4 Nisan 2013 Perşembe

EĞİTİM, KİMLİK, ULUS VE DİN

Son günlerde kamuoyunun gündemine giren “Dindar nüfus yetiştirme” konusu ve bununla ilgili olarak gazetelerde, televizyon kanallarında Türkiye’de eğitimin “tornadan çıkmış nesiller yetiştirdiği” şikayetleri su yüzüne çıktı. Böyle önemli konular tartışılırken merhum Uğur Mumcu’nun tabiriyle “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” bizi bir yere götürmez. 
Sosyolojik olarak, okul, aileden sonra çocuğu sosyalleştiren, yani içinde büyüdüğü toplumun uyumlu bir ferdi yapan temel sosyal kurumdur. Bu nedenle, her toplumda, okulun en önemli işlevlerinden biri “sosyal kimlik” oluşturmaktır. 20. Yüzyılda olduğu gibi, 21. Yüzyılda da dünyada ulus devletlerin kamu kuruluşları olan okullar çocukları yetiştiriyor. Okullarda o toplumun, yani ulusun, kimliği oluşturulur. Buna “ayni tornadan çıkmış” da denilebilir, E. Fromm’un geçmişte ifade ettiği gibi “sosyal karakter” de denilebilir.
“Ulusalcılığı” şiddetle eleştirenler, sadece bizim okullarımızda “resmî tarih” öğretildiği ve ulusal kimliğin pekiştirildiği kanısındadırlar. Oysa ki, örneğin katılmak istediğimiz Avrupa Birliği ülkelerinin ders kitaplarında da farklı derecelerde benzer bir durum söz konusudur. Hatta, eğitim yapısı en az merkezileşmiş olan ABD’deki ders kitaplarına bakarsanız, kısacık tarihlerini ne kadar yücelttiklerini açıkça görürsünüz.

Bu niçin böyledir? Çünkü büyüyen çocuğun ve gencin bir sosyal kimliğe ihtiyacı vardır. “Ulusal kimlik olmasın” dersek, “Peki, onun yerine ne olsun?” diye sormamız gerekir. Onun yerine etnik ya da dini kimlik olabilir. Bunlar ulusal kimlikten daha mı iyidir? Ulusal kimliği ve bunun beraberinde oluşan yurtseverliği, militarist ve diğer ulusları dışlayıcı olarak görüp “ulusalcılık” diye aşağılayanlara sormak gerekir. Acaba etnik ya da dini kimlik, farklı olan grupları daha çok kucaklayan, daha barışçıl yaklaşımlar mı içerir? Bunun doğru olmadığını bilimsel araştırmalar gösteriyor. Nitekim etnik ve dini çatışmalar geçmişte olduğu gibi bugün de insanlığı kırıyor.

Daha iddialı bir yaklaşımla, büyüyen genç kendi birey kimliğini oluşturmalı ya da dünya vatandaşı olmalı gibi düşünceler ileri sürülebilir. Bu iddialar kulağa hoş gelse de gerçekçi değildir. Bu noktada gelişim psikolojisi ve sosyal psikoloji, bize önemli bilgiler sağlıyor. Araştırmalar, sadece kendi benliğine yönelik olarak büyüyen, kendini aşan idealleri olmayan gençlerin, çoğu zaman bencil, yalnız ve doyumsuz olduğunu gösteriyor. Aidiyet duygusu ve başkalarına bağlılık (bağımlılık değil) çok temel bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor (1).
Aşırı bireycilik, ABD gibi en bireyci toplumlarda bile bugün sosyal bilimciler ve diğer düşünürler tarafından eleştirilmektedir. ‘Dünya vatandaşlığı’ ise büyümekte olan çocuk için fazla soyut ve uzak bir kimliktir. Belki çok daha sonra gelişebilir.

Ancak sosyal kimliği elbette “aynı tornadan çıkmış” olmaktan farklı kılmak gerekir. Bu da gene eğitimle mümkündür. Eleştirel aklı, sorgulamayı destekleyen bir eğitim, dogmalara değil, bilimsel temellere dayanır. Dünyanın bütün gelişmiş ülkelerindeki çağdaş eğitim, bilimsel eğitimdir. Bu nedenle, Cumhuriyetin, bilimi temel alan, yüzünü Batı’ya dönme stratejisi toplumsal gelişme için doğru bir seçimdi. Bugünkü Orta Doğu’ya bir bakış, neleri kazandığımızı gösteriyor.

Günümüzde “Atatürkçülük”, ya da “Kemalizm” diye etiketler oluşturup aşağılayanlar, aslında Cumhuriyetin, Batılılaşma ve Aydınlanma demek olduğunu anlamak istemiyorlar. Hele Atatürk’ün, “Manevi mirasım bilim ve akıldır” sözünün değerini hiç bilmiyorlar.

