1 Temmuz 2010 Perşembe

MÜTEAHHİT: “ABD-İSRAİL KONSORSİYUMU”DUR!..

(SAYIN YAZARIN İZNİYLE)

MÜTEAHHİT: “ABD-İSRAİL KONSORSİYUMU”DUR!..

Kahramanlık edebiyatını da bir kalemde geçin. Dünya ile kurulan ilişkiler palavra ile yürümezler. Birkaç hafta önceden yaptırılmış olan gösterileri analiz etmek için basit bir mantık kurgusu yeter. O gün çok önemli gibi sunulan eylemlerin, bugün için ortaya çıkarttığı sonuçlar, hiç de gösterildikleri gibi olmadıklarını ortaya koydu.
İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmasını, bizim dışımızda bütün dünya kuşku ile karşıladı. Kuşkunun asıl nedeni, İranlı yetkililerin uluslar arası kuruluşlara “açık” davranmamış olmasıydı. Dolayısıyla uranyum zenginleştirme işi,’nükleer enerji’ üretmekten çok, ‘nükleer silah’ üretmek için yürütülen bir faaliyet olarak anlaşıldı. Nedendir bilinmez, bu durumdan en çok endişelenmesi gereken komşu Türkiye olması gerekirken, tam tersine bir tutum izlenerek, bütün dünya karşısında yalnız bırakıldı. İran’daki ‘İslam Devrimi’nden sonra, bu rejimin başta Türkiye olmak üzere komşu ülkelere ihraç edilmek istendiği ise, çok tez unutuldu. Yıllarca süren Irak-İran Savaşının arkasında yatan temel neden bu olmasına rağmen, nedendir bilinmez Türkiye, İran’ın elinden uranyum zenginleştirme projesinin alınmaması için olağanüstü bir çaba sarf etti…
En çok merak edilen sorulardan biri, Türkiye ile birlikte hareket eden Brezilya’nın, dünyanın öteki köşesinden gelerek, İran olayına neden müdahil olduğu idi. Irak’ın işgalinden önce, ABD ve koalisyon ortakları, Saddam’ın elinde ‘kimyasal silahlar’ (kitle imha silahları)bulunduğunu ileri sürerek, Baas Rejimi’nin Ortadoğu ve bütün insanlık için çok tehlikeli göstermişlerdi. Irak ordusunun direniş göstermeden teslim olması üzerine, el konulan tesislerin hiç birinde, kimyasal silaha rastlanamamıştı. Bunun üzerine bütün dünyanın merak ettiği “O halde Irak neden işgal edildi?” sorusunu, Bush Yönetimi ‘bu konudaki CIA istihbaratının yanlış olduğunu’ cevabı ile geçiştirdi. Bu “hatalı istihbarata” rağmen, görüldüğü gibi Irak işgalinden vazgeçilmedi; İşgalin sebebi, Irak halkına “demokrasi “ getirme hedefine dönüştürülerek bugünlere kadar gelindi. İki milyona yakın insanın öldürüldüğü bu haksız ve kirli savaş devam ediyor…
İşgalci ABD, bölgedeki çıkarlarını korumak için, Kuzey’de bir de ‘Kürt Devleti’ kurulması için bütün hazırlıklarını sürdürüyor… Büyük Orta Doğu Projesi’nin bir parçası olan yeni ‘Kürt Devleti’nin, İran ve Suriye gibi Türkiye’nin de toprak bütünlüğünü tehdit ettiğini saklama gereğini bile duymuyorlar! Yeni oluşacak bölge haritası, ABD Ordusunun resmi yayın organları aracılığı ile bütün dünyaya duyuruldu… Böyle bir proje içinde AKP hükümeti aktif olarak neden yer alıyor? 1 Mart Tezkeresi’ni meclisten geçirmek için neredeyse üstlerini başlarını parçaladılar!.. Halkın karşısına geçip, sonuçta Türkiye’nin parçalanmasına neden olacak olan bu büyük projenin ‘eş başkanlığı’nı yapmakla övündüler… Bu son günlerde işgale direndiği için ABD tarafından öldürülen Iraklıların, ‘dul’ kalan kadınları ile Başbakanımızın ilgilenmesine nasıl inanalım? Başbakanın, arkasındaki desteği çekeceğini hissettiren ABD’nin yerine, İslam dünyasını geçirebilir miyim diye bir deneme yaptığı anlaşılıyor, ama boşuna!..

