31 Ocak 2011 Pazartesi

SOUESSE VE KEYROUNE

Tunus gezimizin 2. günündeki izlenimlerimiz devam ediyor. Monastır kentini arkada bıraktıktan sonra sahil şeridinde biraz kuzeye doğru yöneliyoruz. Ülkenin doğu sahilleri boydan boya turizme ayrılmış bölgeler. Tamamen lüks oteller, alıveriş merkezleri ve pansiyonlarla çevrili. Daha önce değindiğim gibi, Antalya Kemer sahilleri ile benzerlik gösteriyor.
 Souesse (Sus) kenti, hemen yakına yaptırılan "Habib Burgiba" havaalanı nedeniyle oldukça tercih edilen bir tatil şehri, Monastırla yakınlığı ve hemen biraz daha kuzeydeki büyük yat limanı ile büyük bir bütünlük oluşturmuş. Türkiye'den de iki seçenekle gelme olanağı var. 1.si bizim gibi Hammamet'te konaklamak, Diğer seçenekte Souesse'de konaklamak. Tercihinize bağlı.
 Şehir, arife günü olması nedeniyle oldukça hareketliydi. Sahil şeridinde zaman kaybetmemek için bu kente ayırdığımız bir saati merkezde değerlendirdik. Şehrin meydanında küçük bir medinası var. Ancak çok kalabalık olması nedeniyle girmedik. Meydanda çok büyük (4 katlı idi) bir turistik hediyelik eşya mağazası var. Yarım saat kadar dolaştıktan sonra meydanı geçerek, yaklaşık 1 saat kadar uzaklıkta bulunan Keyroune şehrine hareket etmek zorunda kaldık. Ama Tunus'a gidecekler için önerim bu kente bir tam gün ayırmaları yerinde olacak.
 Güneşin batması yakın olduğu için şehirde ışık, fotoğraf çekimleri için sorun yarattı. Net görüntü alabilmemiz zorlaştı.

 Keyroune'a yolculuğumuzda bu kez kıyıdan ayrılarak ve güneye indiğimiz otoyolu, doğudan batıya keserek, ülkenin içine doğru giriyoruz. Çöl bölgesi olmamakla birlikte kıyıdan ayrılır ayrılmaz çevre çoraklaşıyor.

Ne yazık ki Keyroune'a ulaştığımızda hava kararmıştı. Resim konusunda büyük sıkıntı çektik. Keyroune'nın dünya çapında tanınmasına sebep olan, Ukba camiidir.
Emeviler döneminde "İfrıkıyye" valisi olan Ukbe bin Nafi, bu şehri kurarken kendi ismiyle anılan bu camiyi 670 yılında inşa ettirir. Bir anlamda islamiyetin batıyı fethi sebebiyle, en batıda inşa edilen bu cami, Mekke ve Kudüs'ten sonra en kutsal 3. mekan kabul ediliyormuş. Keyroune, 2009 yılında islam kültür başkenti seçilmiş.

 Ukba camiinin içine kısaca gezdikten sonra rehberimiz Kamel, peygamberin sahabelerinden "Sidi Sahbi" adına bir kabir mekanı bulunduğunu ve yakın olduğunu belirtince dönüşümüz öncesi burayı da kısaca gezdik.
 Sidi Sahbi'nin türbesi, şehrin meydanında bir ana giriş kapısından girilen avlu içerisinde bir mekan. Türbenin girişinde bir oda boydan boya çinilerle bezeli.
Kemal'in ifadesiyle türbe daha çok, erkek çocukların sünnet öncesi getirildiği bir ziyaretgah olarak kullanılıyormuş.
Çok az zaman ayırabildiğimiz bu kente de bu kısa ziyaretle veda ediyoruz. Şimdi 2. günümüzü de yoğun bir gezi programı ile değerlendirmiş olarak noktalıyoruz. Yaklaşık 1,5 saat kadar sürecek yolculuğumuzla otelimize ulaşacağız.
Ertesi gün bayramın 1. günü olduğu için pek çok yerin kapalı olacağını tahmin ediyoruz. Son gün gezi rotamızı, Tunus'un kuzey-doğu ucuna, "Cap Bon" tabir edilen bölgeye yapacağız.

28 Ocak 2011 Cuma

OCAK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 6

KİTABIN ADI : Soğuktan Gelen Casus (The Spy who came in from the Cold)
KİTABIN YAZARI : John Le Carre
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Mehmet Harmancı
KİTABIN YAYINEVİ : Bilgi Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 1983
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI:  227 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 8/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 7/10

YORUM: Bu kez, genel kitap okuma tarzımın dışına çıkıyor ve gerçekte okumakta çok geç kaldığım ilginç bir kitabı tanıtıyorum.
Yaşları 40’ın üzerinde olanların daha iyi bileceği bir dönem romanı. 1960-1970 li yıllar Nato ülkeleri ile Varşova Paktı ülkelerinin “soğuk savaş” adı altında, gerçekten düşük yoğunluklu bir savaşı, casuslar savaşı olmuştu. Her iki taraf içinde diğer ülkelere sızmak, bilgi almak, yandaş casuslar yaratmak, sabotaj, gizli bilgilerin çalınması önemli bir performans niteliğinde idi. Bu uğurda nice canlar yitirildi. Suçlu suçsuz pek çok insanın canı yandı.
John le Carre bu dönemi belki de en iyi yazan kişidir. Bu dönem romanlarının çoğu filmlere ve dizilere konu oldu. Genellikle romanlarında gerçekliğe büyük ölçüde yaklaştığı kabul edilir.
1963’de yazdığı bu romanı ile 1965 yılında “en iyi yazar” ödülü aldığını belirteyim.
Casusların gerilimli, gizemli ve acımasız dünyasına hoş geldiniz.

