Koca bir yıl geçiverdi. Daha sanki birkaç gün önce yaz tatili için veda yazısı yazmış gibiyim. Ama bakıyorum bir yıl olmuş ve yine bir temmuz ayı sonu gelmiş. Yılın yorgunluğu, biriktirilen stres atılacak, yeni ve zorlu bir yıla hazırlanılacak. Şimdi yine bir süre için veda zamanı.
Henüz yazılmamış ve fotoğraflanmamış bazı gezi anılarım zorunlu olarak eylül ayına kalacak. Bu arada okunmuş ancak blogda tanıtımı yapılamamış 11 kitapta yine bekleyecek. Tatilde bu kule sanırım yükselmeye devam edecek.
Elbette sadece dinlenme değil, araya girecek bazı ziyaret ve gezileri de yapmaya gayret edeceğim. Umarım oldukça geniş kaynaklarla blogu şenlendirmeye dönerim.
Her tatil ya da ara belli heyecanları da beraberinde getiriyor. Umut ve beklentiler insanı yaşatan, sarıp sarmalayan hisler. Ara, bir anlamda yenilenme demek. Yeni enerji birikimleri, siz dostları ve yazıları özleme, günlük blog ziyaretlerinden mahrum kalmayı bir ölçüde telafi edebilir ümit ediyorum.
Şimdilik, acil konular devreye girmez ve planlarım değişmez ise tatil mekanım her zaman yazdığım gibi Didim, Akbük, Altınsite. Tanıdığım, tanımadığım ama bir şekilde yolu düşen, ya da yolunu düşüren tüm dostlarımı beklerim. Yolu sevgi ve dostluktan geçen herkes bir gün bir yerde buluşur.
"Bana olağanüstü hususiyetler atfetmeyiniz. Doğumumdaki tek fevkaladelik Türk olarak dünyaya gelmemdir." (Mustafa Kemal ATATÜRK)
30 Temmuz 2013 Salı
29 Temmuz 2013 Pazartesi
HAZİRAN AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 4
KİTABIN ADI
|
Odessa Öyküleri (Odesskiye Rasskazi)
|
KİTABIN YAZARI
|
İzak Babel
|
KİTABIN ÇEVİRMENİ
|
Ergin Altay
|
KİTABIN YAYINEVİ
|
Can Yayınları
|
KİTABIN BASKI YILI
|
2011
|
KİTABIN BASKI SAYISI
|
1. Baskı
|
KİTABIN SAYFA SAYISI
|
374 sayfa (Bir adet
dizgi hatası var)
|
KİTABIN DİZGİ/BASKI
KALİTESİ
|
10/10
|
KİTABIN YAZIM-DİL
KALİTESİ
|
10/10
|
KİTABIN
EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
|
10/10
|
Sistemin çarkları arasında erimiş, üzer, örtülmüş ve seneler sonra ortaya çıkmış bir yazar.
İzak Babel, Odessa Yahudilerinden. Genç yaşta yazarlığı seçmiş, Gorki’nin dikkati çekmiş, uzun süre himayesinde kalmış, Stalin’le uzlaşamayınca gözaltında kaybolmuş ve eserleri bir anlamda yok edilmiş bir yazar. Geçen sene, Odessa gezimizden sonra vitrinde “Odessa Öyküleri” kitabını görünce alıp bir anlamda bu sayede tanıdığım bir yazar. Bilinen sadece iki hikaye kitabı var. Bu kitapta üç dönem öyküleri sırasıyla “Erken Dönem Öyküleri”, “Odessa Öyküleri” ve “Öyküler 1925-1938” başlıklarında bir araya gelmiş. Döneminin Yahudi halkının yaşamından alınan sıcak öyküler. Tanıdığınızda seveceksiniz. |
Isaak Emmanuilovich Babel (Russian: Исаа́к Эммануи́лович Ба́бель, July 13 [O.S. July 1] 1894 – January 27, 1940) was a Russian language journalist, playwright, literary translator, and short story writer. He is best known as the author of Red Cavalry, Story of My Dovecote, and Tales of Odessa, all of which are considered masterpieces of Russian literature. Babel has also been acclaimed as "the greatest prose writer of Russian Jewry."[1] Loyal to, but not uncritical of, the Communist Party of the Soviet Union, Isaak Babel fell victim to Joseph Stalin's Great Purge due to his longterm affair with the wife ofNKVD chief Nikolai Yezhov. Babel was arrested by the NKVD at Peredelkino on the night of May 15, 1939. After "confessing", under torture, to being a Trotskyist terrorist and foreign spy, Babel was shot on January 27, 1940. The arrest and execution of Isaak Babel have been labeled a catastrophe for world literature |
26 Temmuz 2013 Cuma
BATUM 2013
Doğu Karadeniz gezimizin 3. Gününde Batum’a ulaştık. Önceki Batum gezimi blogda anlatmıştım. O sebeple daha ziyade farklı gözlemlerimi nakledeceğim.
(Batum'da Osmanlı döneminden kalan tek yapı. Ancak Osmanlı ürünü değil)
(Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğu)
Sarp sınır kapısı yeniden düzenlenmiş Her iki devletin gümrük binaları yenilenmiş. Ancak kalabalık ve keşmekeş devam ediyor. Harcın 1 TL’den 15 TL’ye yükseltilmesi, Türk’lerin geçişi çok etkilemişe benzemiyor. Gürcistan’ın oldukça ucuz olması ve kumarhaneler hale çok cazip kılıyor.
Gürcistan’a bağlı Acara Özerk Bölgesi’nin başkenti önceki yenilenme işlemlerini tamamlamış. Özellikle deniz kıyısı parklarla süslenmiş. Tüm sokaklardaki inşaatlar bitirilmiş. Hızla yeni oteller açılıyor. Yakın zamanda bu bölgenin Monte Carlo’su ya da 1950’lerin Beyrut’u olma yolunda.
Gürcü’lerin hala ülke içinde kazançları çok az. Bu nedenle çalışmak için Türkiye’ye gelmek ya da ticaret onlar için önemli. Yemek ve içki fiyatları ınanılmaz derece ucuz. Bir bakkalda bir şişe vodkayı 5 TL’ye 1 şişe viskiyi 15 TL’ye ya da Yeni Rakı’yı 25 TL’ye almanız mümkün. Şaraplarını yazmıyorum bile inanılmaz rakamlara satılıyor.
Kumarhane merakım yok. Gitmeyi ve para harcamayı sevmem. Ancak kaldığımız İnturist Otel’in kumarhanesinde girişte kimlik kaydı yapılıyor. İçeride oyun oynamayana içki servisi yapılmıyor. Ancak yemekte kısıtlama görmedim.
(Opera ve Tiyatro Binası)(Batum'da Osmanlı döneminden kalan tek yapı. Ancak Osmanlı ürünü değil)
(Limanda Ali ve Nino heykeli)
Daha sonra şehri gezmeye devam edeceğiz.