ABD’nin desteği ile iktidara gelen ve bu durumunu da bir övünç vesilesi olarak sunan Erdoğan, ‘model ortak’ sözleriyle kamuoyunu da aldattı. AKP yönetimi, ABD’ye olan diyet borcunu tam olarak ödeyebildi mi, bunu bilemiyoruz. Irak’taki milyonlarca kadının, ‘dul’ kalmasının sorumlusu olarak, sadece ABD’yi suçlaması inandırıcı olmadığı gibi, aralarının pek de iyi olmadığını gösteriyor… AKP’lilerin aklı başlarına şimdi mi geldi? Elbette ki, hayır. Durumu yönetim baştan beri biliyordu. “Eş başkan”ın projeden haberdar olmaması diye bir şey söz konusu olamaz zaten. Aksine bir düşünce ‘eş başkanlık’ kavramı ile bağdaşmaz…
Bu açıklamalardan sonra, gelelim cevabını aradığımız temel soruya: Bütün dünyayı da karşımıza alacak şekilde, sadece Brezilya ile birlikte yürütülen bu dış politikaya ne gerek vardı? Ve bunda Türkiye’nin ne gibi bir yararı olacaktı? Başbakan her ne kadar, yapılanların Beyaz Saray’ın bilgisi içinde ve isteği üzerine yapılmış olduğunu söylese de, ABD yönetiminin tutumu bu savunmaları doğrulamıyor. Kaldı ki, öyle olsa bile, bir ülkenin başbakanı ABD’nin isteği üzerine dış politikasını oluşturabilir mi? Başbakan ABD’nin diplomatı olmadığına göre, ileri sürülen bu özür kabahatten de büyük! Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’de kullandığı ‘Hayır’ oyundan sonra, Beyaz Sarayın sözcüsü “Tebessüm edilerek çekilen bu üçlü fotoğrafı ABD hiçbir zaman unutmayacak!” şeklinde ifade ettiği sitemi, daha da anlaşılır bir şekle getirdi. Güneydoğu’da her terör olayı olduğunda hükümetimizin çevirdiği 911 imdat telefonunun, bundan böyle cevap vermeyeceğini söylemesi bir tür tehdit de içeriyordu! ‘Stratejik’ ortak diplomatik bir dille ‘sıcak istihbarat’ vermeyeceğini duyuruyordu. Son günlerdeki PKK saldırılarını bu söylemlerle bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir...
İran ve Brezilya ile yürütülen üçlü diplomasiye paralel olarak; İsrail’in Hamas’a uyguladığı ambargonun delinmesi için, İHH Yardım Vakfı öncülüğünde yürütülen ‘sivil’ diplomasi(!) bir karşı hamle gibidir; buna ayrı bir ittifak arayışı çabası da denebilir... Nitekim ABD’deki Yahudi lobisi de, İsrail ve İran’a yönelik tutumu nedeniyle, AKP hükümetine karşı harekete geçti. 100 üyeli Senato’nun 87 üyesi, İHH İnsani Yardım Vakfı’nın ABD Hazine Bakanlığı’nın terör örgütü listesinde bulunan “İyilik Birliği” yardım koalisyonunun üyesi olduğunu belirterek, terör örgütü listesine eklenmesini istedi. Obama’ya gönderilen mektupta “Türkiye ile ilgili soru işaretleri doğduğu” görüşlerine de yer verildi… Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin nükleer programı nedeniyle, İran’a yönelik yaptırım kararının ardından, 99 senatör ve 408 milletvekilinin desteklediği tek taraflı bir başka yaptırım kararı da ABD Kongresi tarafından onaylandı. Kongre İran’da enerji sektöründe yatırım yapan yabancı kuruluşların, ABD ile iş yapmalarını yasaklandı…
Bu gelişmeler aynı zamanda Türkiye aleyhine de hızla ilerlerken, Erdoğan yeniden Obama’nın huzuruna çıkarak, Birleşmiş Milletler’de kullandırdığı “Hayır” oyunun ne anlama geldiğini açıklayıverdi!.. Erdoğan’ın açıklamasına göre; o gün kullanılan “Hayır” oyu aslında ABD’nin politikasına karşı geldiğimiz anlamında gelmiyordu!?.. Açıklama ne kadar inandırıcı değil mi?.. Bu açıklama ile Başbakan, ABD için “Evet” anlamında kullandırdığı “Hayır” oyunu, gerçekte Türk ve Arap halklarının gönlünü hoş tutmak için kullandırttığını da itiraf ediyordu...