Diğer taraftan, istense de dindar gençlik yetiştirilemeyeceği iddia ediliyor. Örneğin televizyondaki bazı tartışma programlarında konuşmacılar, kendi deneyimlerinden yola çıkarak, herkes kendi kararını kendi verir, böyle bir nesil yetiştirilemez diyorlar. Yetiştirilebilir. Bu tür iddialar da gene insan gelişimi, sosyalleşme ve sosyal psikoloji alanlarındaki bilimsel birikimden haberdar olunmadığını gösteriyor. Aslında, sadece son 10 yılda değil, son 40 yılda Türkiye’de bu doğrultuda çok yol alınmıştır. 1970’lerden itibaren MSP, Fazilet, vs. dinci partilerin içinde olduğu koalisyon hükümetleri ve 12 Eylül politikası, büyük yatırımlarla ve tarikat bursları, yurtları, vs. hizmetlerle özendirerek dinî eğitimi, topluma arz etti (2). Bu politikalarla desteklenen, özendirilen imam hatip okullarına ve kuran kurslarına giden öğrenciler, çocukluktan itibaren dinî bir dünya görüşü edindi.

Nitekim Prof. Yılmaz Esmer’in Dünya Değerler Araştırması bulgularına göre, Türkiye’de genç nesil bugün yaşlı nesilden daha dindar...

Bu tuhaf bir durum, çünkü normal olarak yaşlandıkça insanların dine yönelimi artar. Tek başına bu bulgu bile, devlet eliyle ve eğitimle nasıl dindar gençlik yetiştirilebileceğini, bir toplumun nasıl şekillendirilebileceğini, yani toplum mühendisliğini gösteriyor. Tabi, her din eğitimi alan genç muhakkak dindar olacak değildir, bazıları aldıkları eğitimi sorgulayabilir ya da reddedebilir ama büyük çoğunluk derinden etkilenir.

Örneğin, bugünün hükümet kadroları böyle bir eğitimden geçtiler. Yasalaşmak üzere olan 4+4+4 kademeli eğitim formülü de akademik/bilimsel temel eğitime zarar verecek niteliktedir. Sadece 4 yıllık kısa bir temel eğitimden sonra meslek eğitimine ya da dini eğitime yönelmek, çağdaş dünyanın gerisinde kalmak demektir. Bugün meslek eğitimi ileri ülkelerde erken verilmiyor, giderek uzun temel eğitim üzerine kuruluyor çünkü ancak sağlam bilimsel bir eğitime sahip olan gençler teknolojideki çok hızlı değişim ve ilerlemelere ayak uydurabiliyor. Erken yaştaki dini eğitim ise, henüz soyut ve eleştirel düşünme yetkinliğini kazanmamış olan küçük çocuklarda dogmatik, mekanik ve temel felsefî anlayıştan yoksun dar bir dinî dünya görüşüne neden oluyor.

Cumhuriyet de toplum mühendisliği yapmıştır denebilir. Bu da doğrudur. Cumhuriyet, yüzü Batıya dönük, çağdaş bir gençlik yetiştirmeyi ideal olarak almıştı; böyle nesilleri yetiştirdi. Bugün ise ideal, dindar gençlik yetiştirmektir. Bu, Türkiye toplumunun bugünü ve yarını için yaşamsal önemi olan bir tercih sorunudur.

(1) Ç. Kağıtçıbaşı, Aile, Benlik ve İnsan Gelişimi: Kültürel Psikoloji, Koç Üniversitesi Yayını (Yapı-Kredi Yayınları), 2010.
(2) Ç. Kağıtçıbaşı, “Giriş: Türkiye’de Kadın ve Eğitim” H. Durudoğan, F. Gökşen, B.E. Oder & D.Yükseker (Ed.), Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları, 9-19, Koç Üniversitesi Yayını, (Yapı-Kredi Yayınları), 2010.

Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı

1940'da İstanbul'da doğdu. 1959'da Robert Kolej'nden mezun olan Çiğdem Kağıtçıbaşı, Massachusetts’teki Wellesley College'de, psikoloji alanında lisans eğitimi almış ve 1961 yılında mezun olmuştur. Doktora tezini ise 1967 yılında Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'nde sosyal psikoloji alanında vermiştir. Günümüzde 1.200'ün üzerinde atıf ile, en çok atıf yapılan psikologlardan ve Türk akademisyenlerden biridir.




2 yorum:

  1. konu yoruma gerek kalmadan o kadar güzel işlenmiş ki..Teşekkürler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de alıntılarken oldukça etkileyici bulmuştum.

      Sil