John le Carré: Asıl adı; David John Moore Cornwell (19 Ekim 1931, İngiltere-Dorset)

Richard Thomas Archibald Cornwell ve Olive Cornwell'in oğlu, Aktris Charlotte Cornwel'in kardeşi John le Carré, 19 Ekim'de doğdu. Berkshire'ın yakınında Pangbourne'da St.Andrew hazırlık okulunda resmi eğitimine başladı ve Sherborne okulunda devam etti. 1948'den 1949'a kadar, Berne üniversitesinde yabancı diller üzerine çalıştı. Sonra Oxford da Lincoln kolejine devam etti bir B.A.'le (dereceyle) 1956'da mezun oldu. İki yıl boyunca Eton Koleji'nde ders verdi. Le Carré 1959'da Eton'dan ayrıldı. Sonraki beş yıl boyunca İngiliz Dışişleri Bakanlığı için çalıştı. Önce, Bonn'da ki İngiliz Elçiliğinde ikinci sekreter olarak hizmet verdi, daha sonra konsolos olarak siyasal bir hizmet için Hamburg'a transfer edildi. Le Carré, MI6'ya asker yazıldı. 1961'de ilk romanını yazdı.
Bibliyografi
Call for the Dead (1961)
A Murder of Quality (1962)
The Spy Who Came in from the Cold (1963) (Edgar Ödülü 1965, En iyi yazar)
The Incongruous Spy (seri) (1964)
       Call for the Dead
       A Murder of Quality
The Looking-Glass War (1965)
A Small Town in Germany (1968)
The Naïve and Sentimental Lover (1971)
Tinker, Tailor, Soldier, Spy (1974)
The Honourable Schoolboy (1977)
Smiley's People (1979)
The Quest for Karla (seri) (1982)
      Tinker, Tailor, Soldier, Spy
      The Honourable Schoolboy
      Smiley's People
The Little Drummer Girl (1983)
A Perfect Spy (1986)
The Russia House (1989)
The Secret Pilgrim (1991)
The Unbearable Peace (1991)
The Night Manager (1993)
Our Game (1995)
The Tailor of Panama (1996)
Nervous Times (1998)
Single & Single (1999)
The Constant Gardener (2001)
Absolute Friends (2003)
The Mission Song (2006)

27 Ocak 2011 Perşembe

TÜRBANA NEDEN KARŞIYIM

1) Türbana, bir yasaklama aracı olduğu için karşıyım. Türban bir yasaklama aracıdır, çünkü her şeyden önce kadın saçına yasak getirmektedir. 'türbana özgürlük' demek, 'kadına yasak getirin' demek olduğu için türbana karşıyım.
2) Türbana, kadına bir hakaret olduğu için karşıyım. Çünkü türban, kadını erkekten aşağı gören, kadını ikinci sınıf insan kabul eden, kadını bir günah sembolü olarak aşağılayan erkek egemen, çağdışı, arkaik bir anlayışın sembolüdür.
3) Türbana, erkeğe bir hakaret olduğu için karşıyım. Kadın türban takmazsa, erkeğin şehvet duygularına esir düşeceğini varsayan ve erkeği gelişmemiş, ilkel güdülerinin esiri bir yaratık olarak kabul eden bir zavallı anlayışa karşıyım.
4) Türban serbestisine, laik demokrasiye karşı olduğu için karşıyım. Demokrasinin temel direği laikliktir. Laik bir ülkede ise dinsel amaç veya gereksinimlere göre yasa çıkarılamaz. Türban serbestisi bu temel ilkeyi çiğnemekte, laikliğe dolayısıyla demokrasimize büyük bir darbe vurmaktadır.



5) Türban serbestisine, hukuk devletine karşı olduğu için karşıyım. Söz konusu düzenlemeye, tüm yüksek yargı kararlarına karşı bir kafa tutma anlamına geldiği için karşıyım.

6) Türban serbestisine, yalnızca ulusal değil uluslararası hukuk kararlarına karşı olduğu için de karşıyım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına ve dolayısıyla evrensel değerlere de kafa tuttuğu için karşıyım.
7) Türban serbestisine, dinsel ve/veya siyasi her türlü sembolün kamusal alanda kullanımına karşı olduğum için karşıyım. Çünkü bu tür semboller ayrıştırıcı bir işlev görecek ve gruplaşmalara, bölünmelere, kaosa neden olacaktır.
8) Türbana negatif değil, pozitif ! özgürlük yanlısı olduğum için karşıyım. Dinsel, ailevi ve benzeri baskılarla türban takmak zorunda bırakılmış bir kızımızın, kendi özgür iradesiyle bu seçimi yaptığı aldatmacasına karşıyım. Türban takarak (veya taktırarak) belirli bir ideolojiye teslim olmuş bulunan bir insanın, kişisel gelişimini tamamlaması mümkün olamayacağı için türbana karşıyım.
9)Türbanın üniversitede serbest bırakılmasına, üniversite ruhuna aykırı olduğu için karşıyım.Şu veya bu şekilde dinsel inancın girdiği bir üniversitede akıl, orayı terketmek zorunda kalacaktır. Dinsel dogmaların değil akılcı düşüncenin egemen olması gereken, laik düşüncenin en gerekli olduğu üniversitelerde böylesi bir uygulama düşünülemez.
10) Türbanın 'yalnızca' üniversitelerde serbest bırakılacağı iddiaları bir kandırmaca olduğu için bu düzenlemeye karşıyım.Çünkü bu uygulama bir domino etkisi yaratacak ve sonunda her kademedeki öğretim kurumuna ve kamusal hizmet alanına yayılacaktır. Bunu görmemek için insanın ya aptal ya da kötü niyetli olması gerekir.
11) Bu serbestiye, bizi çağdaş uygarlıktan uzaklaştıracağı ve ülkemizi ilkel ortaçağ zihniyeti yörüngesine oturtarak tüm kazanımlarımızı yok edeceği için karşıyım.


12) Din devletine karşı olduğum için türbana karşıyım. Günümüzde artık bir vicdan meselesi olması gereken dini, semboller vasıtasıyla topluma dayatan, bu uğurda anayasal düzenlemeler yapabilme cüretini gösteren ve bugüne kadar yaptıklarıyla artık deşifre olmuş bu iktidarın nihai amacının bir din devleti olduğu artık anlaşılmalıdır.
13) Bu düzenlemeye, emperyalizme karşı olduğum için karşıyım. BOP ve ılımlı islam projelerinin bir uzantısı olan bu serbesti, emperyalizmin Türkiye'yi islam ülkelerine bir model ülke olarak sunma (bir başka ifadeyle laikliği sulandırma) projesinin bir sonucudur.