25 Temmuz 2013 Perşembe
HAZİRAN AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 3
KİTABIN ADI
|
Kültür Mitleri (Founding Gods, Inventing Nations)
|
KİTABIN YAZARI
|
William F. Mc Cants
|
KİTABIN ÇEVİRMENİ
|
Merve Tabur
|
KİTABIN YAYINEVİ
|
İthaki Yayınevi
|
KİTABIN BASKI YILI
|
2012
|
KİTABIN BASKI SAYISI
|
1. Baskı
|
KİTABIN SAYFA SAYISI
|
198 sayfa
|
KİTABIN DİZGİ/BASKI
KALİTESİ
|
10/10
|
KİTABIN YAZIM-DİL
KALİTESİ
|
10/10
|
KİTABIN
EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
|
10/10
|
Kuşkusuz insanlık tarihinden günümüze bir çok mit vardır. Bilinen ve bilinmeyenler iç içe girmiş, bilgi ile hurafe zamanla birbirine karışmış, bir çok bilgi kimlik ve biçim değiştirmiş ve tüm bunlar yüzyıllar boyu insanları etkilemiş, bir anlamda da şekillendirmiştir. Bugün tüm toplumlar, geçmişlerinden aldıkları kültür birikimlerini ya üstüne ilave ederek, kısmen biçimini değiştirip farklılaştırarak gelecek nesillerine aktarmaktadır. Kuşkusuz bu aktarımda, geçmişten gelene, farklı toplum ve kültürlerden gelen bilgiler de sürekli eklenmektedir. İşte bu kitapta yukarıdaki birikimlerin ilk izleri sürülmeye çalışılmakta. Farklı kültürlerde, örneğin ilk tarımı bulan, ilk dili konuşan, ilk demiri keşfeden, ilk ekmeği yapan gibi kültür mitleri araştırılıyor. Eski Yunan ve Roma’da, İslamın ilk dönemlerinde uygarlık adımlarının kökenleri araştıran, keşifler katalogları düzenleyen yazarların yarattığı bilgi birikimi paylaşılıyor. Tarihi, kültürün kökenlerini ve eski toplumların kültür paylaşımlarını merak edenler için çok değerli, okunası ve saklanası bir kitap. |
William McCants, Ph.D. is an analyst at CNA's Center for Naval Analyses where he focuses on al-Qaeda, terrorism, and Middle Eastern politics. He is also adjunct faculty at Johns Hopkins’ Krieger School. From 2009-2011, McCants served as Senior Adviser for Countering Violent Extremism in the Office of the Coordinator for Counterterrorism at the U.S. State Department. Prior to that he was the program manager of the Minerva Initiative in OSD-Policy; an analyst at the Institute for Defense Analyses and SAIC; and a fellow at West Point’s Combating Terrorism Center. McCants is the founder of Jihadica.com, a group blog that explains the global jihadi movement. The blog has been featured on the cover of the New York Times and rated by Technorati as one of the top one hundred blogs on global politics. Wired magazine recently described it as “the gold standard in militant studies.” McCants is the editor of the Militant Ideology Atlas and the author of a forthcoming Foreign Affairs article on al-Qaeda. In 2005, he translated an Arabic book written by an al-Qaeda strategist. This fall, Princeton University Press is publishing McCants’ book Founding Gods, Inventing Nations: Conquest and Culture Myths from Antiquity to Islam. Recent Work: Citation analysis of jihadist ideologues; Muslim Brotherhood politics in the Middle East; jihadist recantations of violence; counter-recruitment programming; countering AQ propaganda online Education: Ph.D. and M.A. in Near Eastern Studies from Princeton University, M.A. in Near Eastern Studies from University of Arizona, B.S. in History from Lander University Languages: Arabic and Persian Publications of Interest: · Founding Gods, Inventing Nations: Conquest and Culture Myths from Antiquity to Islam (Princeton University Press, 2012). · “Al-Qaeda’s Challenge” Foreign Affairs (Sept/Oct 2011). · “Don’t Be Evil: What Google Doesn’t Get About Violent Extremism—And How It Can Do Better.” Foreign Policy (June 30, 2011). · “Zawahiri Speaks.” Foreign Policy (June 9, 2011). · “The al-Qaeda Zawahiri Inherits.” Foreign Policy (June 16, 2011). · “A Gaping Hole.” Foreign Policy (May 2, 2011). · “Review of Gilles Kepel and Jean-Pierre Milelli, Al Qaeda in its Own Words, and Bernard Rougier, Everyday Jihad,” International Journal of Middle East Studies (forthcoming). · “Review of John Kelsey’s Arguing the Just War in Islam,” Journal of the American Academy of Religion 2008 76(4): 1028-1031. · Translator, Abu Bakr Naji, The Management of Savagery, 256 pages (sponsored by Olin Institute at Harvard). · “The Origins of Islam and Islamism.” In Terrorism and Political Islam (West Point, 2007). · Militant Ideology Atlas (West Point, N.Y.: Combating Terrorism Center, 2007). 383-page study of militant Islamist intellectual networks. · “Stealing Al-Qa'ida's Playbook.” With Jarret Brachman. In Studies in Conflict and Terrorism 29, no. 4 (2006): 309-321. Recent Talks and Presentations: · “Building Communities on a Foundation of Mistrust: Jihadi Discussion Forums.” History Department, Florida State University, April 2009. · “Community Life on Jihadi Forums.” Near Eastern Studies Dept., Princeton University, September 2008. · “From Forum Fighters to Foreign Fighters: The Minimal Role of Jihadi Forums in Radicalization.” Danish Institute for International Studies, September 2008. · “Al-Qaeda Today.” Norwegian Institute of International Affairs, August 2008. |
24 Temmuz 2013 Çarşamba
TÜRKİYE'NİN İLK YAVAŞ ŞEHRİNDE BİR SIĞINAK: SIĞACIK
Turizmde yeni bir trend: Yavaş Şehir
Merkezi İtalya’da bulunan uluslararası bir kentler ağının adı olan Cittaslow, İtalyanca İngilizce karşımı bir sözcük. Dilimize “Yavaş” veya “Sakin Şehir” olarak giren Cittaslow kentleri; öncelikle kentleşmenin baskısına direnerek geleneksel yaşam tarzlarını korumayı hedefliyorlar ve olabildiğince daha az gürültü, daha çok yerel lezzet, daha sakin bir kent atmosferi ve daha temiz bir çevre amaçlıyorlar. Fast food zincirlerine, gökdelen otellere izin vermiyorlar. Naylon poşet yerine file kullanıyorlar. Bisikleti, faytonu, elektrikli otomobilleri özendiriyorlar. Yavaş şehrin amblemi de oldukça anlamlı. Dünyanın her tarafındaki yavaş şehirler bir salyangozun sırtındaki şehir silueti şeklinde tasarlanan amblemleriyle tanınıyorlar.
1999’da başlayan, 2013 itibariyle dünyada 21 ülkeden 147 şehrin dâhil olduğu, pek çok şehrin ise sırada beklediği Cittaslow ağına Türkiye’den şimdiye kadar dokuz yer kabul edilmiş. İzmir’in Seferihisar ilçesi ilk yavaş şehrimiz olurken, 2012 yılında yapılan Polonya toplantısında; Muğla’nın Akyaka, Aydın’ın Yenihisar, Çanakkale’nin Gökçeada ve Sakarya’nın Taraklı ilçeleri salyangoz amblemini kullanmaya hak kazanmışlar. (*) Türkiye’de yavaş şehir deyince ilk akla gelen yer olan Seferihisar’ın Belediye Başkanı ve bu trendin Türkiye’deki öncüsü Tunç Soyer’e göre işin sırrı “yerel kimliği koruyarak kalkınmak” ve “halkın sahiplenmesi” olarak özetlenebilir. Şairlerin Anavatanı
Homer’in Iyrin’i ver bana dostum / Değiştir Akordu hem de / Kan ve Ateş istemiyorum, / Şarap ta değil; / Aşkın kadehini sun bugün / Ritme karıştır / Ne gönül kır ne bulandır / Sarhoş olmak istiyorum
Döne döne, ebede dek / Eğlenmek, gülmek istiyorum. / Değiştir Akordu dostum / Homer’in Iyrini ver bana / Paydos de gayrı / Kan ve Ateşten yana.
MÖ 1000 yıllarına tarihlenen İonia Uygarlığı spor, şiir, müzik ve tiyatroda çok ileridir. Dünyanın ilk “Aktörler Birliği”nin Teos’da kurulduğu bilinir. Burada bulunan yazıtlarda, sanatçılara bağışlanan arazi ve başka ödüllerden söz edilir. Yukarıdaki satırlar, işte bu sanatçılardan birine; bugünkü Seferihisar’ın, sahil köyü Sığacık yakınlarındaki Teos’da yaşamış şairAnekreon’a ait. Sığacık’ın bağlı olduğu ilçe olan Seferihisar ise adını bir başka ünlü şaire vermiş. 1963 yılında Nobel alan çağdaş Yunan şairlerinden Yorgo Seferis (Urlalı kabul ediliyor) halk diliyle yazdığı şiirleriyle ünlü.
Seferis’in anılarında Seferihisar’ın da adı geçer:
… Sivrisaryon’dan (tabelada Seferihisar yazıyordu) geçerken arkadaşım beni uyandırıp, adımın bölgeyle ilişkisi olup olmadığını sordu. Scala’ya kadar olan kırk kilometrelik yolu takriben bir saatte aldık.
… Asıl hayrete düşürecek şey her zaman olduğu gibi birden cereyan etti: cip, eski çeşmenin biraz aşağısında, Urla’ya giden yolun sağında durdu, Scala’ya indik. Böylece kendimizi birden bizim evlerin arka tarafı ile büyükannemin bahçesini ayıran iskeleye paralel yolun üzerinde buluverdik” …
Diyelim ki Seferis adını Seferihisar’dan aldı. Peki, Seferihisar adı nereden geliyor, Seferihisar, Seferis’in dediği gibi Sivrihisar olmasın? Hisarı Olmayan Seferihisar
Bölgenin bilinen tarihi; Karyalılar ve İonyalılar ile başlar, MÖ 30’da Romalıların Anadolu’yu işgali sırasında komutan Tysafer buraya yerleşir. 11. yüzyılda Selçuklular egemen olduğunda bölgenin adı “Tysaferin Hisarı” Osmanlı Döneminde “Sivrihisar” ve Cumhuriyet’ten sonra ise “Seferihisar” olur.
Seyahatname’sinde, Evliya Çelebi’nin de dikkat çektiği gibi; Seferihisar adına inat, hisarı olmayan bir yerdir. Hisarın bulunduğu Sığacık’ın adında ise, alışılanın aksine hisar yoktur.
Peki, Sığacık adını nereden almış derseniz, her ikisi de Osmanlı döneminden gelen iki farklı rivayet anlatılır. Bir rivayete göre Ege’de büyük bir fırtına çıkar, gece karanlığında azgın dalgalara kapılan denizciler, tam da yaşamaktan ümitlerini kestikleri sırada top şeklinde bir ışık ortaya çıkar. Bu ışık onlara Sığacık Limanı’na kadar yol gösterir ve kurtulurlar. Limanın adı denizcilere sığınak olmasından dolayı “Sığacık” olur. Sığacık Limanı’nın hemen yakınında türbesi bulunan Mustafa Efendi, işte bu geminin kaptanıdır ve vasiyeti üzerine ışığın geldiği yere defnedilmiştir. Diğer bir rivayet ise; kale yapılırken büyüklüğünün tartışma konusu olduğu ve adının ”sığacak mı sığmayacak mı” tartışmasından geldiği şeklindedir. Bu iki rivayetten farklı bir diğer görüş ise, Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyesi’nde yazdığı “Sivrihisar Limanı’nın içinde küçük bir sığlık” tanımından türemiş olabileceğidir. Devşirme Taşlarla Osmanlı Kalesi
Seferihisar’ın sahil köyü Sığacık; tarihi Kaleiçi, liman, bahçeler ve Teos olmak üzere en az dört başlıkta anlatılabilir. Bazı kaynaklara göre 1420’lerde Sultan Murat, bazılarına göre ise 1520’lerde Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Parlak Mustafa Paşa (Kaptan Piri Reis önerisiyle) tarafından yaptırılan ve köy merkezini çepeçevre saran iki katlı kale duvarlarının bir katı yıkılmış, ama içindeki geleneksel köy mimarisi korunmaya devam etmektedir.
