18 Ocak 2010 Pazartesi

GAZİKOVAN



Pek çoğunuzun internet ya da başka kanallardan bu duygu yüklü anıyı duyduğunuz sanıyorum. Yine de sitemizde yayınlamaktan heyecan duyuyorum. Yalnız sabırla sonuna kadar okuduğunuzda farklı kaynaklarda farklı sonuçlara varıldığını göreceksiniz. Hangisinin daha doğru olduğu konusunu bir anlamda da tartışmaya değer görüyorum:


Dr. M. Galip Baysan'ın duyuma dayalı nakledişi;



Mart 1921, İnönü Ovası, insanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuşun sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı 18 saattir durmadan sürüyordu. Ethem Çavuş 75 mm.lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen düşman mevzilerine kıyamet yağdırıyordu.
Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerinde bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden yapılmış mermi kovanına yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanı da bu sefer soğusun diye yere attı.
Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı Ethem Çavuş ve arkadaşlarına dinlenme emri verdi. O, ilk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu. Kovanın üzerinde “Karahisarlı Şevki Çavuş,4.Alay2.Tabur8.Batarya- 26 Rebiülahir 1339 İnönü” yazıyordu.


6–10 Ocak 1921 tarihindeki Birinci İnönü Muharebesinin en kızgın günlerinden birinde yazılmış bu not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalatı harbiye ( Savaş malzemeleri üretim) atölyelerinde çalışanlardan bir mesaj iletildiğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara’daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye gönderilirdi.
Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durmuş, birlikler yeni mevzilere yerleşmişti. Ethem Çavuş cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının “kalem” dedikleri metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi künyesini kovana kazıdı. “Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay3.Tabur1.batarya 20 Recep 1339 İnönü


5 gün sonra, Ankara’daki Atölyenin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustasına seslendi. Sesinde eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. “Kamil Usta! Müjdemi isterim. Senin yavru cepheden dönmüş.”
Çalışanların hepsi sandıkların olduğu kısma koşarak kovanın üzerindeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii bu şeref Kamil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar Kamil ustayı yeni baba olmuş biri gibi kutluyor, hayır dualar ediyorlardı. Ustalar iş tezgâhlarının birinin başında toplandılar. Kamil usta kovanın ağzının ezilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu.
Mermi hazır olunca Ethem çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla (bez parçası ile) merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan cephane sandığına yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan “Allah kavuştursun” deyip işlerinin başına döndüler. Kamil usta halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp “Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi” dedi.
Kovan Birinci İnönü Muharebesi sırasında üzerindeki ilk notla Kamil ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Şevki çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden pek emin değildi ama denemeğe değerdi. Kalemi bunun için hazırlamış ve kovana bir bezle sarmıştı. İşte Aksekili Ethem çavuş ümitlerini boşa çıkarmamıştı. Cephede patlatılan bir merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşebileceklerdi.


Eylül 1922- Ankara
Bir buçuk yıl içinde kovan 8 kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da 8’e ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka Alay ve Taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaratıyor, İstiklal Savaşının her zorlu durağından Ankara’ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk Ordusunun İzmir’e girdiği gün Ankara’da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir de bakır künye vardı. Kovanın üzerine yazılmış 9ncu notta “Karahisarlı Seyfi Çavuş4.Alay2.Tabur8 Batarya 12 Muharrem 1341 Banaz” yazılı idi. Atölyedekilere büyük bir merakla mektubu açıp okumaya başladılar.


Bismillahirrahmanirrahim:
Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allaha şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk Ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir’e kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz’daki muharebede Bataryanın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunları ile şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden askerin künyesi ailesine gönderilir. Lakin 5 gün önce Karahisarı ( Afyonkarahisarı) ele geçirdiğimizde Seyfi Çavuşun ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp, anacığını, babacığını defnedemeden (gömemeden) düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığımız kadarı ile bu topçu askerlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır, dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun.
Yüzbaşı Muhsin Talat 4.Alay2 Tabur 8.Batarya Komutanı 14 Muharrem 1341- Salihli


Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazı ile kardeş oldukları Seyfi çavuşun ardından fatiha okuyup âmin dediler. Kamil usta yutkunarak tezgâhın başına oturdu, kovanı yeniledi ama bu sefer küçük bir perçinle Seyfi çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.