14) İstismara karşı olduğum için bu düzenlemeye karşıyım. Bu düzenleme, yıllardır acımasızca türbanı bir istismar aracı olarak kullanan, halkın din duygularını sömüren siyasetçilerin onaylanması anlamına gelecek ve sömürü daha da ivme kazanacaktır.
15) Ve son olarak bir Atatürk'çü olarak türbana karşıyım. Türban serbestisine laik cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk'e ihanet anlamına geldiği ve bu ihaneti kabullenemediğim için karşıyım.


Prof.Dr.Oğuz İNEL
Emekli Öğretim Üyesi

(KAYNAK. VATAN VE EMEK CEPHESİ)

26 Ocak 2011 Çarşamba

BABALAR “BİRİNCİ DERECEDEN” !..

“Freedom House “ adlı bağımsız düşünce kuruluşunun yayınladığı “Dünyada Özgürlükler 2011” adlı rapora göre; Türkiye Papua Yeni Gine, Filipinler, Madagaskar gibi ülkelerle aynı puanı alarak; içinde Burundi ve Cibuti gibi ülkelerin de bulunduğu “Kısmen Özgür” ülkeler kategorisi içinde yer almış…
TBMM Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’na sunulan araştırma raporuna göre, kadınların içler acısı durumda olduğu ve:
Türkiye’de halen, 186 bin kadının kuması olduğu,
5 milyon 439 bin kadının “çocuk yaşta”, 7 milyon kadının “aile kararı “ ile, 2 milyon kadının ise “başlık parası” karşılığında evlendirildiği ortaya çıkmış…
Sadece “dini nikah” ile evlendirilenlerin sayısı 452 bin 139 kadarmış! Sıkı durun, asıl yüz kızartıcı gerçeği okuyorum:
Cumhuriyet Türkiye’sinde:1 milyon 700 bin kadın “birinci derece akrabası” ile evlendirilmiş!?..
“Birinci derece akraba” ne demek? Dilerseniz bu hukuk terimini Türk Medeni Kanunu’ndan bakalım: Türk Medeni Kanununun 17’nci maddesine göre: “Kan hısımlığının derecesi, hısımları birbirine bağlayan doğum sayısıyla belli olur.” Bu kurala göre, bir kimsenin çocukları, annesi ve babası birinci dereceden akrabasıdır. (Kardeşler ikinci derece akraba sayılırlar) kavramın anlamını öğrendiğimize göre, yukarıdaki cümleyi bir daha okuyalım: Türkiye’de 1 milyon 700 bin kadın, babası veya oğlu ile evlidir!..
Duydunuz mu?
Umarım ne dediğimi anladınız!..

 Bu “birinci sınıf” evliliklerden doğan çocuk sayısı ne kadardır? Geçmiş yıllardan doğanlar bu sayıya eklenirse, sayı nereye çıkar? Bir de bunların evlilikleri var; o evliliklerden doğan çocukları da hesaba katın! “Sakatlık” durumunu ne kadardır, bir ara bir uzman çıkar onu açıklar. Bu çocuklar ne iş yaparlar? Okuyup bürokraside makam sahibi olanları var mı? Siyasetle ilgilenenler ne kadardır? Sadece oy kullanmaya mı giderler? Aralarından seçilenler olmaz mı? Maçlara da giderler mi? Sokakta gezerken fark edilebilir mi? Araştırmada bu gibi soruların hiç birinin yanıtı verilmiş değil..

Allah aşkına bırakın böyle “saçma sapan” araştırmaları; moralimizi bozmayın durup dururken. Çocukların sanki ne günahı var; onlara anne ve babalarını seçme hakkı mı tanınmıştı?!..(1)
Bunları boş verelim de annesi veya kızı ile “evlilik ilişkisi” içinde olan “erkeklerin”, ne kadar tehlikeli olduğuna bir göz atalım. Kendi kızını veya anasını beceren birinin eline, Allah göstermesin kamu gücünü kullanma yetkisi verilirse veya seçilerek önemli bir makama gelirse, halka neler yapmaz ki! Allah korusun böyle adamlar, memleketin anasını ağlatmaz mı?!.. Bu tehlikeye karşı hiçbir tedbirimiz yok, hepten savunmasız bırakılmışız!..

Bir de bu “babaların” örgütlü olduğunu düşünün!.. O zaman “yandı gülüm keten helva”, yandık ki ne yanmışız!..



Av. Cemil Can



DİPNOT:
(1) http://www.olay53.com/haber/ensest-magduru-bir-kizin-dramatik-oykusu-19900.htm

25 Ocak 2011 Salı

OCAK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 5


KİTABIN ADI : Başın Öne Eğilmesin
KİTABIN YAZARI : Bekir Coşkun
KİTABIN ÇEVİRMENİ : -
KİTABIN YAYINEVİ : Bilgi Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2010
KİTABIN BASKI SAYISI : 5. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 158 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10

YORUM: Kitabı elime aldığımda çok ender olduğu şekilde, hiç elimden bırakmadan yaklaşık iki saatte okuyup bitirmiştim.
Kitabı kapattığımda hissettiğim ilk duyu “acı” oldu.
Sayın Coşkun’un inanılmaz derecede duygulu ve naif satırları aslında büyük bir acıyı barındırıyor. Ama bu acı ona ilişkin değil. Ülkemiz üzerindeki ağır sis perdesinin getirdiği bir tortu gibi.
Basın üzerindeki tarifsiz baskı kitabın tüm satırlarından damlıyor. Muhalife barınma hakkı tanınmaması, kaleminden başka geçim aracı olmayan bir emekçinin rüzgarda sürüklenişi, değişik çıkarlar sebebiyle, tutamayacakları sözleri verenlerin içine düştükleri sıkıntı (bu kelime pek hafif kaldı, ama başka bir kelime uyduramadım) çıkar hesaplarının insanları biçimlendirişi, dürüstlüğün, doğru adam olmanın artık işe yarar akçe olmadığı bir dünyanın, dünyamızın resmedilişi gerçekten çok acı.
Sayıca çok az kalmış ADAMlarımıza sahip çıkalım.

Bekir Coşkun (d. 1945, Şanlıurfa) gazeteci, yazar.
1945 yılında Şanlıurfa'da, memur bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Ankara’da Yüksek Gazetecilik Okulu’ndan mezun olduktan sonra 1974’te foto muhabiri olarak işe başladı. Daha sonra polis muhabirliği, parlamento muhabirliği yaptı. 1978’de Günaydın Gazetesi'ne geçti. Köşesinin adı Dokuzuncu Köy’dü. 1987’de Sabah Gazetesi'nde Onuncu Köy başlıklı köşesini yazmaya başladı. Şu ana kadar yayımlanmış 4 adet kitabı bulunmaktadır: "Dövlet", "Avukatımı İstiyorum", "Pako'ya Mektuplar" ve "Ben Pako". Köpeği Pako’nun adıyla kaleme aldığı yazılar yayımlanmıştır. TRT'de yayımlanan "Pako’ya Mektuplar" adlı dizi başta BBC olmak üzere altı AB ülkesi televizyonu tarafından satın alınmıştır. Hayvansever kişiliğiyle de bilinen yazar; keman çalabilmektedir, bir doğa ve deniz tutkunudur. Yaz ayları Ayvalık'ın Cunda Adası'nda ikâmet etmektedir. Bekir Coşkun, 25 Eylül 2009 tarihi itibarıyla HaberTürk gazetesinde yazılarına başlamıştır.Ancak referandumda AKP hükümetine karşı yazdığı yazılardan dolayı baskı gördüğünü iddia eden Coşkun'un işine 20 Eylül 2010 itibariyle de son verilmiştir.Son olarak 3 Kasım 2010 tarihinden itibaren Cumhuriyet Gazetesinde Onuncu Köy köşesinde yazılarına devam etmektedir.Şu anda Cumhuriyet gazetesinde hükümet karşıtı yazılarına devam etmektedir.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Hekimin elleri hüneridir! Çekin ellerinizi hekimin ellerinden!

Dr. Selçuk Dağdelen
ATO Yönetim Kurulu Üyesi
selcukdagdelen@yahoo.com

-Diyarbakırdan kanserli bir kadın,
60’larında,
ve kadife bindallılarıyla
bir hastane odasında.
Biyopside.
O bal gibi biliyordu kanser olduğunu.
Ama biz bilmiyorduk işte…
Israrla adını koymaya çalışırken hastalığının,
Kemiğini gıcırdata gıcırdata
Bir parça kopartırken iliğinden;
Kanser olup olmadığını kanıtlamak için…
Elimi tuttu,
Deyiverdi:

"Elin kuş olsun uçsun
İlmin arşa değsin
İşin rast gitsin oğul!
İlmin elin, elin canımdır
Benim askerde bir oğlum,
İki de kızım var daha everecek.
Dr Selçuk Dağdelen
Hacettepe, 1999."

Bu yaşanmış bir hikayedir. Bizim böyle hastalarımız vardı. Hekimliğin bir hüner olduğuna böyle böyle inandık.
İyi hekim olmanız için, sadece doğru tanı koymanız yetmez, doğru ilaç verseniz de kar etmez! İyi bir hekim olmak istiyorsanız, önce iyi insan olacaksınız der durur hala İskender Hocam (Sayek) mesela! Hatta yetmiyor, güzel hekimler olacağız. Hekimin elleri güzeldir mesela!


Hüner böyle bir şeydir. “Hekimlik sanatı” demiyorum ben, “hekimlik hüneri” diyorum! Sanattan çok sihre yakın bulurum çünkü hekimliği! Bizler bu fikre nasıl kapıldık? Fildişi kulelerde, elit profesörlerin dolduruşuna mı geldik? Hayır! Hatta bilakis, onlar ekseriyetle kanıta dayalı tıbbı anlatıp durdular. Profesyonelleşin dediler. Profesyonelleşmek için didinip durduk. Ama asıl cevap, yukarıdaki yaşanmış hikayemdir! Bizi asıl hastalarımız besledi, bir erik ağacını sular gibi büyülediler. İlham aldığımız hocalarımız da aslında aynı ırmaktan besleniyordu.
İyi gelmek! Mümkünse hastalanmasını önleyerek, hastalanmışsa hastalığını yok ederek, olmadı; acısını dindirerek bir insana iyi gelmek; bize de iyi geldi. Ondandır burada oluşumuz, hırçınlığımız da ondan!
Kelaynak kuşları gibi kaldık.
Çekin ellerinizi hastanın cebinden diyorlar, biz elimizi hastanın kalbine koyarız, cebine değil. Bizim muayenelerimiz apeksten başlar, elimizi önce hastanın kalbine koyarız, sonar kalbini dinleriz! Hekimlerin kalbi kanadı kırıldı. Hekimlik onuruyla oynanıyor! Hekim düşmanlığı pompalanıyor. Artık böyle hastalarla karşılaşabiliyor musunuz? Hastalarımız, hekimlerinin yakalarına yapışmak için fırsat kolluyor, gereğinde hekiminin kalbine kurşun sıkmakta tereddüt etmiyor! Nitekim bu ülkede o da olmuştur, bir hasta yakını hastasını ameliyat eden ama kurtaramayan hekimin kalbine bir kurşun sıkmıştır!
Bir hekimin mesleğine olan inancını besleyebilecek tek bir irade vardır: o da hastası! Eğer siz, halka mütemadiyen hekimleri şikayet eder durursanız, bunlar paragöz bunlara dikkat edin der durursanız, vatandaş hastaneye gelince, hekimlere şöyle bakmaya başlar:
“benim her şeye hakkım var, bana randevu deme, bekletme, hemen yaz reçetemi, hemen kurtar hastamı…”
N’oldu? Whipple yapacak cerrah kalmadı, by-pass yapacak cerrah bulamayabiliriz yakında, çünkü haklı olarak hekimler, dava edilecekleri, hatta darp edilip kendi hayatlarını riske atacakları zor tedavilerden zor ameliyatlardan kaçar hale geldiler. Bu mudur sağlıkta düzelme? Hastalarını, hekimlere düşman edip, hekimlerin mesleğine olan inancını kurutursanız, telafi edemeyeceğiniz bir boşluk silsilesi yaratırsınız. Ve o boşluk marstan hekim ithal etseniz dolmaz! Olan biten budur.
Asıl acı olan da şudur ki; yapılanların hiç birisi hastalarımızın yararına değil! Ahh keşke! Ah keşke öyle olsaydı, kalpten söylüyorum, o zaman biz de peşinden giderdik tıpış tıpış! Ne yazık ki, sağlıkta dönüşüm sadece seçmen yararına, üstelik hekimlik pahasına yürütülüyor!

Bize düşen; mesleki inancımızı taze tutmak için en azından, hastalarımızın yararı için, olan biteni hastalarımıza apaçık anlatmaktır. Yoksa onlar bizi kaybedecekler, biz de mesleğimizi! Direneceğiz. Mesleğimize olan inancımızı terk etmeyeceğiz! Hekimliğin bir hüner olduğuna inanıyoruz, bizi bundan vazgeçiremeyecekler,
direneceğiz! Performans hesaplarının alasını getirseler, ne gam ne keder! Çünkü bu hüneri ölçecek bir terazi henüz keşfedilemedi! Bu arada bu topraklarda bu mektubun adresi vardır ve çoktur. Lokman hekim mitini hala yaşatan bir kültürde yaşıyoruz. Geleneğinde, söylencesinde, şamanlardan Lokman hekime yüzyıllar
boyu, hekiminden hüner beklemiş bir halktan bahsediyoruz.
Bu halka performansın, hüner olmadığını anlatmak zorundayız, anlatabiliriz ve anlatacağız! Böylesi kıtlık zamanlarında bizim ülkemizde bir eğilim yerleşti: Sözün bittiği yerdeyiz deyip duruyorlar. Hadi canım sen de! Senin 300 kelimelik sözcük haznen tükenmişse, bana ne gam ne keder! Gerekirse yeni sözcükler türetir, yeni bir dil inşa ederiz, kaldı ki biz, 300-500 kelimelik bir dillle konuşmuyoruz. 2500 yıllık hekimlik mesleğinin evrensel dilidir bu konuştuğumuz.
Misal, ağrının kaç türlü ifade edilebildiğini, en iyi hekimler bilir. Ağrının öğretilmediğini, öğrenilemeyeceğini, hekimler iyi bilir. Acı var oldukça, ağıt dahil, ağlamak keza, ağrının bin türlü ifade potansiyeli sürgit çeşitlenecektir.
Sözün bittiği yerdeyiz demek, acılara kör olun demektir. Kusura bakma, senin sıkıntını anlatacak sözcük kalmadı, demektir. Hadi canım sen de! Hekimler sancılarını halka anlatacaklar, öyle güzel anlatacaklar ki, halk neresinin ağrıdığını fark edecek! Biz bu işi çok iyi yaparız!
“Onlar sağırdır işitmezler, kördür görmezler” demeyeceğiz elbet, çünkü ağrı işitilmese de görülmese de vardır. Ağrılarımız, sancılarımız gerçek! Reseptörleri değil, ligandı dönüştüreceğiz, yeni bir dil yeni bir sözcük yaratacağız gerekirse. Çünkü eninde sonunda bu ligandı bağlayacak reseptörlerle doğdu insan. ATO genel sekreterinin yeni yılı karşılarken söylediği gibi,
her insanın içinde bir erdem var, bize düşen onu bulup beslemek! İktidara yakın, iktidarın hekimliğe yaptıklarını görmeyen meslektaşlarımıza da aynı dille sesleniyoruz.


Her hekim, her hekimin, hekimlik ideallerini besleyip, saklı kalmış erdemleri ortaya çıkartmakla sorumludur. Bir erik ağacını sular gibi besleyeceğiz hekimlik hünerini. Kendisi de bir hekim olan sağlık bakanımızın da hekimlik ideallerini beslemek görevimiz. Neden derseniz, muayenehaneler için değil, yine hastalarımız için… Hekimlik meslek örgütüne uzak, iktidara yakın duran hekim arkadaşlarım size sesleniyorum, kalpten:
biz hekimler olarak, bize bu iktidar(lar)ın yaptıklarını hak ettik mi? Sizce 2500 yıllık bir mesleğin mensubu, bunu içine sindirebilir mi? Diploması verilmeyen taze hekimlerin, mecburi hizmet yolu gözleyen hekim çocuklarının, mecburi hizmet yolu gözleyen hekim eşlerinin, reçetesi sayılmayan pratisyen hekimlerin, kırk
yılın ardından 70’li yaşlarında üç kuruşa hala çalışmak zorunda kalan emekli hekimlerin, nöbet sonrası aralıksız çalışırken gençliğini yaşayamayan; erken yaşlanan asistan hekimlerin, radyasyon izni esirgenen radyoloji- nükleer tıp asistanlarının, SGK tarafından “default” sahtekar sayılan özel hastane hekimlerinin hesabını, hekimlik sanatının ucuzlatılıp proleterleştirilmesini, kimse sorgulamayacak mı? Hekimliğinize, hekimlik ideallerinize güveniyor, vicdan muhasebesi talep ediyoruz sizden! Her emek kutsaldır, eyvallah. Bizi oradan yanlışlamaya kalkmasın kimse, ama kasaplarla dönerciler, hekimlerle aynı maaşa çalışıyorsa bir ülkede, ne hükmü kalır insan yaşamının? Hadi siz bu soruları soramadınız, e biz de mi sormayacağız bu soruları?


Hekimler alınterinin karşılığını alacak. Yıllarca yokluk içinde ana babaların dişinden tırnağından arttırdıklarıyla ömürlerinin yarısı (11 yıl temel eğitim, 6 yıl tıp eğitimi, 5-8 yıl uzmanlık-süperuzmanlık eğitimi) baba parasıyla sadece eğitimde geçen yılların, hüner saydığımız hekimliğin kıymetini ölçebilir mi bu “performans”? Reçete yazamazsam, ameliyat yapamazsam nasıl iyi gelirim birilerine? 2 dakikada bir görülen hastaya iyi gelmek mümkün müdür? Reçetem, ameliyatım,
bilgim, hünerim; ellerimdir! Elimi tutmayın,
hünerimdir! Çekin ellerinizi hekimlerin ellerinden!

(Kaynak: Dr. Hamdi Erden)

21 Ocak 2011 Cuma

OCAK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 4

KİTABIN ADI : Denizin Altındaki Ada (La İsla bajo el Mar)
KİTABIN YAZARI : İsabel Allende
KİTABIN ÇEVİRMENİ : İnci Kut
KİTABIN YAYINEVİ : Can Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 2010
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 586 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10

YORUM: Tete (Zarite) ‘nin baş kahramanı olduğu roman 1780’lerdeki Haiti’de başlıyor ve Amerika’da devam ediyor.
Köleliğin en acımasız döneminde plantasyonlarda Fransız zenginlerin emri altındaki kölelerin, melezlerin ve beyazların, yaşamları, kaderleri birbirine karışıyor. Bugün için bizlere acımasız ve korkunç gelen olaylar o zaman ve o yerde bir yaşam biçimi.
İsabel Allende, yine romancılığın göklerinde dolaşıyor. İlk romanı “Ruhlar Evi” nden bu yana hiç düşmeyen seviyesi ile kanımca bugün dünyanın şahikasında yer almasını sağlıyor.
Nobel’i çoktan haketmiş bir yazarı, gerçek bir romanın nasıl olabileceğini görmeniz için bu romanı mutlaka okumanız gerekir.
Bir edebiyatseverin halen İsabel Allende’yi keşfetmemiş olmasına inanamam. Eğer hala onun büyülü dünyasına dalmadınızsa size, aşağıdaki roman sıralaması ile okumanızı salık veririm. Bir yazarın nasıl başladığını ve nasıl devam ettiğini gösteren bu yirmi yıllık serüvene mutlaka katılmanızı dilerim.
Romanın detaylarından bahsetmeyeyim. Nasıl olsa başlarsanız bitirmeden elinizden bırakamayacaksınız. Lütfen başlayana kadar biraz sabredin.
(Bu arada temiz bir Türkçe ile yapılan mükemmel çeviri için Sayın İnci Kut’u ve çok kaliteli dizgi ve baskı içinde yayınevini kutlamayı unutmayayım.)

Isabel Allende Llona (d. 2 Ağustos 1942) Şilili yazar.

Allende, Şili büyükelçisi Tomás Allende'nin kızı olarak Lima, Peru'da doğdu. Şili'nin 1970'le 1973 yılları arasında cumhurbaşkanı olmuş Salvador Allende'nin de yeğenidir. 1945'te annesiyle babası ayrıldı ve annesi Şili'ye üç çocuğuyla yeniden yerleşti. 1953'e kadar orada yaşadıktan sonra ortaokul eğitimini tamamlamak için tekrar 1958'de Şili'ye döndüler.
Eğitimi
Beyrut, Lübnan'da kızlara özel dinî eğitim veren İngilizce dil okulu.
Santiago, Şili'de kızların gittiği lüks bir okul.
Büyükbabasından evde özellikle tarih ve coğrafya dersleri
William Shakespeare'ın tüm eserleri, Alanso de Ercilla'nın büyük epik şiiri La Araucana ve daha birçok kitaptan okuma
Hayatı
Şili'de ilk eşi Miguel Frías'la 1962 yılında evlendi. 11 Eylül 1973'te amcası Şili'nin ilk sosyalist Başkanı Salvador Allende, general Augusto Pinochet önderliğindeki ordu tarafından devrilince ve ölünce/öldürülünce, Allende ailesiyle birlikte önce Karakas Venezuela'ya daha sonra San Francisco ABD'ye sürgüne gitti.
Eserleri:
Ruhlar Evi (La casa de los espíritus, 1982)
La gorda de porcelana (1984)   (*)
Aşktan ve Gölgeden (De amor y de sombra, 1984)
Eva Luna (1987)
Eva Luna Anlatıyor (Cuentos de Eva Luna, 1989)
Sonsuz Düzen (El plan infinito, 1991)
Paula (1995)
Afrodit (Afrodita, 1998)
Kaderin Kızı (Hija de la fortuna, 1999)
Sararmış Bir Fotoğraf (Retrato en sepia, 2000)
Canavarlar Kenti (La ciudad de las bestias, 2002)
Yüreğimdeki Ülkem (Mi país inventado, 2003)
Altın Ejder Krallığı (El Reino del Dragón de Oro, 2003)
Pigmenler Ormanı (El bosque de los pigmeos, 2004)
Zorro: Efsanenin Başlangıcı (El Zorro: Comienza la Leyenda, 2005)
Canım Sevgilim İnes (Inés del alma mía 2006)
La Suma de los Días (2007)  (*)
Una Tribu de Novela (2007) (*)
Tributo al Libertador Pinochet (2007) (*)
Denizin Altındaki Ada (La İsla bajo el Mar 2009)
(*) Türkçeye tercüme edilmeyenler

20 Ocak 2011 Perşembe

OTACI KÖYÜ DOĞA YÜRÜYÜŞÜ

Önceki pazar günü gerçekleştirdiğimiz doğa yürüyüşünü kaleme almam biraz gecikti. Bana ait fotoğraflar da henüz çıkmadığı için zorunlu olarak yürüyüş arkadaşım Bünyamin Seven'in resimlerini kullanıyorum. (Kendisine teşekkür ederim)
Araya giren yılbaşı ve sene sonu işlerinin yoğunluğu nedeniyle ara verdiğimiz doğa yürüyüşüne Fuat hocamla birlikte önceki pazar tekrar katıldık. Bu yürüyüş, ilk yürüyüşümüzün sene-i devriyesine gelmesi nedeniyle birinci yürüyüş yılımızı kutlamak anlamına gelecekti.
Havanın nispeten yağışsız ve kurak gitmesi ve soğuk olması nedeniyle yürüyüşümüzün kalabalık olmayacağı belliydi.
 Sabah saat 08.00'de harekete hazır olduğumuzda 7 katılımcı ve 2 rehberimizle yürüyüşümüzü gerçekleştireceğimiz ortaya çıktı. Elbette buna bağlı olarak, toplanmamız ve ara duraklarda fazla oyalanmamamız nedeniyle yürüyüş mahalline erken vardık. sabah saat 10'a doğru yürüyüşümüze başlayacağımız Otacı köyüne geldik.
Otacı köyüne, Kazan ilçesinin hemen çıkışında Kızılcahamam yolu üzerinde Pazar köyüne sapıldıktan sonra 12 kilometre kadar köy yolundan gidildikten sonra ulaşılıyor.
Köy dağınık birkaç mahalleden oluşuyor. Biz, Şıhlar mahallesi denen mahalde caminin hemen yanında araçlarımızdan inerek kuzeye doğru yüryüşümüze başladık.
 Daha önce, Otacı köyünden başlayarak Çubuk karagöle doğru bir yürüyüş yapmıştık. Ancak bu kez ters istikamette kuzeye doğru yönelip daha sonra kuzey-doğuya dönerek geniş bir kavis çizerek tekrar köye geri geleceğiz. Köy içinde çamurla başlayan yürüyüşümüz çıkıştan hemen sonra yerini tamamen kar yürüyüşüne bıraktı.
 Ancak bu kar, daha önce Gerede Tatlar'daki karın yanında çok az. Zaman zaman 10 cm'yi aşsada genellikle daha az olduğundan yol açmak için güç harcamıyoruz.
 Zaman zaman avcıların izlerine rastlıyoruz. Bazen de rehberimiz Tekin bey'in ifadesiyle domuz ve tavşan izlerini görüyoruz. Avcıların işleri rast gitmiyor olsa gerek. Çevrede çok az kuş var. Bizlerin fazla ayırt etme şansı yok ama Tekin beyin ifadesiyle ara sıra havalanan sülün ve karatavuklara rastlıyoruz.
 Yaklaşık saat 13.00 dolaylarında kuzeye doğru yolculuğumuzu sonlandırıp yaptığımız küçük bir zirvede uzakta Kızılcahamam dağlarını gören bir noktada öğle yemeği molası veriyoruz.
Bir saat kadar süren molamızda Tekin bey'in aldığı sucukları doya doya yedik. saat 14 sıralarında kuzey doğuya dönerek biraz eski güzergahtan ilerleyip sonra hafif ormanlaşan arazide ilerlemeye başladık.
 Grubumuzun sayıca az olması ve gelenlerin yürüyüş hızları oldukça yüksek olması nedeniyle su ve dinlenme molalarımızı seyrek ve kısa süreli yaparak yürüyüş mesafemizi olabildiğince artırmaya çalıştık.
Kış günlerinden havanın erken kararması nedeniyle rotaları yaza göre daha kısa tutmak gerekiyor. Burada arazi müsait olmasına rağmen havanın kararması, soğumayı hızlandırdığından zorunlu olarak yüyüşümüzü erken bitirmek zorundayız.



Doğada yürüyüşün en keyifli yönlerinden birisi, yürürken tamamen içinize yöneliyorsunuz. Ritmi bozmamak için uzun süreli sohbetler ya da yan yana yürüyüş yapılamadığı için, özellikle zihinsel olarak hafta içinde yorulan beynimizi en iyi boşaltma yönlerinden birisi bu. Kendi başınıza sessizlik içinde doğanın dinginliğinde beyinsel bir gevşeme yaşıyorsunuz.
İnişler ve çıkışlarla dolu rotamızda kısa süreli molalar vererek yürüyüşümüz sürdürüyoruz.
Saat 16.15 dolaylarında başladığımız noktada Otacı köyünde çeşme başında bizi bekleyen aracımıza ulaşıyoruz.
Net beş saati bulan yürüyüşümüzde yaklaşık 14 kilometre kadar yürüdüğümüzü hesaplıyoruz. doğayla başbaşa geçirdiğimiz bu günün sonunda yorgun ama keyifli bir şekilde, hafta içi stres ve yorgunluğu göğüsleyecek bir enerji ile Ankara'ya dönüyoruz.

19 Ocak 2011 Çarşamba

HABİB BURGİBA ANIT MEZARI - 2

Binanın içi çok geniş değil. Küçük bir koridorun üzerinde sağda bir kaç küçük oda var. Bu odalarda Habib Burgiba'nın anne baba kardeş vd yakın akrabalarının mezarları var. Odalarda sembolik birer mermer ve başlarında kime ait olduğuna dair Yazılar var. Kamel'in ifadesine göre gerçek mezarlar bodrum katta imiş.
 Bir başka odada Burgiba'ya ait bazı özel eşyalar, kıyafetler, fotoğraflar sergileniyor.

 Bu küçük odaların karşısındaki geniş boşlukta Burgibanın anıt mezarı var. Alt katta etrafı demir parmaklıkla çevrili yaklaşma şansı yok.
 Üst kata çıkılarak anıt mezar daha iyi görülebiliyor.

 Tam lahidin üzerine gelecek şekilde görkemli bir kristal avize var.
Bir ülkenin kurucusuna gerekli saygıyı göstererek anıtmezardan ayrıldık. Günün geri kalan kısmında Souesse ve Keyroune gibi çok önemli bazı şehirlere de gideceğiz.

18 Ocak 2011 Salı

HABİB BURGİBA ANIT MEZARI - 1

Önceki yazılarımdan, Tunus'u sevdiğimi ve uzun uzun anlattığımı bilirsiniz. Son yaşadığımız olaylar Tunus'u hem dünya sahnesine çıkardı ve hem de Türkiye'de insanların dikkatini çeker oldu. Bu ülkenin iyi ve yürekli insanlarını, gerçekleştirdikleri devrimden dolayı kutluyorum. Umarım sağlam bir çizgide, fanatik bataklığa sağlanmadan çağdaş bir rejime kavuşurlar. Tüm iyi dileklerim onlarla.
Ülkenin önemli bir şehrinde Monastır'da idik hatırlarsanız. Bu şehri önemli yapan unsurlardan birisi, ülkenin kurucu cumhurbaşkanı Habib Burgiba'nın doğruğu ve yaşadığı şehir olması. Şehrin sahilinde görkemli bir anıt mezarı var. Şimdi orayı geziyoruz. Sahilde şehrin kalesi heybeti ve güzelliğiyle duruyor. Önünden giden cadde sahilde sağa ve sola ayrılarak devam ediyor. Solda kalan bayrak direğinden itibaren anıtmezar sahasına giriliyor.
 Geniş meydanın hemen girişinde bizdeki şadırvan benzeri bir yapı var. Kamel'in anlatımına göre bu mahal, Bizerte'de şehit düşen Tunus'lu askerlerin şehitliği. Fransa, sömürge olarak nitelediği Tunus'u genellikle Ceayir'e göre daha mücadelesiz bırakmakla birlikte, israrla Akdeniz sahilindeki Bizerte şehrini elde tutmak isteyince  yapılan savaşla ülkeden atılmışlar. Şehitlik bu savaşta yaşamını yitiren askerler içinmiş.

 Bu şehirliği arkamızda bıraktığımızda Habib Burgiba'nın anıt mezarı yaklaşık 250 metrelik meydanın sonunda yer alıyor.
 Meydandan ilerlerken, sağlı sollu geniş bir mezarlık alanı gördük. Ancak buranın anıt kompleksi ile ilgisi yokmuş. Burası, nisbeten varlıklı Tunus'luların ilk başkanları Burgiba ile yanyana yatmak amacıyla para vererek aldıkları bir bölge imiş. Yaklaşık 1000 TL civarında bedelle mezar satın alıınabiliyormuş.

 Burgiba'nın anıtmezarının bulunduğu iki katlı binanın dış görünüşü. Bir bahçe içerisinde bina ve arkasında iki yana açılan küçük kubbeli iki ek binası var.
 Bahçenin hemen girişinde sağlı sollu iki uzun minare yer alıyor.
 Anıtmezar sürekli halka açık. Yoğun bir ilgi yok. Daha çok tur otobüsleri ile gelen turistler tarafından geziliyor.
 İkinci bölümümüzde binanın içini gezeceğiz.
 Sömürgecilik sonrasında ülkesinin ilk kurucu cumhurbaşkanı olan Habib Burgiba, Atatürk'ten olağanüstü etkilenen, bunu her zaman dile getiren bir şahsiyet. Tunus bayrağının dahi bizim bayrağımızdan esinlenilerek yaratıldığını Kamel ifade etti.
Habib (bin Ali) Burgiba (d. 3 Ağustos 1903 - ö. 6 Nisan 2000), Tunus Devleti'nin kurucusu ve ilk devlet başkanı (1957-1987). Arap dünyasında ılımlılık ve aşamalı ilerlemenin önde gelen savunucularından olmuştur. Tunus Beyi'nin ordusunda görev yapmış bir teğmenin 8 çocuğundan en küçüğüydü. Tunus'ta Arapça ve İslam dini konusunda sağlam bir eğitim gördü, ardından Sorbonne'da hukuk ve siyaset bilimi okudu. Ülkesine döndükten sonra avukatlık yapmaya başladı. 1934'te bağımsızlık mücadelesine önderlik edebileceğini düşündüğü bazı genç arkadaşlarıyla Yeni Düstur Partisi'ni kurarak önce partinin genel sekreteri, ardından 1948'de de partinin başkanı oldu. Örgütleyici özelliğiyle sivrilerek, parti örgütlerini kırsal kesime yaydı ve o güne kadar kentlerde seçkin bir tabakanın tekelinde olan ulusal hareketin halk kitleleriyle bütünleşmesini sağladı. Öte yandan siyasi faaliyetleri yüzünden kısa sürede Fransız sömürge yönetiminin dikkatini çekti, 1934-1945 yılları arasında 11 yılını hapiste geçirdikten sonra deniz yoluyla Kuzey Afrika'ya kaçtı. 8 Eylül 1949 tarihinde de ülkesine döndü.



Milliyetçilerin 1952-1954 arasında giderek artan şiddet hareketlerine yönelmeleri üzerine, önce baskıcı önlemlere başvuran Fransız yönetimi, yöntemlerinin etkisiz hale gelmesi üzerine Burgiba ile görüşmelere başladı. 20 Mart 1956'da Fransa başbakanı Guy Mollet ile Tunus'a bağımsızlık verilmesini öngören bir antlaşma imzaldı.1957'de krallığın kaldırılmasından sonra cumhurbaşkanlığına seçildi.


1959'da, İslam'ı devletin resmi dini olarak korumakla birlikte, çokeşliliği yasaklayan, boşanmayı zorlaştıran ve Ramazan ayında iş yaşamanının aksamamasını sağlayan yeni bir anayasayı yürürlüğe koydu. Dış politikada tarafsızlık politikası izledi. Bununla birlikte Tunus'un kültürel ve eğitsel bakımlardan Fransa'ya yakınlığını sürdürdü. Öte yandan iktidarı boyunca Fransa'yla iki büyük kriz yaşadı. 1961'de diğer Arap ülkerinden gelen baskıların da etkisiyle 1956 antlaşmasıyla Fransa'ya bırakılan Bizerte'nin Tunus'a iade edilmesi talebinin reddedilmesi üzerine başlattığı askeri saldırı ve Fransız direnişi binden fazla Tunuslunun hayatını kaybetmesine neden oldu, Fransızlar 1963'te Bizerte'den çekildiler. 1964'te Fransız göçmenlerinin topraklarını kamulaştırması, Fransa'yla olan ilişkilerin daha da gerginleşmesine yol açtı.


Arap Birliği'nin kararlarına karşı bağımsız bir tutum takındı. Ilımlı bir sosyalizmden yana olan Burgiba'nın Düstur Sosyalist Partisi güçlü konumunu sürdürse de, 1980'lerde ülkedeki muhalefet giderek etkili olmaya başladı. 1986'da aldığı ani bir kararla, ardılı olarak seçmiş olduğu Muhammed Mzali'yi başbakanlıktan uzaklaştırarak yerine, Radikal İslamcıları sindiren içişleri bakanı Zeynel Abidin Bin Ali'yi atadı. Bin Ali, Burgiba'nın ilerleyen yaşının ülkeyi etkin biçimde yönetmesini engellediğini öne sürerek, Kasım 1987'de Burgiba'nın cumhurbaşkanlığını elinden aldı. Ölümüne kadar Monastir'deki evinde ev hapsinde tutuldu.


Kasım 1987'de devrilen Burgiba,13 yıl boyunca Manastır'da hükümet gözetiminde yaşadıktan sonra 6 Nisan 2000 tarihinde yaşlılıktan öldü.Burgiba iki kez evlenmiş,bu evliliklerin birincisini bir fransız albayın dul eşi olan Matilde Lorrain(Müfide Burgiba)ile yapmıştır,bu evliliğinden bir oğlu olan Burgiba 1961 yılında eşinden boşanarak Vasile bin Ammar ile evlenmiş ve Hacer adında bir kızı evlat edinmiştir.