Ne yazık ki, köy mimarisinin; kendisini koruyan kaleye aynı saygıyı gösterdiğini söyleyemiyoruz. Zira duvarları üzerine inşa edilen bazı evler, Sığacık’ın sembolü kaleye hiç yakışmıyor. Hadi köylü, yaptı diyelim. Üstündeki fazlalıklara, beş yüz yıllık duvarların sesi neden çıkmaz? Çıkamaz, çünkü kendisi de 2500 yıllık Teos kalıntılarından getirilen taşlarla inşa edilmiştir…
Rüzgâr var, dalga yok…
Sığacık’ın meşhur balıkçı lokantaları ise limanda bulunuyor. Limanda kıpırdayan teknelerin arasında; siz, mevsimine göre değişen ama her zaman taze balığınızı yerken teknelerin bir kısmı balıktan dönüyor, diğerleri Eşek, Kanlı ve Küçük Adalara, ayrıca Papaz Boğazı, Taşada, Azmak ve Çamcağız’a motor seferleri yapıyor olacaktır. Sığacık Limanı’nda sadece balıkçı teknelerini veya gezi motorlarını değil modern yatları da görebilirsiniz. En yakın havaalanı olan İzmir Adnan Menderes’e sadece 45 dakika uzaklıktaki, 5 Altın Çıpa ödüllü Teos Marina, her yıl daha çok yata ev sahipliği yapıyor. Sığacık Limanı’ndan ayrıca (Samos’un Vathi Limanı’na düzenlenen feribot seferleriyle) “Komşu”ya ziyaret de mümkün…
Sığacık’a en yakın iki plaj olan Küçük ve Büyük Akkum, rüzgârlı ama dalgasız sularıyla sörf için ideal, yılın yedi ayı sörf yapılabiliyor. Diğer su sporlarının yanı sıra dalgıçların tercihi de Sığacık. Su altı fotoğrafları çekmekle kalmayıp, buradaki otellerde katılacağınız bir haftalık kurslarla sertifika bile alabilirsiniz. Ekmeksiz Koyu, Sığacık’ın diğer bir plajı, sadece denize girmek ve güneşlenmek isteyenler için ideal. Büyük Akkum’la birlikte Seferihisar’ın diğer plajlarından Akarca ve Ürkmez 2011’de Mavi Bayrak aldılar.
“Satsuma” Kokan Köy
Geçimini balıkçılık ve mandalina yetiştirerek sağlayan Sığacık’ın, kokulu mandalinaları genellikle ihraç edildiğinden başka yerde bulmak zor. Mevsimine denk gelirse muhakkak “satsuma” mandalinanın tadına bakın, farkı göreceksiniz. Sığacık ve çevresinde mandalina’dan başka iyi üzüm ve zeytin de yetişir. Bölgenin zeytinyağı Ayvalık ile bir-ayar kabul edilir.
Ancak bahçeler giderek azalıyor, köy de boşalıyor, evler yabancılara satılıyor, çoğunluğu bitişik nizamda, beyaz badanalı, küçük pencereli, iki katlı ve kerpiç olan evlerin birçoğu boş ve hatta yarı yıkık vaziyette. Rahmi Tarım, Sığacık’ın yerlilerinden, küçük avlusunda yaptığımız sohbetlerde, gençlerin zahmetli bir iş olan bahçecilik yapmak yerine kahvede oturmasından şikâyet ediyor ama onlara da hak veriyor, çünkü maliyetler artmış ve artık bahçecilik eskisi gibi kazandırmıyor.
Buna karşılık bazı evler temiz ve şirin pansiyonlara dönüşmüş, buralarda oldukça hesaplı bir tatil yapmak mümkün. İzmir ve çevresinden gelenler için bir hafta sonu, uzaktan gelenler için daha uzun süreli tatile olanak veren bu pansiyonların yanı sıra; Sığacık’ta birçok otel ve tatil köyü de bulunuyor.
Sonbaharda ölen, İlkbaharda doğan tanrılar
Antik İonia Uygarlığı’nın on iki kentinden birisi olan Teos’taki Agora, Tiyatro, Odeon, Liman vb kalıntılar arasında en önemlisi; Dionysos Tapınağı’ndan kalanlar. Yunanca Tanrı anlamında bir sözcük olan Teos’daki Dionysos Tapınağı’nın tanrılarından Bakhus (Grekcesi Dionysos) sarhoşluk boyutunda neşeyi, cinsel gücü ve çılgınlığı temsil eder. Yaşamak ve iyi ürün almak için her yıl bu tanrıların memnun edilmesi gerekir. Sonbaharda ölen bu tanrıların, ilkbahardaki doğumu çılgın partilerle kutlanır.
Bu günlerde erkekler eve kapanır, Rahibeler kendilerini kaybedene kadar şarap içerler. Ormanda çılgınca eğlenirler, hayvanları öldürürler. İstedikleri kadın veya erkekle beraber olurlar, ertesi gün her şey unutulacaktır, kimse onlara itiraz edemez. Çünkü artık ilkbahar gelmiştir. Geçen sonbaharda ölen tanrılar yeniden doğmuştur, artık asmalar üzüm verecektir. Üzümler şarap olacaktır, yaşamak budur…
Milattan önceki 3. yüzyılda Teos’da geçen bu “şen” hayat, bugünkü Sığacık’a hiç benzemez. Bir Sığınaktır, Sığacık
Yavaş Şehir olduktan sonra hızlanan turistik hareketliliğine rağmen Sığacık, sakin havasını korumaya devam etmektedir. Kendisi de Seferihisarlı olan ünlü yönetmen Çağan Irmak’ın burada çektiği, popüler TV dizilerinden Kavak Yelleri’yle birlikte daha bir artan ilgi de bozmadı Sığacık’ın dingin atmosferini… Neredeyse 30 yıldır Sığacık’ı yılda bazen bir, bazen iki kez gören birisi olarak tanıklık ederim ki; Sığacık hiç değişmiyor değil ve hatta çok değişti ama değişmeyen tek şey, limandaki ve kale içindeki bu sakin atmosfer oldu. İşte bu yüzden Yavaş Şehir olmak Sığacık’a çok yakıştı… Ve yüzyıllar önce denizcilerin sığınağı olan bu şirin balıkçı köyü; bugün de gürültüden uzak tatil arayan günümüz insanı için bir sığınak olmaya devam ediyor. Hem adına, hem de yeni unvanına yakıştığı gibi…
Nasıl Gidilir?
İzmir’in güneybatısında kent merkezine 45 km uzaklıktaki Seferihisar’a, İzmir - Çeşme karayolunun Seferihisar - Kuşadası çıkışını takip ederek yarım saatte ulaşmak mümkün. Seferihisar’dan Sığacık’a gitmek için 5, oradan da Teos’a gitmek için 3 km kadar daha yolculuk gerekiyor.
TİMUR ÖZKAN
(*) Seferihisar, Akyaka, Gökçeada, Yenipazar, Taraklı, Perşembe, Vize, Yalvaç, Halfeti
Merkezi İtalya’da bulunan uluslararası bir kentler ağının adı olan Cittaslow, İtalyanca İngilizce karşımı bir sözcük. Dilimize “Yavaş” veya “Sakin Şehir” olarak giren Cittaslow kentleri; öncelikle kentleşmenin baskısına direnerek geleneksel yaşam tarzlarını korumayı hedefliyorlar ve olabildiğince daha az gürültü, daha çok yerel lezzet, daha sakin bir kent atmosferi ve daha temiz bir çevre amaçlıyorlar. Fast food zincirlerine, gökdelen otellere izin vermiyorlar. Naylon poşet yerine file kullanıyorlar. Bisikleti, faytonu, elektrikli otomobilleri özendiriyorlar. Yavaş şehrin amblemi de oldukça anlamlı. Dünyanın her tarafındaki yavaş şehirler bir salyangozun sırtındaki şehir silueti şeklinde tasarlanan amblemleriyle tanınıyorlar.
1999’da başlayan, 2013 itibariyle dünyada 21 ülkeden 147 şehrin dâhil olduğu, pek çok şehrin ise sırada beklediği Cittaslow ağına Türkiye’den şimdiye kadar dokuz yer kabul edilmiş. İzmir’in Seferihisar ilçesi ilk yavaş şehrimiz olurken, 2012 yılında yapılan Polonya toplantısında; Muğla’nın Akyaka, Aydın’ın Yenihisar, Çanakkale’nin Gökçeada ve Sakarya’nın Taraklı ilçeleri salyangoz amblemini kullanmaya hak kazanmışlar. (*) Türkiye’de yavaş şehir deyince ilk akla gelen yer olan Seferihisar’ın Belediye Başkanı ve bu trendin Türkiye’deki öncüsü Tunç Soyer’e göre işin sırrı “yerel kimliği koruyarak kalkınmak” ve “halkın sahiplenmesi” olarak özetlenebilir. Şairlerin Anavatanı
Homer’in Iyrin’i ver bana dostum / Değiştir Akordu hem de / Kan ve Ateş istemiyorum, / Şarap ta değil; / Aşkın kadehini sun bugün / Ritme karıştır / Ne gönül kır ne bulandır / Sarhoş olmak istiyorum
Döne döne, ebede dek / Eğlenmek, gülmek istiyorum. / Değiştir Akordu dostum / Homer’in Iyrini ver bana / Paydos de gayrı / Kan ve Ateşten yana.
MÖ 1000 yıllarına tarihlenen İonia Uygarlığı spor, şiir, müzik ve tiyatroda çok ileridir. Dünyanın ilk “Aktörler Birliği”nin Teos’da kurulduğu bilinir. Burada bulunan yazıtlarda, sanatçılara bağışlanan arazi ve başka ödüllerden söz edilir. Yukarıdaki satırlar, işte bu sanatçılardan birine; bugünkü Seferihisar’ın, sahil köyü Sığacık yakınlarındaki Teos’da yaşamış şairAnekreon’a ait. Sığacık’ın bağlı olduğu ilçe olan Seferihisar ise adını bir başka ünlü şaire vermiş. 1963 yılında Nobel alan çağdaş Yunan şairlerinden Yorgo Seferis (Urlalı kabul ediliyor) halk diliyle yazdığı şiirleriyle ünlü.
Seferis’in anılarında Seferihisar’ın da adı geçer:
… Sivrisaryon’dan (tabelada Seferihisar yazıyordu) geçerken arkadaşım beni uyandırıp, adımın bölgeyle ilişkisi olup olmadığını sordu. Scala’ya kadar olan kırk kilometrelik yolu takriben bir saatte aldık.
… Asıl hayrete düşürecek şey her zaman olduğu gibi birden cereyan etti: cip, eski çeşmenin biraz aşağısında, Urla’ya giden yolun sağında durdu, Scala’ya indik. Böylece kendimizi birden bizim evlerin arka tarafı ile büyükannemin bahçesini ayıran iskeleye paralel yolun üzerinde buluverdik” …
Diyelim ki Seferis adını Seferihisar’dan aldı. Peki, Seferihisar adı nereden geliyor, Seferihisar, Seferis’in dediği gibi Sivrihisar olmasın? Hisarı Olmayan Seferihisar
Bölgenin bilinen tarihi; Karyalılar ve İonyalılar ile başlar, MÖ 30’da Romalıların Anadolu’yu işgali sırasında komutan Tysafer buraya yerleşir. 11. yüzyılda Selçuklular egemen olduğunda bölgenin adı “Tysaferin Hisarı” Osmanlı Döneminde “Sivrihisar” ve Cumhuriyet’ten sonra ise “Seferihisar” olur.
Seyahatname’sinde, Evliya Çelebi’nin de dikkat çektiği gibi; Seferihisar adına inat, hisarı olmayan bir yerdir. Hisarın bulunduğu Sığacık’ın adında ise, alışılanın aksine hisar yoktur.
Peki, Sığacık adını nereden almış derseniz, her ikisi de Osmanlı döneminden gelen iki farklı rivayet anlatılır. Bir rivayete göre Ege’de büyük bir fırtına çıkar, gece karanlığında azgın dalgalara kapılan denizciler, tam da yaşamaktan ümitlerini kestikleri sırada top şeklinde bir ışık ortaya çıkar. Bu ışık onlara Sığacık Limanı’na kadar yol gösterir ve kurtulurlar. Limanın adı denizcilere sığınak olmasından dolayı “Sığacık” olur. Sığacık Limanı’nın hemen yakınında türbesi bulunan Mustafa Efendi, işte bu geminin kaptanıdır ve vasiyeti üzerine ışığın geldiği yere defnedilmiştir. Diğer bir rivayet ise; kale yapılırken büyüklüğünün tartışma konusu olduğu ve adının ”sığacak mı sığmayacak mı” tartışmasından geldiği şeklindedir. Bu iki rivayetten farklı bir diğer görüş ise, Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyesi’nde yazdığı “Sivrihisar Limanı’nın içinde küçük bir sığlık” tanımından türemiş olabileceğidir. Devşirme Taşlarla Osmanlı Kalesi
Seferihisar’ın sahil köyü Sığacık; tarihi Kaleiçi, liman, bahçeler ve Teos olmak üzere en az dört başlıkta anlatılabilir. Bazı kaynaklara göre 1420’lerde Sultan Murat, bazılarına göre ise 1520’lerde Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Parlak Mustafa Paşa (Kaptan Piri Reis önerisiyle) tarafından yaptırılan ve köy merkezini çepeçevre saran iki katlı kale duvarlarının bir katı yıkılmış, ama içindeki geleneksel köy mimarisi korunmaya devam etmektedir.
Ne yazık ki, köy mimarisinin; kendisini koruyan kaleye aynı saygıyı gösterdiğini söyleyemiyoruz. Zira duvarları üzerine inşa edilen bazı evler, Sığacık’ın sembolü kaleye hiç yakışmıyor. Hadi köylü, yaptı diyelim. Üstündeki fazlalıklara, beş yüz yıllık duvarların sesi neden çıkmaz? Çıkamaz, çünkü kendisi de 2500 yıllık Teos kalıntılarından getirilen taşlarla inşa edilmiştir…
Rüzgâr var, dalga yok…
Sığacık’ın meşhur balıkçı lokantaları ise limanda bulunuyor. Limanda kıpırdayan teknelerin arasında; siz, mevsimine göre değişen ama her zaman taze balığınızı yerken teknelerin bir kısmı balıktan dönüyor, diğerleri Eşek, Kanlı ve Küçük Adalara, ayrıca Papaz Boğazı, Taşada, Azmak ve Çamcağız’a motor seferleri yapıyor olacaktır. Sığacık Limanı’nda sadece balıkçı teknelerini veya gezi motorlarını değil modern yatları da görebilirsiniz. En yakın havaalanı olan İzmir Adnan Menderes’e sadece 45 dakika uzaklıktaki, 5 Altın Çıpa ödüllü Teos Marina, her yıl daha çok yata ev sahipliği yapıyor. Sığacık Limanı’ndan ayrıca (Samos’un Vathi Limanı’na düzenlenen feribot seferleriyle) “Komşu”ya ziyaret de mümkün…
Sığacık’a en yakın iki plaj olan Küçük ve Büyük Akkum, rüzgârlı ama dalgasız sularıyla sörf için ideal, yılın yedi ayı sörf yapılabiliyor. Diğer su sporlarının yanı sıra dalgıçların tercihi de Sığacık. Su altı fotoğrafları çekmekle kalmayıp, buradaki otellerde katılacağınız bir haftalık kurslarla sertifika bile alabilirsiniz. Ekmeksiz Koyu, Sığacık’ın diğer bir plajı, sadece denize girmek ve güneşlenmek isteyenler için ideal. Büyük Akkum’la birlikte Seferihisar’ın diğer plajlarından Akarca ve Ürkmez 2011’de Mavi Bayrak aldılar.
“Satsuma” Kokan Köy
Geçimini balıkçılık ve mandalina yetiştirerek sağlayan Sığacık’ın, kokulu mandalinaları genellikle ihraç edildiğinden başka yerde bulmak zor. Mevsimine denk gelirse muhakkak “satsuma” mandalinanın tadına bakın, farkı göreceksiniz. Sığacık ve çevresinde mandalina’dan başka iyi üzüm ve zeytin de yetişir. Bölgenin zeytinyağı Ayvalık ile bir-ayar kabul edilir.
Ancak bahçeler giderek azalıyor, köy de boşalıyor, evler yabancılara satılıyor, çoğunluğu bitişik nizamda, beyaz badanalı, küçük pencereli, iki katlı ve kerpiç olan evlerin birçoğu boş ve hatta yarı yıkık vaziyette. Rahmi Tarım, Sığacık’ın yerlilerinden, küçük avlusunda yaptığımız sohbetlerde, gençlerin zahmetli bir iş olan bahçecilik yapmak yerine kahvede oturmasından şikâyet ediyor ama onlara da hak veriyor, çünkü maliyetler artmış ve artık bahçecilik eskisi gibi kazandırmıyor.
Buna karşılık bazı evler temiz ve şirin pansiyonlara dönüşmüş, buralarda oldukça hesaplı bir tatil yapmak mümkün. İzmir ve çevresinden gelenler için bir hafta sonu, uzaktan gelenler için daha uzun süreli tatile olanak veren bu pansiyonların yanı sıra; Sığacık’ta birçok otel ve tatil köyü de bulunuyor.
Sonbaharda ölen, İlkbaharda doğan tanrılar
Antik İonia Uygarlığı’nın on iki kentinden birisi olan Teos’taki Agora, Tiyatro, Odeon, Liman vb kalıntılar arasında en önemlisi; Dionysos Tapınağı’ndan kalanlar. Yunanca Tanrı anlamında bir sözcük olan Teos’daki Dionysos Tapınağı’nın tanrılarından Bakhus (Grekcesi Dionysos) sarhoşluk boyutunda neşeyi, cinsel gücü ve çılgınlığı temsil eder. Yaşamak ve iyi ürün almak için her yıl bu tanrıların memnun edilmesi gerekir. Sonbaharda ölen bu tanrıların, ilkbahardaki doğumu çılgın partilerle kutlanır.
Bu günlerde erkekler eve kapanır, Rahibeler kendilerini kaybedene kadar şarap içerler. Ormanda çılgınca eğlenirler, hayvanları öldürürler. İstedikleri kadın veya erkekle beraber olurlar, ertesi gün her şey unutulacaktır, kimse onlara itiraz edemez. Çünkü artık ilkbahar gelmiştir. Geçen sonbaharda ölen tanrılar yeniden doğmuştur, artık asmalar üzüm verecektir. Üzümler şarap olacaktır, yaşamak budur…
Milattan önceki 3. yüzyılda Teos’da geçen bu “şen” hayat, bugünkü Sığacık’a hiç benzemez. Bir Sığınaktır, Sığacık
Yavaş Şehir olduktan sonra hızlanan turistik hareketliliğine rağmen Sığacık, sakin havasını korumaya devam etmektedir. Kendisi de Seferihisarlı olan ünlü yönetmen Çağan Irmak’ın burada çektiği, popüler TV dizilerinden Kavak Yelleri’yle birlikte daha bir artan ilgi de bozmadı Sığacık’ın dingin atmosferini… Neredeyse 30 yıldır Sığacık’ı yılda bazen bir, bazen iki kez gören birisi olarak tanıklık ederim ki; Sığacık hiç değişmiyor değil ve hatta çok değişti ama değişmeyen tek şey, limandaki ve kale içindeki bu sakin atmosfer oldu. İşte bu yüzden Yavaş Şehir olmak Sığacık’a çok yakıştı… Ve yüzyıllar önce denizcilerin sığınağı olan bu şirin balıkçı köyü; bugün de gürültüden uzak tatil arayan günümüz insanı için bir sığınak olmaya devam ediyor. Hem adına, hem de yeni unvanına yakıştığı gibi…
Nasıl Gidilir?
İzmir’in güneybatısında kent merkezine 45 km uzaklıktaki Seferihisar’a, İzmir - Çeşme karayolunun Seferihisar - Kuşadası çıkışını takip ederek yarım saatte ulaşmak mümkün. Seferihisar’dan Sığacık’a gitmek için 5, oradan da Teos’a gitmek için 3 km kadar daha yolculuk gerekiyor.
TİMUR ÖZKAN
(*) Seferihisar, Akyaka, Gökçeada, Yenipazar, Taraklı, Perşembe, Vize, Yalvaç, Halfeti
23 Temmuz 2013 Salı
HAZİRAN AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 2
KİTABIN ADI
|
Cehennem (Inferno)
|
KİTABIN YAZARI
|
Dan Brown
|
KİTABIN ÇEVİRMENİ
|
Petek Demir-İpek Demir
|
KİTABIN YAYINEVİ
|
Altın Kitaplar
|
KİTABIN BASKI YILI
|
2013
|
KİTABIN BASKI SAYISI
|
1. Baskı
|
KİTABIN SAYFA SAYISI
|
574 sayfa
|
KİTABIN DİZGİ/BASKI
KALİTESİ
|
10/10 (Bir adet dizgi
hatası var)
|
KİTABIN YAZIM-DİL
KALİTESİ
|
10/10
|
KİTABIN
EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
|
8/10
|
Best-Seller (çok satan) olarak tabir edilen kitapları fazla takip etmem. Sadece Dan Brown kitapları yönünden kendime bir ayrıcalık tanıdım. (Aslında zaman zaman, çizgi dışına da çıksa bu tür kitapların okunması düşünülebilir) Genellikle iyi kurgularla yazılmış, kendi içinde belli bir gerilim taşıyan ve son ana kadar bir an önce bitirmeye çalıştığınız türden kitaplar. Özellikle, mekanların detaylarının ve şehirdeki kovalamacaların, şehir üzerinde iyi etüd edildiğini tahmin ediyorum. (Bu kitapta özellikle Floransa ve Venedik mekanlarının kitap öncesi detaylı bir gezi ve analizi yapılmış gibi) Ancak bu kitap Jules Verne’den beri defalarca yazılmış, filme çekilmiş basit klişeden kurtulamamış: Bir dahi/çılgın profesör dünyayı yıkmak/kana bulamak adına olmadık işlere girişir. Bir kahraman çıkıp dünyayı kurtarır. Dünya bunu 150 yıldır kabul edip okuduğuna göre daha da devam edecek demektir. Kitabın detaylarını merak edenlere bırakacağım. Yalnız, kitapta bol miktarda Dante’den , kitabı “İlahi Komedya”dan ve 4. Haçlı Seferi’nin bazı detaylarından bahsediyor olmasını ilginç ve güzel buldum. Bu yan konuları merak edecek ve araştıracak okurlar olmasını umut ediyorum. Kitabı okuyanlar ve muhtemelen okuyacak olanlara ilginç bir komplo teorisi sorusu soruyorum; “Dünyanın 1/3’ünün ciddi derecede etkileneceği ifade edilen öldürücü /ya da kısırlaştırıcı virüs tüpünün İstanbul’da patlatılacak olması, Türkiye-Orta doğu- Rusya’nın doğrudan etki sahasında olması nedeniyle bilinçli bir tercih olabilir mi? (Cevapları merakla bekliyorum) |
22 Temmuz 2013 Pazartesi
BÜYÜK TAARRUZ İÇİN GERİ ÇEKİLİŞ - ZAMANA KARŞI YARIŞ
"Ne olursa olsun, bu ülkede kalacağız. Bu kutsal anayurdun her tepesini savunacağız. En uçtaki topraklarımızda, bayrağımızın altında öleceğiz"
M. Kemal Atatürk
19 Temmuz’da Eskişehir de Yunanlıların eline geçince Batı Cephesi Komutanlığı düşmanla arayı daha da açmak için orduyu hızla geri çekmeye koyulmuştu.
Durumu yakından izleyen M. Kemal, cepheye gelerek, askerlik açısından zor, ama gerekli stratejik kararı verecektir. Söylev’de savaşın gelişmelerini ve aldığı çok önemli kararı anlatır:
“18 Temmuz 1921 günü İsmet Paşa’nın Eskişehir güneybatısında, Karacahisar’da bulunan karargâhına giderek durumu yakından inceledikten sonra, İsmet Paşa’ya genel olarak şu yönergeyi vermiştim: “Orduyu, Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra düşman ordusuyla aramızda büyük aralık bırakarak çekilmek gerekir ki, orduyu derleyip, toparlayıp, güçlendirebilelim. Bunun için Sakarya doğusuna kadar çekilebilirsiniz. Düşman hiç durmadan ilerlerse hareket üssünden uzaklaşacak ve yeniden destek örgütleri kurmak zorunda kalacak; her durumda ummadığı birçok zorlukla karşılaşacaktır. Buna karşılık bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha elverişli koşullar içerisinde olacaktır. Bu çekilişimizin en büyük sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi ve birçok topraklarımızı düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek iç sarsıntıdır. Ama az zamanda, elde edebileceğimiz başarılı sonuçlarla bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. ASKERLİĞİN GEREĞİNİ DURAKSAMADAN UYGULAYALIM. BAŞKA TÜRDEN SAKINCALARA KARŞI KOYARIZ.”
M. Kemal bu tarihsel emri verdikten sonra Eskişehir’e gitti. Oradan trenle Ankara’ya dönecekti. Cephenin bu kritik durumunda ve büyük geri çekilişinde Ankara’da bulunmak istiyordu. Ankara’nın yılgınlığa düşmesi, her şeyin sonu olabilirdi. Ankara’ya yılgınlığı yenmeye gidiyordu. M. Kemal’i, 18 Temmuz günü, Eskişehir’de İsmet Paşa karşıladı. Birlikte Eskişehir’in güneybatısında bulunan Karacahisar’daki Batı Cephesi Karargâhına gittiler. Karargâh tek katlı bir köy eviydi. İsmet Paşa bir er gibi giyinmişti. Son derece üzgündü. Çünkü geri çekilme emri vermiş, bir emirle düşmana topraklar bırakmış bir komutandı artık.
Karargâhtaki kurmay subaylar, M. Kemal Paşa’daki aşırı iyimser havayı neye yoracaklarını bilemiyorlar, Paşa’nın emir subayı Salih Bey’in (Bozok) yüzünü okuyarak bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Herkes, M. Kemal Paşa’nın konuşmasını bekliyordu sabırsızlıkla. O, yeniden İsmet Paşa’yı kutlamakla söze başladı:
“Kutlarım, kutlarım. Deja (Fransızcada şimdilik anlamında) kazandın” dedi.
İsmet Paşa yanıtladı:
“Ben ne zaman zor durumda kalsam, elimden tutar kurtarırsın. Fakat bu kez durum ağırdır”.
İsmet Paşa’nın acı gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyup, kurmaylarının önünde son gelişmeleri ve alınması gerekli önlemleri tartışmak istediği seziliyordu. M. Kemal Paşa kesin konuştu:
“İsmet, YAPTIĞIN SAVAŞMA ESKİŞEHİR İÇİN YAPILAN BİR SAVAŞMA DEĞİLDİR. KURTULUŞ SAVAŞIDIR. BAŞARACAKSIN, NE OLURSA OLSUN BAŞARACAKSIN.”
Karargâhta bulunanlar, M. Kemal Paşa’nın son yenilgiye bambaşka bir açıdan baktığına, daha ileri hedeflere göre durumu değerlendirdiğini anladılar. O, demek istiyordu ki, SAVAŞ BİRÇOK MEYDAN SAVAŞLARINDAN OLUŞUR. SAVAŞMALARIN BİR VEYA BİRKAÇINI YİTİRMEK ÖNEMLİ DEĞİLDİR. ÖNEMLİ OLAN SAVAŞI KAZANMAKTIR. KESİN SONUCU, SAVAŞIN SONUCU BELİRLEYECEKTİR.
Kurmaylar cephe durumunu açıklıyorlar, o hiç sesini çıkarmadan dinliyordu. Önderin davranışları soğukkanlı, güven vericiydi. Bu tutum kurmayları yüreklendiriyordu. O’nun ne istediğini bilen bir insan olduğunu biliyorlardı çünkü.