Ocak 1923- Ankara
Savaşın bitmesinin ardından Ankara’daki mühimmat deposunda sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Görevli subaylardan biri olan Teğmen Hamdi Vasıf; Kamil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Her halde kovanın hikâyesini biliyordu. Böyle bir anının belki de yıllarca sandıkların içinde kalmasına gönlü razı olmadı. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi alıp evine götürdü. Niyeti ömrünün sonuna kadar mermiyi bir savaş anısı olarak saklamaktı.
29 Ekim 1923- Ankara
Teğmen Hamdi Vasıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce, 20.30 sıralarında Meclisten Cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. Cumhuriyetin ilanı 101 pare top atışı ile karşılanıyordu. Atışlar başlamıştı ve teğmen Hamdi Vasıf’a göre Seyfi çavuşun mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Hızını arttırdı, 70 ya da 80nci atış yapılırken topçuların yanına ulaşabildi. Batarya komutanı Yüzbaşı Muhsin Talat’ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.
Hamdi Vasıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım.” Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.
Evet, teğmenim sizi dinliyorum.”
Teğmen üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı.
101nci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım, müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim. " Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmadan genç teğmenin ellerini öpecekti.
Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı, kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Şapkasını çıkarıp önünde durdukları kale surunun üzerine koydu, mermiyi şapkanın içine yatırdı, beklemeğe başladı.Toplar atışlarına devam ediyorlardı.82,83….97,98,99.
On dakika kadar sonra atışları sayan çavuş “ Yüzüncü atıldı Komutanım” tekmilini verdi. Bunun üzerine Yüzbaşı Muhsin Talat kovanı topun yatağına kendi elleri ile sürdü. Subaylar kılıçlarını çekip selam durumuna geçtiler, bunu gören çevredeki bütün askerler selam durdular ve komutan “ Ateeeş!” emrini verdi. O son top sesi Ankara’nın her duvarından yankılanıp bütün cihana dört yıllık İstiklal Savaşının bütün hikâyesini anlatıyor gibiydi. Savaş, Cumhuriyet, Demokrasi, Özgürlükler. Hiçbir şey kolay kazanılmamıştı.

Dr. M. Galip Baysan'ın anıları burada bitiyor...


Birçok kaynakta devamı aşağıdaki gibi;


Dört gün sonra kovan,Millet Bahçesinde bir tahta masanın üzerindeydi ve çevresinde 3 adam oturmuş sohbet ediyorlardı.Yüzbaşı Muhsin Talat,Teğmen Hamdi Vâsıf ve Kamil Usta o gün aralarında bir karar aldılar.Kovanı her yıl cumhuriyet bayramında değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı.Kovanın nihai sahibi,içlerinde en son ölen kişi olacaktı.1936 yılında Kamil Ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat’ın vefaat etmesiyle kovan Hamdi Vâsıf Gazikovan’a kaldı.1934’teki soyadı kanununda bu üç adamda “Gazikovan” soyadını almışlar,kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı.Aralarındaki ülkü kardeşliği ise zaten yadsınamazdı.”Kovan”sözcüğü insanlarda “kovalayan”anlamını çağrıştırıyordu.Bu yüzden 3 adam da soyadlarının anlamını sorana sormayana,hikayeyi heves ve gururla anlatıyorlardı.

Temmuz 2005 İstanbul Gazikovan ailesinin evi
Alooo!İyidir kanki, yaa noolsun!Siz ne ayardasınız?Bizim valide sultan akşam akşam iş çıkardı başıma...Taşınıyoruz ya;bodrumdaki öteberiyi toplayacakmışım.Birsürü ıvır zıvır var.Bir hurdacı çağıralım dedim dinletemedim...Ya!Gelirim gelmesine de annem yaratık gibi dikilmiş başıma hareket çekiyor.Tamam baba.Araşırız.Byeee!”
Evin 20 yaşındaki oğlu Sertan telefonu kapatıp annesine ters bir bakış fırlattı;
Ne var yaa?Ne kaynaşıp duruyon?”
“Doğru konuş yırtarım ağzını.Bodrumu toplamadan hiçbir yere gidemezsin
.”
Tamam yaa!Toplayacağız işte”
“Hadi sallanma

Sertan karanlık ve nem kokan bodrumun ışığını yakıp ayaklarının dibinde yığılı karton kolilere sıkı bir tekme savurdu.Nereden başlayacağını bilmez bir halde kolilere bakarken bir tanesini sinirle tepetaklak etti.Koliden dökülenlerin en üstünde sedef kakmalı ahşap bir kutu gözüne çarptı.Kutuyu açıp içindeki kovanı çıkardı.Bir silah üstündeki Osmanlıca yazıları inceledikten sonra kutudaki meşin kaplı defteri eline aldı.Mürekkepli kalemle muntazam bir yazıyla doldurulmuş defteri okumaya koyuldu.Neyse ki defterdeki yazılar Latin alfabesiyle yazılmıştı;

Evlatlarım,torunlarım!

Bu kovan şanlı bir tarihin tezahürüdür.Üzerinde yazanları inayeti üzerlerinize olsun.Babanız,dedeniz,
Emekli Albay Hamdi Vâsıf Gazikovan. 29 Ekim 1953”


Hamdi Vâsıf ve eşinin 1956 yılında bir deniz kazasında ölmesi üzerine eşyaları ,acılı aileye yardım etmek isteyen konu komşu tarafından toparlanıp oğulları Şerif ve kızları Hamiyet’in evlerine götürülmüştü.İşe yarar eşyalar iki evde kullanılırken,kutuların çoğu yıllar boyu hiç açılmamış,bodrum katlarda neredeyse çürümeye terkedilmişti.Babasının kovan hakkındaki hikayesini defalarca dinlemiş olan Şerif Bey ,bir yığın eşyanın arasından kovanı bulup çıkarmaya üşenmiş,her aklına geldiğinde bir sonraki sefere demiş.Lakin kovan gün yüzüne çıkamadan Şerif Bey de Hakkın Rahmetine kavuştu.Ardında,hikayeyi önemsemeyecek kadar az bilen iki evlat bırakarak.Hamdi Vâsıf’ın bu en değerli mirasına 50 yıl sonra ilk dokunan,torununun çocuğu Sertan oldu.Genç adam loş ışıkta defterin sayfalarını hızlı hızlı çevirerek her sayfadan birkaç cümle okudu.Defterde yazılanlar çok da ilgisini çekmemişti.O sırada çalan cep telefonunu yanıtladı;
Alooo!...
Hadi yaa!Megafikir!...
...tamam moruk. Geliyorum.Bekleyin
Kızlardan kimler var?..
.Ufff! Kadroya bak!Pelin’e dokunanı yakarım bilmiş olun”


Elindeki kovanla defteri duvarın dibine doğru fırlatıp bir küfür savurdu
Ulan başlarım kovanına daaaa,defterine de!.”Söve saya merdivenden çıktı.Annesinin bağırtılarını kulak arkası ederek kapıyı çarpıp kendini sokağa attı.Alemlere akmaya gidiyordu.Bir hafta sonra hamallar Gazikovan ailesinin eşyalarını Sarıyer’deki yeni evlerine indirirken,Maltepe belediyesinin temizlik işçileri ise boş evin önündeki karton kutuları çöp arabasına yüklüyorlardı.
Aracın hidrolik presi tıslayarak kutuları hazneye sıkıştırırken yükselen çatırtılar,bir milletin kadirbilmezliğine yakılmış bir ağıt gibiydi.Çatırdayan kovanın,sedef kakmalı tabutu değildi tabii ki, Cumhuriyetin yitirilen ruhuydu.Mustafa Kemal’in tüm kötülükleri,cehaleti,geriliği ve aczi içine hapsedip kilitli bir şekilde milletine emanet ettiği Pandora kutusuydu.Çeyrek asır süren bir diriliş efsanesinin,yarım asır daha sonra gördüğü muameleye isyanıydı.Ve hatta,Sertan’ın yaşındayken Şehit olan Karahisarlı Seyfi Çavuşun kemikleriydi.


(Daha zayıf bir kaynağa göre gazi kovan şu anda anıtkabir müzesinde. Ancak maalesef detay bilgi bulamadım.)


Bu anı konusunda sayın Cengiz Önal, kendi sitesinde (http://cengizonal.blogspot.com/2009/10/degerli-dostlar-milli-mucadele-ve.html)

"Savaşın en yoğun olduğu dönemlerde, cephe hattına tam sekiz kez gidip-gelen ve her defasında da dolumu İmalat-ı Harbiye’de yapılan Gazi Kovan, yaptığım araştırmalar neticesinde, bugün, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar BÜYÜKANIT Paşa’nın kişisel gayretleriyle hediye edildiği MKE Genel Müdürlüğü’nde bulunmakta ve Kurumun Genel Müdürlük katında sergilenmektedir." demektedir.


Bu bilginin doğru olmasını içten temenni ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder