Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!
Doğan CÜCELOĞLU
Sevgili Merki,
YanıtlaSilGözüm yaşararak okudum paylaşımınızı. Bence tüm anne babaların okuması gerekir.
Bu arada döndüm ben. Adresi yazacağım. Teşekkürler...
Sevgili Aysema,
Silİlk okuduğumda çok etkilendiğimden paylaşmak istedim.
Bekliyorum.
Sevgiler Saygılar.
Bir baba olarak o kadar duygulandım ki. Bu paylaşım için teşekkürler.
YanıtlaSilSevgili aksilaz,
Silben teşekkür ederim.
Bu arada "MEKTUPLAR" Blogumda yazınıza link verdim. İzin almadım, umarım sakıncası yoktur.
YanıtlaSilBilginize...
Ne demek, hiçbir sakıncası yok. Ben teşekkür ederim.
SilSevgiler.
İnanılmaz güzel.Verdiğimizi fazlasıyla geri alıyoruz.Birde sosyal çevre faktörü var.Sayın Hocamızın dediği gibi bir deha tarafından çocuklara dünyada ilk kez bayram hediye edildi ama ne yazık ki çocukların çocukluklarını yaşayamadığı bir ülkeyiz.
YanıtlaSilSon derece haklısınız. günlük yaşam stresinden sıyrılıp bu konularda çok daha dikkatli düşünmekte fayda var. Değerli hocamın anısı bu bakımdan çok önemli.
Silsaygılar.
Bence de “çocuklar gülsün diye yaşayalım.” Öncelikle bu dileği paylaştığımı belirtmek isterim. Ne var ki çocuklarımızı gerçekten güldürebilmek, mutlu bir çocukluk yaşatabilmek için sadece anne ve babaların duyarlılığı yeterli mi? Sabahın köründen akşamın karanlığına kadar yaşam savaşı veren öyle anne ve babalar var ki ne kadar iyiniyetli ve anlayışlı olurlarsa olsunlar çocuklarına ayıracak zamanı bulmaları öyle pek kolay değil ne yazık ki… Ya da bırakın mutlu bir çocukluk yaşamayı, daha el kadarken yaşam savaşına atılan, aile bütçesine katkı yapmak için çalışmak zorunda kalan çocuklarımız yok mu? Pazarda mendil ya da su satan, oto tamircilerinde çıraklık yapan, annesiyle beraber ev temizliğine giden ve daha böyle nice işlerle çocukluğunu harcayan yavrularımız kendilerini nasıl anavatanlarında hissetsinler?
YanıtlaSilYazıyı eleştirmek için yazmıyorum bu satırları… Ama çocuklarımızı gerçekten güldürebilmek için bilinçli anne ve babaların duyarlılığının ötesinde kimi koşulların gerçekleşmesi zorunludur. O bilinçli duyarlılık da ancak bu koşulların ürünü olabilir zaten. Ne zaman, Nazım’ın “hepsinden önemlisi/ çocukların, ama bütün çocukların /kırmızı elmalar gibi gülüşü” diye tanımladığı insana yaraşır bir düzen kurulur, ,işte o zaman çocuklarımız anavatanlarında mutlu bir şekilde büyümenin erincini yaşamlarının ileriki aşamalarına da taşıyabilirler. Çocukların “kırmızı elmalar gibi” gülüşüne hizmetin tek yolu ise el kapısının olmadığı, insanın insana kulluk etmediği bir dünyayı kurabilmektir. Selam olsun bu yolda çabalayanlara…
Serdar bey,
SilKonunun çok önemli bir noktasına değiniyorsunuz. konu elbette konuları açmalı. tamamiyle katılıyorum. Ancak sanırım bunun ancak özlediğimiz ve önerdiğimiz devlet yapısında olabileceğini belirtmek isterim. Kapitalizmin sistem anlayışı sadece anlattığınız somut gerçekleri üretmekle sınırlı...
Sevgili Merki,
YanıtlaSilGönderdiğiniz kitabı biraz önce aldım. Çocuklar gibi sevindim. Çok teşekkür ederim. En kısa sürede okuyacağım. Türkiye gezilerini sabırsızlıkla beklediğimi de belirtmek isterim.
Bu arada Serdar Ant'ın yorumuna katılmamak olanaksız. "Çocukların, ama bütün çocukların kırmızı elmalar gibi gülüşü..." nü göreceğimiz insana yaraşır düzene erişmemiz dileğiyle...
Saygılar.
Sevgili Aysema,
Silİyi okumalar dilerim.
Sevgi ve saygılar.
BU YAZI, ÇOCUKLARINA "BABALIK YAPIYORUM " DİYE DESPOTLUK YAPAN, ÇOCUKLARINI MUTSUZ YAPAN, ÇOCUKLARININ NEFRETİNİ KAZANAN BABA VE ANNELER İÇİN,CAN SİMİDİ ARACI YERİNE GEÇECEKTİR. YETERKİ İNANSINLAR VE ARAYIŞ İÇİNDE OLSUNLAR. eLİNE SAĞLIK.
YanıtlaSilSevgili Burhan hocam,
SilDilerim dediğiniz insanlardan en az birisine yararlı olsun. O zaman paylaşım görevimizin mutluluğu en güzel armağan olacaktır.
Saygılar.