Güven, yüreklilik ve umut… Bunları yitirmişlerdi. M. Kemal Paşa’dan alıyorlardı[i].
M. Kemal Paşa cephenin genel durumunu öğrendikten sonra Ankara’ya döndü.
Kalaba’daki Tarım Okulu, Ankara’nın birkaç düzgün yapısından biriydi. Okul, tarımdan başka bir geçim kaynağı olmayan Orta Anadolu’ya çağdaş tarım tekniğini getirmek amacıyla açılmıştı. Şimdi, Genelkurmay Başkanlığı’nı barındırıyordu. M. Kemal Paşa, üst kattaki odalardan birindeydi. Odayı bir tek gaz lambası aydınlatıyordu.
Günlerden 23 Temmuz 1921, alt kattaki telgraf makinesi sürekli tıkırdıyor, cepheden M. Kemal Paşa’ya son gelişmeleri bildiriyordu. Gelen haberler birliklerin geri çekilişleri hakkında ayrıntılı bilgi veriyordu. Ağır bir bozgun havası doldurmuştu, M. Kemal Paşa’nın odasına. Odada bulunan gazeteci Falih Rıfkı (Atay), askerlik açısından bozgunun sonuçlarının ne olabileceğini kestiremiyor, her şeyin sonu gelmiş gibi yorumluyordu gelen haberleri. M. Kemal Paşa ondaki bu yılgınlığı gidermek istedi:
“NE OLURSA OLSUN, BU ÜLKEDE KALACAĞIZ. BU KUTSAL ANAYURDUN HER TEPESİNİ SAVUNACAĞIZ. EN UÇTAKİ TOPRAKLARIMIZDA BAYRAĞIMIZIN ALTINDA ÖLECEĞİZ” dedi.
Falih Rıfkı bu sözlerde tüm dünyaya bir meydan okuma sezdi. Yunanlılar bazı kesimlerde, Türk Birliklerinin bulundukları çizgiye yaklaşmışlardı. Birçok birliğin karargâhından haber alınamıyordu. Böylesine belirsiz bir görünüm ortada dururken, dünyaya meydan okumak da ne oluyordu?
M. Kemal Paşa, Falih Rıfkı’daki kötümserliği dağıtmak için açıklamalara başladı. Bir savaş oyununu anlatır gibi büyük bir serinkanlılıkla konuşuyordu. İnce uzun parmaklarını masada yayılı harita üzerinde gezdiriyordu; “İşte şimdi buradayız. Kuvvetlerimiz bir yarım ay biçiminde Eskişehir’in kuzeydoğusu ve güneydoğusundan geri çekiliyorlar. Gece parlak ve yürüyüşe elverişli. Günün aşırı yorgunluğundan ve sıcağından sonra bu hava uyku getirebilir. Yürürken, özellikle at üstünde giderken uyuyan askerler gördüm. Süvari subayı bir arkadaşım yalnız at üstünde rahat uyuduğunu söylerdi. Yatağa yatınca uyuyamıyormuş.”
Perdesiz pencereden giren ay ışığı, cızırtıyla yanan gaz lambasının kızıllığıyla birleşiyor, M. Kemal Paşa’nın yüzüne ölümün renksiz görünümünü veriyordu. O konuşmasını sürdürüyordu:
“ERKEKLERİN DENEKTAŞININ İÇKİ OLDUĞU SÖYLENİR. BEN ASIL DENEKTAŞININ SAVAŞ ALANI OLDUĞUNU SÖYLÜYORUM. Şu anda gözlerimi kapadığım zaman, bütün arkadaşlarımın ne yaptığını görebilirim.”
Parmağıyla haritada bir yere değindi:
“Örneğin, şu Tümen Komutanının biraz önce şu köye vardığını biliyorum. O şimdi köyün en konforlu evine yerleşip, portatif karyolasında derin bir uykuya dalmıştır. Bunu size kanıtlamamı ister misiniz?”
Zile basarak emir subayını çağırdı.
“Oğlum, bana hemen …nci Tümenin Komutanını bulun!”
Alt kattaki telgrafçı makinesini tıkırdatarak öteki telgraf merkeziyle bağlantı kurmaya çalışırken, M. Kemal Paşa sözü cepheye getirdi:
“Yarına dek düşmanla aramızda en az yüz-yüz elli kilometrelik bir aralık bırakmalıyız. Durmak için en uygun yer burası, Sakarya ırmağının kuzeyidir. Buraya ulaştıktan sonra büyük bir savaşma yapacağız. Yunan Ordusu kuşkusuz ardımızdan gelecektir. Buradan ovayı geçip buraya doğru ilerleyecektir. Bu demektir ki…”
Sözleri odaya giren emir subayının sert selamıyla kesildi:
“Paşam, Tümen Komutanı köye varmıştır ve uyumaktadır. Kendisini uyandıralım mı?”
M. Kemal Paşa Falih Rıfkı’ya döndü:
“Size söylememiş miydim? Şimdi bu adama bakalım. Bana …ncı Tümen Komutanını bulun!”
Emir subayı odadan çıkınca, Falih Rıfkı’ya gülümseyerek göz kırptı:
“Onu bulamayacak çünkü bu tümen komutanı kendine gösterilen yere bir an önce varmak için şimdi çok hızlı yürüyor.”
Emir subayı biraz sonra gelerek …ncı Tümen Komutanıyla bağlantı kurulamadığını bildirdi. M. Kemal Paşa: “Önemli olan düşmanın ne yapacağını ve nasıl yapacağını bilmektir. Biz bir düzen içinde geri çekilirken bizi izleyecek mi?” dedikten sonra bazı açıklamalarda bulundu. Yunan Ordusunun silah yönünden çok üstün durumda olduğunu biliyordu. Türk Ordusunun savaş gücü yeterli düzeye çıkarılamamıştı. Taşıt araçlarının yetersizliği ordunun hareket yeteneğini çok azaltıyordu. Ülke kendi silahını üretemiyordu. Tek dış kaynak Sovyet Rusya’ydı ve oradan gelen silahlarda son günlerde bir azalma, ulaşımda bir yavaşlama olmuştu. Ankara, Amasya ve Adana dolaylarında yedek birlikler vardı ve bunların cepheye sürülmesiyle savaşçı sayısı yönünden denge sağlanabilirdi. Ama henüz en son çarelere başvurmayı gerektirecek bir durum yoktu ortada. Şimdilik düşmana toprak bırakılarak zaman kazanılacaktı. Zaman, ordunun yeniden toparlanması ve güçlendirilmesi için gerekliydi. Zaman önemliydi. Zaman kazanmak için topraklar yitiriliyordu. Ataların kan dökerek elde ettikleri, ulusun yüz yıllarca alın teri ile suladığı topraklar zaman kazanmak için düşmana bırakılıyordu. Ve M. Kemal Paşa, zamana karşı yarışıyordu…
Tarihin hiçbir döneminde zaman böylesine değer kazanmamıştı. Zaman gelip geçici, topraklar kalıcıydı. Bunca topraklar bırakılarak kazanılan zaman iyi değerlendirilebilecek miydi? Ana sorun buydu. Yoksa zaman akıp gidecek, toprakların yitirildiği yanımıza mı kalacaktı? Bunu da yine zaman gösterecekti[ii].
Batı Cephesi Komutanlığı birlikleri, İsmet Paşa’nın 23 Temmuz 1921 akşamı verdiği 12 sayılı cephe emri uyarınca, bütün gün doğu yönünde Sakarya Irmağı’na doğru yürüyüşlerini sürdürdüler…
ATATÜRK DEVRİMİ – Fethi Karaduman
www.ataturkdevrimi.com
TWİTTER : fethikaraduman2
[i] A. Müderrisoğlu, a.g.e. s.180
[ii] A. Müderrisoğlu, Sakarya, s.247–248
M. Kemal Atatürk
19 Temmuz’da Eskişehir de Yunanlıların eline geçince Batı Cephesi Komutanlığı düşmanla arayı daha da açmak için orduyu hızla geri çekmeye koyulmuştu.
Durumu yakından izleyen M. Kemal, cepheye gelerek, askerlik açısından zor, ama gerekli stratejik kararı verecektir. Söylev’de savaşın gelişmelerini ve aldığı çok önemli kararı anlatır:
“18 Temmuz 1921 günü İsmet Paşa’nın Eskişehir güneybatısında, Karacahisar’da bulunan karargâhına giderek durumu yakından inceledikten sonra, İsmet Paşa’ya genel olarak şu yönergeyi vermiştim: “Orduyu, Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra düşman ordusuyla aramızda büyük aralık bırakarak çekilmek gerekir ki, orduyu derleyip, toparlayıp, güçlendirebilelim. Bunun için Sakarya doğusuna kadar çekilebilirsiniz. Düşman hiç durmadan ilerlerse hareket üssünden uzaklaşacak ve yeniden destek örgütleri kurmak zorunda kalacak; her durumda ummadığı birçok zorlukla karşılaşacaktır. Buna karşılık bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha elverişli koşullar içerisinde olacaktır. Bu çekilişimizin en büyük sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi ve birçok topraklarımızı düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek iç sarsıntıdır. Ama az zamanda, elde edebileceğimiz başarılı sonuçlarla bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. ASKERLİĞİN GEREĞİNİ DURAKSAMADAN UYGULAYALIM. BAŞKA TÜRDEN SAKINCALARA KARŞI KOYARIZ.”
M. Kemal bu tarihsel emri verdikten sonra Eskişehir’e gitti. Oradan trenle Ankara’ya dönecekti. Cephenin bu kritik durumunda ve büyük geri çekilişinde Ankara’da bulunmak istiyordu. Ankara’nın yılgınlığa düşmesi, her şeyin sonu olabilirdi. Ankara’ya yılgınlığı yenmeye gidiyordu. M. Kemal’i, 18 Temmuz günü, Eskişehir’de İsmet Paşa karşıladı. Birlikte Eskişehir’in güneybatısında bulunan Karacahisar’daki Batı Cephesi Karargâhına gittiler. Karargâh tek katlı bir köy eviydi. İsmet Paşa bir er gibi giyinmişti. Son derece üzgündü. Çünkü geri çekilme emri vermiş, bir emirle düşmana topraklar bırakmış bir komutandı artık.
Karargâhtaki kurmay subaylar, M. Kemal Paşa’daki aşırı iyimser havayı neye yoracaklarını bilemiyorlar, Paşa’nın emir subayı Salih Bey’in (Bozok) yüzünü okuyarak bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Herkes, M. Kemal Paşa’nın konuşmasını bekliyordu sabırsızlıkla. O, yeniden İsmet Paşa’yı kutlamakla söze başladı:
“Kutlarım, kutlarım. Deja (Fransızcada şimdilik anlamında) kazandın” dedi.
İsmet Paşa yanıtladı:
“Ben ne zaman zor durumda kalsam, elimden tutar kurtarırsın. Fakat bu kez durum ağırdır”.
İsmet Paşa’nın acı gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyup, kurmaylarının önünde son gelişmeleri ve alınması gerekli önlemleri tartışmak istediği seziliyordu. M. Kemal Paşa kesin konuştu:
“İsmet, YAPTIĞIN SAVAŞMA ESKİŞEHİR İÇİN YAPILAN BİR SAVAŞMA DEĞİLDİR. KURTULUŞ SAVAŞIDIR. BAŞARACAKSIN, NE OLURSA OLSUN BAŞARACAKSIN.”
Karargâhta bulunanlar, M. Kemal Paşa’nın son yenilgiye bambaşka bir açıdan baktığına, daha ileri hedeflere göre durumu değerlendirdiğini anladılar. O, demek istiyordu ki, SAVAŞ BİRÇOK MEYDAN SAVAŞLARINDAN OLUŞUR. SAVAŞMALARIN BİR VEYA BİRKAÇINI YİTİRMEK ÖNEMLİ DEĞİLDİR. ÖNEMLİ OLAN SAVAŞI KAZANMAKTIR. KESİN SONUCU, SAVAŞIN SONUCU BELİRLEYECEKTİR.
Kurmaylar cephe durumunu açıklıyorlar, o hiç sesini çıkarmadan dinliyordu. Önderin davranışları soğukkanlı, güven vericiydi. Bu tutum kurmayları yüreklendiriyordu. O’nun ne istediğini bilen bir insan olduğunu biliyorlardı çünkü.
Güven, yüreklilik ve umut… Bunları yitirmişlerdi. M. Kemal Paşa’dan alıyorlardı[i].
M. Kemal Paşa cephenin genel durumunu öğrendikten sonra Ankara’ya döndü.
Kalaba’daki Tarım Okulu, Ankara’nın birkaç düzgün yapısından biriydi. Okul, tarımdan başka bir geçim kaynağı olmayan Orta Anadolu’ya çağdaş tarım tekniğini getirmek amacıyla açılmıştı. Şimdi, Genelkurmay Başkanlığı’nı barındırıyordu. M. Kemal Paşa, üst kattaki odalardan birindeydi. Odayı bir tek gaz lambası aydınlatıyordu.
Günlerden 23 Temmuz 1921, alt kattaki telgraf makinesi sürekli tıkırdıyor, cepheden M. Kemal Paşa’ya son gelişmeleri bildiriyordu. Gelen haberler birliklerin geri çekilişleri hakkında ayrıntılı bilgi veriyordu. Ağır bir bozgun havası doldurmuştu, M. Kemal Paşa’nın odasına. Odada bulunan gazeteci Falih Rıfkı (Atay), askerlik açısından bozgunun sonuçlarının ne olabileceğini kestiremiyor, her şeyin sonu gelmiş gibi yorumluyordu gelen haberleri. M. Kemal Paşa ondaki bu yılgınlığı gidermek istedi:
“NE OLURSA OLSUN, BU ÜLKEDE KALACAĞIZ. BU KUTSAL ANAYURDUN HER TEPESİNİ SAVUNACAĞIZ. EN UÇTAKİ TOPRAKLARIMIZDA BAYRAĞIMIZIN ALTINDA ÖLECEĞİZ” dedi.
Falih Rıfkı bu sözlerde tüm dünyaya bir meydan okuma sezdi. Yunanlılar bazı kesimlerde, Türk Birliklerinin bulundukları çizgiye yaklaşmışlardı. Birçok birliğin karargâhından haber alınamıyordu. Böylesine belirsiz bir görünüm ortada dururken, dünyaya meydan okumak da ne oluyordu?
M. Kemal Paşa, Falih Rıfkı’daki kötümserliği dağıtmak için açıklamalara başladı. Bir savaş oyununu anlatır gibi büyük bir serinkanlılıkla konuşuyordu. İnce uzun parmaklarını masada yayılı harita üzerinde gezdiriyordu; “İşte şimdi buradayız. Kuvvetlerimiz bir yarım ay biçiminde Eskişehir’in kuzeydoğusu ve güneydoğusundan geri çekiliyorlar. Gece parlak ve yürüyüşe elverişli. Günün aşırı yorgunluğundan ve sıcağından sonra bu hava uyku getirebilir. Yürürken, özellikle at üstünde giderken uyuyan askerler gördüm. Süvari subayı bir arkadaşım yalnız at üstünde rahat uyuduğunu söylerdi. Yatağa yatınca uyuyamıyormuş.”
Perdesiz pencereden giren ay ışığı, cızırtıyla yanan gaz lambasının kızıllığıyla birleşiyor, M. Kemal Paşa’nın yüzüne ölümün renksiz görünümünü veriyordu. O konuşmasını sürdürüyordu:
“ERKEKLERİN DENEKTAŞININ İÇKİ OLDUĞU SÖYLENİR. BEN ASIL DENEKTAŞININ SAVAŞ ALANI OLDUĞUNU SÖYLÜYORUM. Şu anda gözlerimi kapadığım zaman, bütün arkadaşlarımın ne yaptığını görebilirim.”
Parmağıyla haritada bir yere değindi:
“Örneğin, şu Tümen Komutanının biraz önce şu köye vardığını biliyorum. O şimdi köyün en konforlu evine yerleşip, portatif karyolasında derin bir uykuya dalmıştır. Bunu size kanıtlamamı ister misiniz?”
Zile basarak emir subayını çağırdı.
“Oğlum, bana hemen …nci Tümenin Komutanını bulun!”
Alt kattaki telgrafçı makinesini tıkırdatarak öteki telgraf merkeziyle bağlantı kurmaya çalışırken, M. Kemal Paşa sözü cepheye getirdi:
“Yarına dek düşmanla aramızda en az yüz-yüz elli kilometrelik bir aralık bırakmalıyız. Durmak için en uygun yer burası, Sakarya ırmağının kuzeyidir. Buraya ulaştıktan sonra büyük bir savaşma yapacağız. Yunan Ordusu kuşkusuz ardımızdan gelecektir. Buradan ovayı geçip buraya doğru ilerleyecektir. Bu demektir ki…”
Sözleri odaya giren emir subayının sert selamıyla kesildi:
“Paşam, Tümen Komutanı köye varmıştır ve uyumaktadır. Kendisini uyandıralım mı?”
M. Kemal Paşa Falih Rıfkı’ya döndü:
“Size söylememiş miydim? Şimdi bu adama bakalım. Bana …ncı Tümen Komutanını bulun!”
Emir subayı odadan çıkınca, Falih Rıfkı’ya gülümseyerek göz kırptı:
“Onu bulamayacak çünkü bu tümen komutanı kendine gösterilen yere bir an önce varmak için şimdi çok hızlı yürüyor.”
Emir subayı biraz sonra gelerek …ncı Tümen Komutanıyla bağlantı kurulamadığını bildirdi. M. Kemal Paşa: “Önemli olan düşmanın ne yapacağını ve nasıl yapacağını bilmektir. Biz bir düzen içinde geri çekilirken bizi izleyecek mi?” dedikten sonra bazı açıklamalarda bulundu. Yunan Ordusunun silah yönünden çok üstün durumda olduğunu biliyordu. Türk Ordusunun savaş gücü yeterli düzeye çıkarılamamıştı. Taşıt araçlarının yetersizliği ordunun hareket yeteneğini çok azaltıyordu. Ülke kendi silahını üretemiyordu. Tek dış kaynak Sovyet Rusya’ydı ve oradan gelen silahlarda son günlerde bir azalma, ulaşımda bir yavaşlama olmuştu. Ankara, Amasya ve Adana dolaylarında yedek birlikler vardı ve bunların cepheye sürülmesiyle savaşçı sayısı yönünden denge sağlanabilirdi. Ama henüz en son çarelere başvurmayı gerektirecek bir durum yoktu ortada. Şimdilik düşmana toprak bırakılarak zaman kazanılacaktı. Zaman, ordunun yeniden toparlanması ve güçlendirilmesi için gerekliydi. Zaman önemliydi. Zaman kazanmak için topraklar yitiriliyordu. Ataların kan dökerek elde ettikleri, ulusun yüz yıllarca alın teri ile suladığı topraklar zaman kazanmak için düşmana bırakılıyordu. Ve M. Kemal Paşa, zamana karşı yarışıyordu…
Tarihin hiçbir döneminde zaman böylesine değer kazanmamıştı. Zaman gelip geçici, topraklar kalıcıydı. Bunca topraklar bırakılarak kazanılan zaman iyi değerlendirilebilecek miydi? Ana sorun buydu. Yoksa zaman akıp gidecek, toprakların yitirildiği yanımıza mı kalacaktı? Bunu da yine zaman gösterecekti[ii].
Batı Cephesi Komutanlığı birlikleri, İsmet Paşa’nın 23 Temmuz 1921 akşamı verdiği 12 sayılı cephe emri uyarınca, bütün gün doğu yönünde Sakarya Irmağı’na doğru yürüyüşlerini sürdürdüler…
ATATÜRK DEVRİMİ – Fethi Karaduman
www.ataturkdevrimi.com
TWİTTER : fethikaraduman2
[i] A. Müderrisoğlu, a.g.e. s.180
[ii] A. Müderrisoğlu, Sakarya, s.247–248
19 Temmuz 2013 Cuma
RİDOS TERMAL OTEL
Doğu Karadeniz gezimizin 2. Günü akşamını Rize İkizdere Ilıca Köyü yakınlarında bulunan, dağların zirvesinde “Ridos Termal Otel”de geceledik.
Kaplıca severler için son derece güzel bir mekan. Otel ana otel yapısı dışında, aradan akan derenin diğer tarafından 3’er katlı ev biçiminde müstakil odalarda da konaklama mümkün. Bir adet açık havuz ve ana binanın altında bir adet kapalı termal havuzu var. Dışarıdaki açık havuzun termal suyu çok daha sıcak. İçinde tahminen kalma süreniz 10-15 dakika civarında. Kapalı havuz da daha uzun süre kalmanız mümkün. Ancak termal havuzlarda zaten azami kalma süresinin 30 dakikayı geçmemesi, daha uzun kalınacak ise dışarıda bir süre dinlenip ve mümkünse biraz yürüyüp tekrar girmeyi öneriyorlar.
Otelde termal havuz dışında da gün boyu değişik etkinliklere katılmak ya da yol boyunca –belki de zaman zaman orman içine girerek- yürüyüş yapmakta mümkün. Otelde ilginç bir şekilde çok sayıda Suudi müşteri var. Son zamanlarda Doğu Karadeniz kıyıları, Uzungöl, yaylalar çok sayıda Arap turisti çekmeye başlamış. Çölden sonra kesintisiz yeşillik içinde sürekli akan bir suyun yanında olmak çok çekici olsa gerek.
Sürekli çağlayan suyun sesine alışmanız halinde büyük şehirden uzak güzel bir hafta sonu için ideal bir seçenek oluşturabilir. Trabzon’dan 103 kilometre ve vasıta ile 1 saat 45 dakikada ulaşabilirsiniz.
Otelde termal havuz dışında da gün boyu değişik etkinliklere katılmak ya da yol boyunca –belki de zaman zaman orman içine girerek- yürüyüş yapmakta mümkün. Otelde ilginç bir şekilde çok sayıda Suudi müşteri var. Son zamanlarda Doğu Karadeniz kıyıları, Uzungöl, yaylalar çok sayıda Arap turisti çekmeye başlamış. Çölden sonra kesintisiz yeşillik içinde sürekli akan bir suyun yanında olmak çok çekici olsa gerek.
Sürekli çağlayan suyun sesine alışmanız halinde büyük şehirden uzak güzel bir hafta sonu için ideal bir seçenek oluşturabilir. Trabzon’dan 103 kilometre ve vasıta ile 1 saat 45 dakikada ulaşabilirsiniz.
18 Temmuz 2013 Perşembe
HAZİRAN AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 1
KİTABIN ADI
|
Ulysses
|
KİTABIN YAZARI
|
James Joyce
|
KİTABIN ÇEVİRMENİ
|
Nevzat Erkmen
|
KİTABIN YAYINEVİ
|
Yapı Kredi Yayınları
|
KİTABIN BASKI YILI
|
2012
|
KİTABIN BASKI SAYISI
|
14. Baskı
|
KİTABIN SAYFA SAYISI
|
841 sayfa
|
KİTABIN DİZGİ/BASKI
KALİTESİ
|
10/10
|
KİTABIN YAZIM-DİL
KALİTESİ
|
10/10
|
KİTABIN
EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ
|
10/10
|
Her zaman vitrinde gördüğümde irkildiğim, okumaya çekindiğim ya da o an o kitabı okumaya hazır olmadığımı hissettiğim kitaplar olmuştur. Bunlardan birisi de Ulysses idi. Ne zaman kitapçıda gözüme ilişse almayı ve okumayı sürekli erteliyordum. Sonunda bu kitapla boğuşmaya kendimi hazır hissettim. Bu kısa yorumu okuyanlardan kitabı daha önce okumuşlar var mıdır bilmiyorum ama en azından okuyanların yorumlarını mutlaka bekliyorum. Kitabın İrlandalı yazarı geçen yüzyılın dehalarından kabul ediliyor. Kitabın kendisi kadar önsöz ve açıklamaları da son derece ilginç. Joyce, Dublin’de geçen 16 Haziran 1904 gününü anlatıyor. Evet bu koca kalın kitap sadece bir günün olayları. Kitabın baş kahramanı Leopold Bloom olmakla birlikte bir çok yan karakter var. Yazar, 1914-1921 yılları arasında yazdığı kitabı Dijon’da, tek kelime İngilizce bilmeyen bir matbaada bastırmış. Kitabı matbaaya yazdığı müsveddeyi teslim etmiş ve basım sırasında elle 100.000 kelimecik ilave düzeltme yapmış. İlk baskısı 709 sayfa tutmuş. Kitabın yayınlandığı günden itibaren birçok fanatiği olmuş ve üzerine sayfalarca yorum yapılmış. Hayranları 16 Haziran 1984 günü (yani romanın yaşandığı günün 80. Yılında) kitabın 1.919 sayfa tutan 2. Versiyonunu yazmışlar. Kitabı size anlatmayı tasarlamıyorum. Bunu, bu kitabı okumayı göze alabileceklere bırakıyorum. Ama bu kitabın tam bir sanat eseri olduğunu ifade etmem gerekiyor. Bu kitabı okuduğunuzda edebiyat çizelgesinde nereye koyabileceğinizi tasarlamayı da size bırakıyorum. (Son bir not: Bu kitabı çevirmenin de bir marifet olduğunu ifade edeyim) Cesareti olanları okumaya davet ediyorum. |
James Augustine Aloysius Joyce (1882 - 1941) İrlandalı yazar. Getirdiği anlatım yenilikleri ile 20. yüzyıl edebiyatını derinden etkilemiştir. James Joyce, 1882 yılında Dublin’de doğdu. Cizvit okullarında eğitim gördü; Dublin'deki University College'de felsefe ve modern diller okudu. 1900’de, henüz üniversiteöğrencisiyken Ibsen’in bir oyunu üzerine kaleme aldığı uzunca yazı Fortnightly Reviewdergisinde yayımlandı. O sıralar, daha sonra Chamber Music (Oda Müziği) adlı kitapta toplanacak olan lirik şiirlerini yazmaya başladı. 1902’de Dublin’den ayrılıp Paris’e gitti; ama ertesi yıl ölüm döşeğindeki annesini ziyaret için tekrar İrlanda’ya döndü. 1904’ten sonra Nora Barnacle’la yaşamaya başladı. 1905’ten 1915’e kadar Trieste’de yaşadılar. 1906 yazında Roma'ya giden Joyce yaklaşık dokuz ay boyunca bir bankada çalıştı. Roma'dan sıkılınca 1907 kışında tekrar Trieste'ye döndü. Trieste’de Berlitz School’da İngilizce öğretmenliği yaptı.Dublinliler, 1914 yılında İngiltere’de yayımlandı. Joyce, 1915’te tek oyunu olan Sürgünler’i yazdı. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi adli otobiyografik romanı 1916 yılında yayımlandı. Aynı yıl Joyce ve ailesi Zürih’e taşındı. Büyük bir yoksulluk içinde yaşadıkları Zürih’te en büyük eseri olan Ulysses üzerine çalıştı ve bu kitap Little Review adlı bir Amerikan dergisinde dizi halinde yayımlanmaya başladı. Dizileştirme 1918’de başladı, ancak kitap hakkında dava açılması nedeniyle 1920’de diziye ara verildi. Ulysses kitap olarak ilk kez 1922’de Paris’te basıldı. Dublin'de geçen 24 saati anlatan roman Homeros'un Odysseia'sı üzerine kuruludur. Pek çok yeni tekniğin kullanıldığı roman yayınlandığında büyük yankı uyandırmıştır. Joyce ailesi iki büyük savaş arasında Paris’te kaldı. Bu dönemde son romanı olanFinnegans Wake üzerinde çalıştı. 1939’da, Finnegans Wake basıldı. 13 Ocak 1941’de James Joyce öldü. Portre’nin ilk taslağı Stephen Hero yazarın ölümünden sonra, 1944 yılında basıldı. İlk basımı birçok dizgi yanlışı içeren “Ulysses”in aslına uygun halde basılması 1984 yılında gerçekleşti. Ulysses'in Türkçe çevirisi Nevzat Erkmen tarafından gerçekleştirildi ve 1996 yılında basıldı. Eserleri · Dublinliler · Sürgünler · Giacomo Joyce · Sanatçının Mektupları · Oda Müziği (Şiirler) · Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi · Ulysses · Finnegans Wake |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)