimidir”…
(9) http://gizlibelge.wordpress.com/2010/08/26/hanefi-avcinin-feryadi/
(10) http://www.haberx.com/abdli_stratfor_raporu_referandumda_evet_cikmasi_islamcilarin_siyasi_yukselisine_temel_olusturacak(17,n,10432609,710).aspx
(11) 27 Ağustos tarihli Cumhuriyet Gazetesi (syf.9)