Sonuç itibariyle denebilir ki, ABD kucağında oluşturulmuş bir dış politika uygulanır halde iken, Başbakan ve Dışişleri Bakanının İran’la ‘flört’ etmeyi denemeleri, ellerinde patladı!.. ABD cephesinde “AKP’nin Türkiye’nin çıkarlarına değil de bir ideolojiye hizmet eden dış politika uyguladığı” görüşü daha çok taraftan buldu. Bu politikanın oluşturulmasında dışişlerinin ‘monşer’leri devre dışında tutulmuştu. Böyle olunca da hiçbir kıvırma payı kalmayacak şekilde Erdoğan’ın dış politikada doğrudan duvara tosladığını söylemek yanlış değildir. ‘Monşer’lerle Başbakanın arası da büyük olasılıkla bu yüzden açıktır. O ‘müthiş’ fikirlerini onlara kabul ettirmekte zorlandığı için, bundan böyle dışişleri personelini yenilemek üzere, neredeyse de bütün üniversitelere kapıları aralayıp, personel alımı için mevzuatı değiştirmeye girişti… Hayreti muciptir ki, hazret bu defa İmam-Hatip mezunlarını unutmuştur!..
Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük politikasını, El Aksa Camisinde namaz kılmaya endeksleyen bir anlayış, Türkiye’ye ne kadar yakışmıştır, varın onu da siz takdir edin. Bu ‘kafaların’ ödemesi gereken bir bedel mutlaka olmalıdır. Ne yazık ki, kısa vadeli olanları, Mavi Marmara adlı gemideki 9 zavallı yurttaşımız ödemiştir. Uzun vadeli bedeli, AKP’ye sandıkta ödetmek zamanı çoktan gelmiştir…
Söylentilere göre, Mersin’de Deniz Kuvvetleri personeline yapılan roketli saldırı ile, Mavi Marmara gemisine yapılanın birbiri ile bağlantısı varmış. Bu olasılığı güçlendiren pek çok da kanıt ortalıkta dolaşıyor. Pentagon’a yakınlığı ile tanınan ABD’li düşünce kuruluşu RAND, bu konuda şu fikirleri ortaya atmış:”Örneğin İsrail’in bölgede PKK’ya destek vermeye başladığını düşünün. Bu Ortadoğu’daki durumu iyice karıştırır. Bunun olacağını söylemiyorum, ama bunu dışlayamayız ve olursa çok kötü olur” Buyurun bakalım, sözler son derece açık; anlaşılır şekilde de tercüme edilmiş. İşte burada kullanılandır ‘diplomatik dil’. Bizim ‘monşer’leri beğenmeyenlere bir kez daha hatırlatılır!..
Buraya kadar söylediklerimizi bir yere not ederek, biraz da Brezilya Dışişleri Bakanı Celso Amonim’in sözlerine kulak verelim. Amonim,”Ülkesinin İran’ın nükleer programına ilişkin ihtilafta artık rol oynamak istemediğini” söyledikten sonra, “Herkesin işe yarayacağını söylediği şeyleri yaptık, ama elimiz yandı. Sonunda bazı insanların “Evet”i yanıt olarak kabul etmediklerini anladık” diyerek ‘ayı ile aynı yatağa girmenin’ zorluklarına işaret edip, ABD’yi eleştirdi. Brezilya’nın elinin ‘yandığı’ aynı olayların içinde biz, hala elimizin ‘güçlendiği’(!) iddiasındayız!.. Galiba ‘monşer’lerin anlayamadığı yer de burasıdır!.. ABD’nin Avrupa ve Avrasya işlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon’un “Türkiye’nin Batıya bağlılığını kanıtlamaması halinde ABD’nin desteğini yitireceği” şeklindeki uyarısı AKP’deki ‘alarmı’ üst seviyelere çıkarttı. Türkiye “Hayır” oyunu “Evet” anlamında kullandık savunmasını bu uyarıdan sonra yapmaya başlaması ile elimiz bayağı bir “güçlendi”!..
Bu arada İran yönetiminin, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEK) 2 denetçisinin ülkeye girişini yasaklaması; vaktiyle Saddam’ın saraylarında ‘kitle imha silahı’ aramak isteyen uzmanlara yapılanlarla benzerlik gösteriyor. ABD’nin Birleşmiş Milletleri arkasına alarak, İran’a saldırmasına her türlü olanak hazırlanıyor. Ahmedinejat’ın TRT ile yaptığı bir mülakatta, bir soru üzerine söylediği “Biz onların efendilerine kafa tutuyoruz” şeklindeki cümleleri ise, bir zamanlar “ABD askerlerini ‘yaban eşekleri’ gibi bağırtacağız” diyen o tarihteki Irak Devlet Başkanı Saddam’ın yardımcısı Taha Yasin Ramazan’ın sözlerini hatırlatıyor… Dilerim aynı felaketler onların da başına gelmez!..
Ortadoğu’da yakılan ateş, bizi de her gün biraz daha içerisine alıyor. ABD’li düşünce kuruluşu RAND’ın düşüncesi, -olmasını istemese de- gün be gün hayata geçiriliyor. Son günlerde artan terör olayları üzerine, Hükümet’in PKK için “taşeron” nitelemesi yapması da bu yüzden olsa gerekir. Hükümetin tek söyleyemediği, bu ‘taşeron’un müteahhidinin kim olduğu. Dilerseniz onu da ben söyleyeyim: “Genişletilmiş ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin müteahhitliğini ‘stratejik model’ ortağımız ABD-İsrail Konsorsiyumu” yürütüyor!..
Irak’taki milyonlarca insanın ölümünde ciddi şekilde sorumluluğu bulunan bu hükümet, aynı hatayı olası ABD-İran savaşı öncesinde de yapıyor!.. İran’a soğukkanlı ve sorumlu bir politika önerme yerine, Ahmedinejat’ın ‘kabadayı’ tavırlarına onay vermek, İranlıların başlarını belaya sokmaktan başka bir şeye hizmet edemez!..

Av. Cemil Can

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder