31 Mayıs 2010 Pazartesi

MAYIS AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 4


KİTABIN ADI : Lozan Barış Konferansı’nın Perde Arkası (1922-1923)
KİTABIN YAZARI : Dr. Rıza Nur - Joseph C. Grew
KİTABIN ÇEVİRMENİ : -
KİTABIN YAYINEVİ : Örgün Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2007
KİTABIN BASKI SAYISI : 2. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 541 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 9/10 (Az da olsa dizgi hataları var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 9/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 8/10
(Dr. Rıza Nur)
ÖNERİ : Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyet’inin tapu senedidir. Savaşın hangi koşullarda bitirildiği, Lozan’a giden yol, konferansının her iki bölümünde yapılan sert tartışmalar bizlerin bilmesi ve unutmaması gereken yapı taşlarıdır.
Kitap 4 ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Lozan Konferansı’nın TBMM adına 2. delege olarak katılan Dr. Rıza Nur’un anıları yer alıyor. Kendisinin çocuksu anlatımları, İsmet Paşa’ya ve Mustafa Kemal’e içten içe beslediği kıskançlık, hezeyanları, yazdığı her satıra karışıyor. Anılarının bu anlamsız köpüğünü kazıdığınızda, itilaf devletlerinin bu konferansta bile Türk’ü yok etmek için elinden geleni ardına koymadığını hissediyorsunuz.
İkinci bölümde, Konferansta taraf olmayıp sadece gözlemci olarak katılan ancak sürekli itilaf devletlerinden yana ağılığını koyan ABD’nin temsilcilerinden, daha sonra ilk Büyükelçi olarak Ankara’ya gönderilen J. C. Grew’ın anıları yer alıyor. Karşıdan bir bakış açısının ilginç detayları ile karşılaşıyorsunuz.
(Joseph C. Grew)
Üçüncü bölümde İsmet İnönü’nün konferanstan çok sonra yazdığı anılarından bir kısa bölüm yer almakta.
Kitabın son bölümünde ise Lozan Antlaşması’nın Türkçeleştirilmiş madde metinleri yer almaktadır.
Her ne kadar kitap bütünlük itibariyle çok doyurucu değilse de, sadece anılara yer vermekte ise de kanımca konferansta bizzat yer almış 3 kişinin anıları, konferansın perde arkasının yansıtması bakımından, olaylara 1. elden kaynak olmaları bakımından çok önemli.
Lozan’a değer veren, bizler için önemini kavrayan her Türk gencinin okuması dileğiyle…

Joseph C. Grew (d. 27 Mayıs 1880 - ö. 25 Mayıs 1965), 20. yüzyılın ilk yarısında görev yapmış ve uzun kariyeri içine iki dünya savaşı, Ankara ve Tokyo büyükelçilikleri ile Lozan konferansında Amerikan temsilciliği gibi önemli görevleri sığdırmış olan bir Amerikalı diplomattır.
Dışişlerine girdiği 1904 yılında Kahire'de üçüncü katip olarak işe başlamış, 1945 yılında yaş haddiyle emekli olurken, kendi mesleğinde ulaşabileceği en üst seviyeden, bakanlık müsteşarı olarak görevi bırakmıştır.
Görev yaptığı yıllarda tutmuş olduğu günlüğü düzinelerce defterden oluşmakta ve yalnız siyasi gelişmeleri değil yaşadığı ortamda gözüne çarpan sosyal hadiseler ile kendisine ve yakın çevresine ilişkin hatıraları da bu esnada kaleme almış bulunmaktadır. On binlerce daktilo sayfası resmi yazışma, gazete küpürleri, resmi sirkülerlerin teksirleri, şahsi mektupların kopyaları ve hatıra defterlerinden oluşan bu şahsi evrak koleksiyonu 1952 yılında Amerikalı tarihçi Walter Johnson ve asistanı Nancy Harvison Hooker editörlüğünde özetlenerek The Turbulent Era (Çalkantılı Dönem, Kırk Yıllık Diplomasi Hatıraları) adı altında iki cilt ve 1527 sayfadan oluşan bir eser halinde yayınlanmıştır.
Grew'un bu hatıraları arasında Lozan Antlaşmasını anlattığı bölümler ile 1927-1932 yıllarını kapsayan Ankara büyükelçiliği esnasında yaşadıkları iki ayrı kitap halinde Türkçe'ye de çevrilmiş durumdadır.


28 Mayıs 2010 Cuma

TEK KELİMELİK HAYAT DERSI

Zaman zaman, arşivimi gözden geçirip, belli ayıklamalar yapıyorum. Bazı önemsiz yazıları elden çıkarırken, yaklaşık bir sene kadar önce not aldığım aşağıdaki kısa hikaye o zaman olduğu gibi beni yine etkiledi. Sizlerle paylaşmadan edemedim:


KIZILDERILIDEN TEK KELİMELİK HAYAT DERSI

Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri hayat, aşk ve evlilik üzerine konuşurken şunları söylüyor:

"İçimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş. Kurtlardan biri korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibiri, kendine acımayı, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı ve benciliği temsil ediyor.
Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor
."

Gençlerden biri

"hangi kurt kazanacak?" diye soruyor

ve yaşlı adam kısaca cevap veriyor:

"BESLEDİĞİNİZ"



27 Mayıs 2010 Perşembe

GÜLÜMSEYİN

Hafta içi, iş yoğunlukla bastırınca bazen istediğin yazıları ve fotoğrafları hazırlayamıyorsun.
Bir de ülkenin 24 saatte değişen gündemini izlemeye kalkarsan neredeyse kendine ayıracak vaktin kalmıyor.
Blog dostlarımı bile zaman zaman saatler ya da günler sonra ziyaret edebiliyorum. Bazen sadece uğrayıp geçiyorum, bazen ilginç bir yazıya takılıp kalıyorum. Bazen yorum yazmak istiyorum, vazgeçiyorum, ya da bakıp geçeyim derken bakmışım yorum yazıyorum.
Ama blog mahallemden şimdilik çok memnunum.
Sürekli ziyaret eden dostlarım var, ziyaretlerine gittiğim dostlarım var, ziyaret edemediğim ve fırsat bulamadığım dostlarım var.
Özet olarak hepiniz çok iyisiniz dostlar. Hepiniz iyi ki varsınız.
Bu güzelliklerin moraliyle hafta ortası bu günde sizlerde biraz gülümseyin istedim.






26 Mayıs 2010 Çarşamba

TRABZON ATATÜRK KÖŞKÜ

Son Gürcistan gezimizin dönüşünde Trabzon'da 1 gün kalarak şehri tanımak istedik. Bize mutlaka görülmesi önerilen yerlerden birisi de Atatürk köşkü idi.
Aracımız olmadığı için dolmuş kullanarak gitmek istedik. Bindiğimiz aracı şöförü, hat dışında kalmasına rağmen hiçbir ek ücret talep etmeden bizi köşkün önüne kadar çıkardı. (Şahsında tüm Trabzonlulara yardımseverlikleri için sonsuz teşekkürler. Herkes elinden geldiğince yardımcı oluyor.)
Atatürk'ün Trabzon'u ziyaretinde görüp çok beğendiği köşk, satın alınarak kendisine hediye edilmiş. İkinci gelişinde iki gece kaldığı söyleniyor. Aşağıda tanıtım tabelasında tarihçesinde okuyacağınız üzere, Atatürk bu köşkte kalırken, vefatında tüm mal varlığını ulusa bırakmaya karar vermiş.

Köşk, muhteşem bir bahçe içerisinde bizzat Atatürk'ün diktirdiği ağaçlarla çok hoş bir görünüme sahip.

Bahçesi çok özenli bir bakımın eseri.

Köşkün içinde fotoğraf çekimi yasak olduğu için ne yazık ki içindeki muhteşem eşyaları ve odaları görüntüleyemedim. Üst kat koridorunda büyük bir Türkiye haritası duvarda asılı. Bu haritanın en büyük özelliği, Dersim isyanı sırasında kısa bir süre Trabzon'da kalan Atatürk'ün bu harita üzerinde bizzat kendi kalemiyle işaretlediği ordu birliklerinin konuşlanma ve harekat planları var. Büyük dahi, 1937'de dahi eşsiz bir askeri dehaya sahip olduğunu gösteriyor.
Köşkün içini görüntüleyemeyince, izin alarak üst kat balkonundan bahçeyi görüntüledim.


Yolu Trabzon'a düşecek tüm dostlara, köşkü gezmelerini öneririm.







25 Mayıs 2010 Salı

HA GAYRET! GÜNDEM DELİNDİ DELİNECEK!..

(Sayın yazarın izniyle)

HA GAYRET! GÜNDEM DELİNDİ DELİNECEK!..

(Av. CEMİL CAN)

Bu hafta sonu ilkbaharı Batı Karadeniz’den karşılayalım, egzoz gürültüleri arasından çıkıp kuş cıvıltıları arasında bir salah kahvaltısı yapalım dedik. En az çalışanımızın 30 yıl hizmeti var. Bu kadar bir tatili hak ettik diyerek yola çıktık. Biz üç çocukluk arkadaşı bugüne dek hiçbir konuda aynı fikir üzerinde birleşmeyi beceremedik. Tipik Türk vatandaşlarıyız işte. Birimiz en doğru analizi yapsa, önce o söylediği için fikrini mutlaka diğerimizin muhalefeti ile karşılaşır. Böylece en basit konu bile elimizde moleküllerine kadar ayrılır. Yıllardır bunu yaşadığımızdan iki günlüğüne “ateşkes” ilan etmeye karar verdik. Aynı gün terör örgütünün Kandil’de bulunan lideri Murat Karayılan da, İngiliz The Economist dergisine yaptığı açıklamada PKK’nın ateşkes koşullarını açıklamıştı. Karayılan Öcalan’ın tecridine son verilip ev hapsine alınması yanında tüm askeri operasyonların durdurulmasını da istemişti. Bir küçük isteği daha vardı, tutuklu olan DTP’lilerin tahliye edilmesi. Yok canım, emir olarak anlaşılmamalı Karayılan’ın istekleri… Sonuçta o da bir Türk vatandaşı; ayakları havada iken konuşmak tuhaf gelmiyor bize… Biz alışkınız bu dile!..
İki hafta önceden karar verdik. Gündem ne kadar değişirse değişsin biz anayasa değişikliklerini tartışacağız dedik. Bunu başaramadık yine. İstemesek de dışımızda saptanmış gündem, bizim gündemin üstüne yerleşiyor. Arkadaşlardan biri “kaset gerçek dışıdır ama, Baykal’a olan tepki gerçekti” diyerek ilk fitili ateşledi. “Ne kadar ilginç bir dünyada yaşıyoruz değil mi? En ateşli Baykalcılar bile Baykal’dan kurtulmuş olmanın keyfini sürüyor bu ara; bunlar Baykal’ın gittiğine mi yoksa, Kılıçdaroğlu’nun geldiğine mi seviniyor hiç belli değil!” diyerek ilk defa onu destekledi diğeri… Bana göre 33. Kurultay biraz fazla abartıldı. CHP’de hiçbir zaman liderlik sorunu olmamıştı. Partinin kurucu genel başkanı aynı zamanda da Cumhuriyetimizin kurucusu olan Mustafa Kemal’di. Onun liderliğini ise kimse tartışmazdı. Onun önderliği ile CHP’ye genel başkanlık yapmak sadece sorumlu beyanlarda bulunma zorunluluğu getirir. Gandi Kemal’in her konuda uzman olması gerekmiyor. Takım kurmayı becerebilmesi, bir de Atatürkçülük varken, “Baykalcılık” gibi saçma bir fikre prim vermemesi yeterlidir!..
Siyaset bir ‘meslek’ değildir. Meslek sahibi olup da mesleğinde başarılı olanların işlerinden arta kalan zamanlarda toplumsal sorunlar üzerine kafa yormaları ve ürettikleri düşünceleri siyaset alanına taşımaları bir vatandaşlık ödevi sayılabilir. Vatandaşa “ hizmetkarlık” yapmak üzere oy istemek ise son derece ayıplanacak bir durum kabul edilmelidir. Rica, minnet üzerine ‘hizmetkar’ olmayı istemek, onurlu bir insanın içine sinecek bir talep değildir. Bu yöntemi benimseyenler siyaseti meslek olarak görüp kendileri için yapanlar olduğu bellidir. Bu tür ‘siyasetçileri’ siyaset arenasından temizleyecek olan da ‘parti içi demokrasi’dir… CHP için ikinci silkeleniş ‘parti içi demokrasi’yi hayata geçirince başlayacaktır… Rahmetli Uğur Mumcu’nun “Bu Düzen Böyle mi Gidecek?” adlı kitabında Baykal’a sorduğu soruya: Siyaset benim için bir meslek, zamanımın belli bir kısmını ayıracağım bir meşgale değildir” şeklinde verdiği yanıt oldukça anlamlıdır… Bugünlerde Baykalcılara hatırlatılır!..
Arkadaşlara bu kısa açıklamadan sonra, Baykal’ın Başbakan’dan ‘kaseti imal edenleri bul’ isteğine “ben senin memurun değilim” şeklindeki yanıtını hatırlattım... Oy isterken halkın “hizmetkarlığına” talip olanların, iktidara geldikten sonra ‘memur’ olmayı içlerine sindirememelerine bayağı bozuldu biri, “şu yeşilliğe bakın, bu memleketin kıymetini bilelim” diyerek konuyu değiştirmeye kalkıştı… “Beni duymadın mı?” diye sorduğumda, memleketin kıymetini bilmediğimi varsayıp bağırıp çağırmaya başladı… Neredeyse 40 yıllık arkadaşlığımızı kaybediyordum!..
Emeğin şehrine doğru dörtnala sürüyoruz atları, topraktan madenciler fışkıracak sanki. Gelen bunca tepkiye rağmen Başbakanın‘kader’ konusunda geri adım atmayıp, topu Diyanet İşleri Başkanlığına doğru atması pek garipsenmedi de, bu açıklamayı eleştirenleri ‘kadere inanmamakla’ itham etmesi ‘bu kadar da olmaz’ dedirtti!.. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu :”Bu tip olayların yaşanmaması için daha çok ‘tedbir’ alınmalıdır. Yaşanan üzücü olaylara kader ve kaçınılmaz demek yetmiyor” diyerek ne kadar düzeltme yapmaya kalktıysa da Başbakan’ı temize çıkartamadı… Bardakoğlu ‘tedbir’ sözcüğünü kullanmadan Başbakan’ı destekleyecek bir cümle kuramadı!..
İş kazalarında dünyada 3’ncü, Avrupa’da 1’nci sıradaymışız. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) madenlerde iş güvenliğinin sağlanmasını öngören 176 sayılı sözleşmesini de hala imzalamış değiliz. Bu imza işine hükümet nasıl bir mazeret üretilecek çok merak ediyorum… 657’ye tabi olan öteki arkadaş “kader konusunu bir açıklama getireyim dedi:Bu ‘kutsal’ sözcük ile anlatılmak istenen; maden kazalarının kader olması değil, madenlerin işletilmesinin taşeron firmalara verilmesinin Türkiye’nin kaderi haline getirilmesidir; yandaşlara dağıtılacak başka bir şey kalmadığından sıra madenlere gelmiştir!” diyerek lafı gediğine oturttu!.. Bir süre susarak yeşilliği seyrettik…
Birkaç ay önce ‘Arınç’a Suikast’ palavraları ile ‘kozmik odaları’ hallaç pamuğu gibi atan iktidar, Bayrampaşa Cezaevi’nde 19 Aralık 2000’de düzenlenen operasyonda tutuklu ve hükümlülerin bulunduğu bölüme fiilen müdahale eden Ankara Jandarma Komando Özel Asayiş Komutanlığı’ndan, operasyonda görevli personel sayısının, görevini ve isim listesini almayı başaramadı!.. Savcı, ilgili birimlerle bir çok kez yazışma yapıldığı halde bilgi alınamadığını söylemesini Arınç galiba duymadı!..
Diyarbakır’da bir inek komşunun tarlasına girdi diye, iki aile arasında çıkan kavgada silah ve bıçaklarla 4 kişi öldürüldü, 12 kişi de yaralandı. Bu arada kavgaya neden olan inek de hakkın rahmetine kavuştu! BDP başkanı bu olayı duymazdan geldi de, Kılıçdaroğlu’nun ‘Kürt Sorunu’nu Doğu sorunu olarak tanımlanmasına çok içerledi… Hayvancılığın bitirilmesi ve et kıtlığı yüzünden ineklerin değeri yeni yeni anlaşılmaya başlandı…
Şimdi de Türk halkını gerçek gündeminden uzaklaştıracak ‘koç gibi’ bir konu düşürüldü önümüze. İbrahim Peygamberin koçu yaya kalır onun yanında. Üstelik hükümeti de rahatlatacak bir tartışmaya kapıyı aralayacak. Her derde deva niteliğinde bir tartışma başlatıp, halkın temel sorunlarını ötelemek yine mümkün. Dinleyin de görün bakalım:
Craig Venter’in 24 kişilik ekibiyle üretmeyi başardığı ilk ‘yapay canlı’ hakkında ABD yönetimi soruşturma açmaya hazırlanırken, araştırmaya papadan destek geldi. Başpiskoposlar Başkanı Angelo Bagnasco: “Bu insanoğlunun üstün zekasının bir işaretidir” dedi. Ayrıca Vatikan’ın yayın organı “L’Osservatore Romano” da bu buluşu ‘ilginç’ olarak değerlendirdi…Bakalım El-Kaide, Taliban gibi radikal İslamcı örgütler Venter ve 24 kişilik ekibine destek veren Vatikan ile Başpiskoposlar Başkanına nasıl bir “ceza” uygulanmasını önerecekler!.. Fetullah Hoca Efendi’nin bu dindarlar ile olan ‘muhabbeti’ni bu sohbetin neresine koyacağız, onu da ben bilemem!.. Bizim imamlar ne fetva mı verir? Onların henüz bu haberden haberi yok; onu da yaşayıp birlikte göreceğiz… Haber, gazetelerde “ABD’de ilk ‘yapay canlı’ üretildi. Genetik çalışmaları nedeniyle Dr. Tanrı da denilen Amerikalı Venter, laboratuarda yapay hücre üretti… Venter; ‘…bu hücre gezegende anne ve babası bilgisayar olan ilk canlı’ dedi” şeklinde verilmişti… Darvin’in ‘Evrim Teorisi’ne karşı ‘Yaradılış Teorisi’ ile baş edebiliyordu; şimdi bir de bu ‘yapay canlı’yı başımıza çıkarttılar… Buluşun sahibi Amerikalı, savunucusu Vatikan. Aşağı tükürse sakal, yukarısı bıyık, şimdi bizim imamlar ne yapsınlar?!..
Bırakın ‘yoksulluk edebiyatı’nı; yolsuzlukları da geçin bir kalem. Beyler bayanlar, “din elden gidiyor din”!.. N’aber?..
Dilerseniz bu hafta sözü daha fazla uzatmayalım. Baykal’dan ‘kurtulmak’ için üretilen kaset, toplum içinde olgunlaşan çok önemli bir düşünceyi de açığa çıkarttı. Seçmen, AKP’li siyasetçilerin BAĞ-KUR’dan ‘emekli’ edilmesini tartışmaya başladı. Zira AKP kurulduğundan beri hiç biri siyaset üretmedi. Çoğu ticari işlerde ilerledi!.. Bu nedenle onları da Sosyal Güvenlik Kurumunun ‘bağımsız çalışanlar’ bölümünden emekli etmenin zamanı geldi!..
Başbakan her konuda konuşmak zorunda hissediyor. Konuştukça da daha büyük bir ‘çam devirip’ daha çok konuşmak zorunda kalıyor. Hiç gereği yokken işsizlik oranını %14 olarak açıkladı. Hala her sanayicinin bir işçi işe alarak bu oranı % 1 düşürebileceğine inanıyor. Tarımı, hayvancılığı ve sanayiyi öldüren bu iktidar değil mi?.. Başbakan bu sefer ‘tek parti dönemi’ne gönderme yaparak durumu kurtaramayacağı anladı. ‘Kriz bizi teğet geçti’ söylemine de pek inanan kalmadı. Bu nedenle muhalefete “sizin çözümünüz ne?” diye sormaya başladı. Çözümsüzlükte bile en iyi çözümün kendisi olduğunu anlatma gayreti içinde...

24 Mayıs 2010 Pazartesi

İNANILIR GİBİ DEĞİL

Seyredemeyen arkadaşlarıma bu inanılmaz olayı kısaca özetleyeyim.
24 Haziran da başlayan ve 26 Haziran'da (2009) Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisinde imzalanan bir karar tasarısına göre;
Türkiyemizin;
* Güneydoğusu kürdistanmış,
* Türk Ordusu Güneydoğuda işgalciymiş,
* Bizler (Türk Ordusu) orada kürtleri katlediyormuşuz,
* Kıbrısta Türk Askeri işgal kuvvetiymiş,
* Asker faşistmiş,
* Ülkemizde azınlıklar sorunu varmış,ve bu tasarının altına kendileri yeminli Türk düşmanı olarak adlandırılan;
* David Herütanyan,
* Rafi Povenesyan,
* Armen GUSTAVYAN isimli 3 ermeni,
* Andros Kipriyanu denen Kıbrıs rumu ile,
DİKKAT EDİN; TÜRKİYE'NİN İKTİDAR PARTİSİ TARAFINDAN HAKKIMIZIN SAVUNULMASI İÇİN ATANAN TEMSİLCİ VE AYNI ZAMANDA TÜRK GRUP BAŞKANI AKP MİLLETVEKİLİ,MEVLUT ÇAVUŞOĞLU İMZALAMIŞTIR.
İmzalamayanlar ise; ABBASOF isimli Azeri milletvekili ve Prof.Dr.Hakkı KESKİN isimli Alman milletvekilidir.

AYRICA ;
Türkiye Cumhuriyetine ait Ege adalarının rum isimleri ile kullanılmasına imza atan Türk milletvekilleri:
* Mevlüt ÇAVUŞOĞLU AKP Antalya Milletvekili
* Ruhi AÇIKGÖZ AKP Aksaray Miiletvekili
* Lokman AYVA AKP İstanbul Milletvekili
* Mesude Nursuna MEMECAN AKP İstanbul Milletvekili
* Özlem Piltanoğlu TÜRKÖNE AKP İstanbul Milletvekili
* Mehmet Sayım TEKELİOĞLU AKP İzmir Milletvekili
* Mustafa ÜNAL AKP Karabük Milletvekili
* Erol Aslan CEBECİ AKP Sakarya Milletvekili
İMZALAMAYANLAR İSE ;
* Yıldırım Tuğrul TÜRKEŞ MHP Ankara Milletvekili
* Ertuğrul KUMCUOĞLU MHP Aydın Milletvekili
* Vildan KELEŞ CHP İstanbul Milletvekili
* Haluk KOÇ CHP Samsun Milletvekili
İŞTE BÖYLE !...

İNANILIR GİBİ DEĞİL ! . . .
Bunu biliyor muydunuz veya duymus muydunuz?
Bu medyada biraz zor da...
http://www.dailymotion.com/video/xacw4t_turk-dumanlari-akpde-brleyor_shortfilms

21 Mayıs 2010 Cuma

ONLARI UNUTMAYIN - 15

Sütçü imam

İmam Kahramanmaraş'ta 1871 yılında doğmuştur. Nüfus kaydında babasının adı Kireççi Oğlu Ömer 'dir. Anasının adı Emine 'dir. Üç kız bir erkek çocuğu olmuştur.

Tiyeklioğlu Hocadan ders almıştır. Tahsilini devam ettiremeyerek Uzun Oluk mescidinin müezzinliğini ve imam hatipliğini yapmıştır. Asıl adı İmam olan bu zat, mescit civarında bir sütçü dükkanında süt ve simit satmakta iken şöhretini doğuran olay meydana gelmiştir.
Mondros Mütarekesi taksim projesine göre; Antep, Maraş ve Çukurova bölgesi Fransız işgal bölgesi olarak taksim edilmişti. 2 Şubat 1919'da çoğunluğu Hintli askerlerden oluşan İngiliz askerleri Maraş'ı işgal etmişler ve şimdiki Ticaret Lisesinin yanındaki kışlaya yerleşmişlerdir. 29 Ekim 1919 tarihine kadar bu bölgede kalan İngiliz askerleri, Ermenilerin sürekli başvuruları ve bu yöndeki girişimleri sonucu Fransız askerleri ile yer değiştirmişlerdir. Maraş halkının, bu yer değiştirmeye mani olmak için yaptığı başvurular ise, o sırada Osmanlı hükümetinin zayıf oluşu ve yöneticilerin ilgisizliği nedeni ile başarılı olamamıştır.
29 Ekim 1919 akşam vakti Yüzbaşı Jülie komutasındaki öncü birlikler, Ermenilerin taşkınlıkları ve tezahüratları arasında Şeyh Adil mevkisinden şehre girmişlerdir.Öncü kuvvetlerden bir gün sonra, 2000 kişilik gönüllü Fransız lejyoneri Ermeniler, Fransız ve Cezayirli askerlerden oluşan birlikler yine Ermeni tezahüratları, Ermeni kadınların muhabbetli alkışları arasında şehre girdiler. Şimdiki Ticaret Lisesi civarına yerleştiler.
31 Ekim 1919 cuma günü akşamına kadar, Fransızlarla beraber gruplar halinde şehri dolaşan Ermeniler Türk halkına ağır hakaretler ve küfürlerle mütecaviz davranışlarda bulundular. Akşam vakti, havanın karaması ile olayların sükûn bulması beklenirken, Uzunoluk hamamından çıkan 3 kadın ve bohçalarını taşıyan bir erkek çocuğunu gören Fransız-Ermeni devriyesinden bir asker;
“Burası artık Türk memleketi değildir. Fransız müstemlekesinde peçe ile gezilmez!” diyerek kadınların peçesini zorla açmak istedi. Kadınlar ise bağırıp, feryat ederek yakındaki Kel Hacı'nın kahvesinden yardım istediler.
Olay yerine ilk müdahale eden Çakmakçı Sait;
“Gâvur oğulları! Dokunmayın bacılarıma!” diyerek Fransız Ermeni Lejyonerlerinin üzerine yürüdü.
Üzerinde silah olmayan Çakmakçı Sait, açılan ateş sonucu ağır yaralanmıştır. Bu sırada -adı İmam olan ve geçimini temin etmek için süt sattığı için Sütçü İmam olarak tanınan İmam-, yanında bulunan silahı ile ateş açmış ve bir Fransız-Ermeni Lejyoner askerini öldürmüş, bir diğerini de yaralamıştır.
Bu olayda Çakmakçı Said şehit düşmüş yaralanan Ermeni ise ölmüştü 1 Kasım 1919 tarihinde ölen Ermeni için büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Şehri terk etmeyen İngiliz ve Fransız askerleri olay yerine yetişti.
Sütçü İmam ise Nalbant Bekir'den aldığı bir atla Bertiz'in Ağabeyli köyünde bulunan Beyazıt oğlu Muharrem Bey'in yanına gitti. Ermenilerin ve Fransızların bütün çabalarına rağmen Sütçü İmam bulunamadı. Ancak olayın intikamını almak isteyen Ermeniler sağa sola ateş ederek Zülfikar Çavuş oğlu Hüseyin'i şehit ettiler. Bu arada Türkleri öldürüp kadınlarını alacaklarını, camilerine çan takacaklarını söylemeye başladılar. Fransızlar da misilleme hareketlerine girişerek Sütçü İmam'ın dayısının oğlu Tiyekli oğlu Kadir'in ellerini ve ayaklarını arkasından bağlayarak burun ve kulaklarını kestikten sonra boğazlayarak şehit ettiler.

Türk namus ve haysiyetine uzanan düşman elini kıran Sütçü İmam Kahramanmaraş Kurtuluş Muharebesi başlayınca Bertiz çetelerine, daha sonrada cancık mağarasında ki mücahitlere katılarak düşmanla savaştı.

Sütçü imam savaştan sonra, belediyece kaledeki topun idaresiyle görevlendirildi. Abdülmecit Efendi, TBMM tarafından halife seçilince 101 pare kutlama atışı yaparken barutun ateş alması sonucu yaralandı.
Yaralı olarak Alman Eytam hanesindeki hastaneye kaldırılan imam kurtarılamayarak yedi gün sonra 25 Kasım 1922'de öldü. Çınarlı Cami mezarlığına defnedildi.
İlk kurşunun atıldığı Uzunoluk meydanında 1936 yılında Belediye başkanlığı yapan Hasan Sukuti Tükel tarafından bir anıt ve çeşme,1977 yılında da Kıbrıs meydanına Kurtuluş anıtı yaptırılmıştır.



20 Mayıs 2010 Perşembe

BAŞIMIZ SAĞOLSUN


30 MADENCİMİZİ GÖÇÜK ALTINDA YİTİRDİK.

ULUSUMUZUN BAŞI SAĞ OLSUN.

ÇAĞDAŞ UYGARLIĞI HEDEFLEYEN DEVLETİMİZİN ÇAĞA YAKIŞIR İŞ KOŞULLARI, ÇAĞA YAKIŞIR ÜCRET VE SOSYAL GÜVENLİK SAĞLAMASI BOYNUNUN BORCUDUR.

UNUTMAYACAĞIZ…

18 Mayıs 2010 Salı

IŞIK DAĞI ZİRVE VE KARAGÖL DOĞA YÜRÜYÜŞÜ

Haftanın son iş gününde Meteorolojinin internet sayfasında Kızılcahamam yöresi yağmur gösteriyordu. Gerçi hava yaklaşık 28 C olacaktı, fakat yağmur sanki bizi sıkacak gibiydi. ancak artık doğa yürüyüşleri Fuat hocayla benim için, vazgeçilmezlerin arasına girdiğinden fazla bir tereddüt yaşamadık.
Cumartesi kayıt yaptırdığımızda 15 olan katılımcı sayısı, Pazar sabahı hareketimiz sırasında rehberimiz İlker'le beraber 22 olmuştu.
Yürüyüş düzeyleri yaklaşık aynı olan bir grup için uygun bir sayı idi. Ancak güzelleşen havalarla beraber yeni yürüyüşçü adayı arkadaşlarımız sebebiyle hızımız sanki istenen seviyede olmayacak gibi gözüküyordu.
Sabah saat 08.00'de hareketimizden sonra molalarla Kızılcahamam çıkışında Çerkeş yoluna saptığımızda 10.30 civarına gelmişti. Sapaktan yaklaşık 10 kilometre sonra orman içine sapan bir patikada araçtan indik.
Görünen yoldan değil ama yolun sağından doğrudan orman içine yüyüşümüz başladı.
Bize hoşgeldin diyen bir orman sakinini bizde selamladık.

Yürüyüşümüzün hemen başlangıcında hafif eğimle yükselen ve orman içinde ve kısmen açıklık arazide devam eden yüyüşümüz şimdilik oldukça yavaş ve neşeli devam ediyor.
İlkbaharın sonuna yaklaşmamıza rağmen Işık dağı ve çevresi iklim olarak Karadenizden esintiler taşıdığından ve mevsimin oldukça yağışlı geçmesinden ötürü hala çok yeşil.

Çayırlar çiçeklerle dolu. Pek çok arkadaşım gibi ben de çekmeden edemedim.

Artık pek çok yürüyüşte beraber olduğumuz arkadaşlarla yürüyüşümüz ağır ama oldukça keyifli devam ediyor.

Işık dağı rotasında eğimin artmasıyla birlikte tırmanma zorlaşmaya başladı. Hızımız oldukça düşük, molalarımızI çokça vererek devam ediyoruz.
Ani bir kararla, Kemal'in çağrısına uyarak, ben, Fuat hocam, Esin, Mehdi, Barış ve Burak, rehberimiz İlker'den izin alarak 1'e yirmi kala, gruptan ayrılarak doğrudan orman içine dalış oldukça dik bir noktadan sıkı bir zirve tırmanışına geçtik. O ana kadar oldukça temposuz ve neşesiz yürüyüşümüz birden keyiflendi. Nefesimizin sıklaşması, rotamızın zorlaşması ile grubun oldukça önünde tırmanışa geçtik. (Burak son 50 metrede tırmanışı bıraktı ve grubu beklemeye koyuldu.)
Işık dağı yaklaşık 2025 metre. 2000 metreye kadar oldukça sık bir orman yayılışı var. Tepenin son 25 metrelik kısmı çıplak ve kayalık. Tepede bir gözlem kulesi var. İçinde bekçi kalıyor. Yaklaşık 40 metre yüksekliğinde bir verici anten kulesi var.
(Resmi büyütürseniz kule ile bulutların dansından etkilenmemek mümkün değil.)
Saat tam 13.00'e geldiğinde zirve yapmayı başardık. Grubun gelmesini beklerken zirvenin diğer yamacında yaklaşık 10 metre kadar alçak bir kuytulukta nefis bir doğa manzarası eşliğinde açık büfe öğle yemeğimize başladık.
Bir saata yaklaşan molamızdan sonra bizim yaklaşık 30 metre kadar altımızda mola veren ana gruba ulaştığımızda, zirveden görünen Karagöl'e yine bağımsız rotadan devam etmek için rehberimiz İlker'den izin aldık. Oldukça dik bir iniş gözüktüğünden gruptan bize yeni katılan olmadığından 6 kişilik grubumuz aynı elemanlarla bağımsız rotasından inişe başladı.
Nisbeten en deneyimlimiz ve hızlımız olan Kemal'e ekip şefliği ve rehberliğini verdik. Ancak tamamen demokratik olarak , molalarımızı ortak olarak kararlaştırdığımız noktalarda iki kez yarımşar saatlik keyiflere dönüştürdük.
Yaklaşık olarak Karagöl'ün bulunduğu yükseltiye indiğimizde orman içi büyük bir çayırlıkta grubumuz arkasına aldığı Işık Dağı ile hatıra pozu verdi.

Orman içinde Karagöl'ü ararken oldukça küçük, yaklaşık 50 metre çapında çok küçük bir göl keşiflerimiz arasında.

Bu küçük gölü geçtikten sonra hafif bir yükseltiye tırmandığımızda, piknikçilerin sesleri gelmeye başladığında Karagöl'e ulaştığımızı anladık.
Yaklaşık 16.20'de Karagöl'e ulaşınca rehberimize telefon ettikten sonra ağaçların altında keyifle uzandık. Yaklaşık 15-20 dakika kadar sonra ana grubumuz Karagöl'ün karşı shailindeki ormanın içinden çıktı.
Saat 17.00'ye kadar yaptığımız uzun dinlenmenin ardından hemen yamaçta bizi bekleyen aracımıza döndük. Molalarımız ve duraklarda katılımcıları bırakarak devam eden dönüş yolumuz 20.00 sıralarında Ankara'da son buldu.
Uzun süredir beklentimiz olan rotasız yürüyüşü kısa da olsa kendi aramızda gerçekleştirince doğrusu büyük keyif aldık. "Bağımsız yürüyüş grubu" olarak isim taktığımız (şimdilik beğenmedik, başka isim arıyoruz) grubumuz, büyük keyif aldığı bu rotadan sonra sanırım artıyaşamdan artı isteklerde bulunacak... (Ercan, okursan sözümüz sana)














17 Mayıs 2010 Pazartesi

TARİH BİLMEMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

(Çok önemli ve güncel bir yazı. Sayın yazarın onayı ile bloga aldım.)

TARİH BİLMEMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ
(DÖN DOLAŞ İNÖNÜ’YE SATAŞ!..)


AV. CEMİL CAN

Türkiye’de sağ partilerin iktidara gelmesi için halkın yararına projeler ürütmeleri gerekmiyor!.. Kendilerinden daha kötü siyasetçilerin varlığını hatırlatarak, halkı kötünün iyisine razı etmek daha kolay görülüyor. Verecekleri örnek çoğunlukla, kendilerinin devamı oldukları bir önceki iktidar olabilir. Halkın ‘balık hafızalı’ olduğundan emindirler!.. ‘Değiştiklerini ve geliştiklerini’ söyleyerek halkı bir kez daha kandıran bu ‘şark kurnazı’ politikacılar, her seferinde gidenleri de aratmışlardır. Onlarca yıl iktidara gelmenin bu kadar basit bir yolunu kullanan sağ iktidarların ortak özelliği ise, ulusa yakın geçmişin tarihini unutturmak olmuştur. Yakın tarihini bilmeyen toplumları ‘çok yakın felaket’ senaryoları ile aldatarak yönetmek hiç de zor değildir. Böylece tarihten silinme sonucunu doğurabilecek kadar büyük felaketleri yaşamış ve üstesinden gelmiş olan bir toplum, çok daha küçük sorunlar karşısında şaşkına çevrilebilmektedir. Bu nedenle de önüne getirilen ve hiçbir özelliği olmayan kişileri yeni “kurtarıcıları” olarak kabul edebilmektedir.
Politikaları ‘duvara dayanmış’ ve çözüm üretemeyen bu sağ iktidarlar, her sıkıştıklarında “tek parti dönemi” ne dolayısıyla İnönü’ye saldırarak günü kurtarmayı denemektedirler. Başbakan’ın ikide bir ortaya çıkıp, ‘babasının nüfus cüzdanı arkasındaki gaz, uz, şeker ve ekmek kayıtlarını’ hatırlatması da bu nedenledir. Büyük olasılıkla Başbakan’ın babasının böyle bir nüfus cüzdanı hiçbir zaman olmamıştır; ama o bu istismara ‘yağlı kuyruk’ gibi yapışmış ve bırakacak gibi değildir! Zira yakın geçmişini bilmeyen halkın nezdinde, bu yalanlar halen geçerli akçedir!.. 20’li yaşlarında yalan politikalarla kandırılmış gençlerin bile, kendi aralarındaki tartışmalarda“Biz, ekmeğin karneye bağlandığı Halk Partisi dönemini iyi biliriz!”diyerek ‘bilgiçlik’ taslamaları da bu nedenledir…
Bu çocukların tek parti dönemine ilişkin “bilgileri” hiç kuşku yok ki, politik önder olarak kabul ettikleri ‘yalancı liderlerinin’ yanlış bilgilendirmelerinden kaynaklanmaktadır. 1950’den bu yana okullarda Cumhuriyet Tarihinin gereği gibi ve zamanında okutulmamış olması ise, sağcı iktidarların bilinçli bir tercihi olmuştur. Yanlış bilgiler ile kafası doldurularak şartlandırılmış olan bir gençlikten işbirlikçi olmaktan başka ne beklenebilir ki?!..
İşin garip yanı sağ iktidarların, bu ülkenin kurtuluşunda ve Cumhuriyetimizin kuruluşunda en önde olan kişilere, yapılan bu haksız saldırıları, CHP’nin etkisiz bırakma çabalarının yetersiz kalmasıdır. İnönü’ye ve tek parti dönemine yapılan bu haksız saldırılar, özünde daha o dönemde Cumhuriyete karşı olan hilafet yanlılarının bugüne kadar gelen uzantılarının, Cumhuriyet’e farklı bir koldan saldırma taktiğidir. Aslında o günden bu yana yapıla gelen bu karalamaların amacı, Atatürk’e ve Atatürkçü düşünceyi kötülemektir. Bu gerçeği anlatmanın halk üzerinde yeterli etkiyi göstermediği artık anlaşılmıştır. Zira sonuçta aynı yalan propagandalar sürdürülmekte ve halen etkili olabilmektedir. Bu nedenle bu çirkin politikaları yürütenlerin amacını anlatma yerine, sürekli tekrarladıkları ve istismar ettikleri olayları o günün koşulları ile birlikte anlatmak daha doğru olacaktır…
Birinci Dünya Savaşına Almanya’nın yanında girerek yenilen ve elinde kalan son toprak parçası Anadolu’yu da Sevr Anlaşması ile düşmanlarına kaptıran Osmanlı’nın, küllerinden yeni bir devlet kuran kahramanların başkomutanı ve fikir babası, bütün dünyanın imrenile baktığı Mustafa Kemal Atatürk’tür… Onunla aynı dönemde yaşayan ve çoğu da düşman konumunda bulunan yabancı devlet adamlarının, ölümü üzerine söyledikleri bu konudaki en çarpıcı kanıttır.(1) Yine hiç kuşku yok ki, ülkenin düşman işgalinden kurtuluşu ile hemen arkasından Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunda Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşı İsmet İnönü’dür. İsmet paşa, Batı Cephesi Komutanlığı’ndaki başarılı askeri kimliği yanında, Lozan’a giden heyetin başkanlığını yapma ve dünyanın en ‘kurt’ diplomatlar arasında önemli diplomatik başarılara imza atması ile tarihteki yerini bileğinin hakkıyla almış bir devlet adamıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra ikinci sıradaki adam tartışmasız şekilde odur… Bu nedenle de Türk halkı kendisine, ‘milli şef’ unvanını vererek onurlandırmıştır…
1938 yılında ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılması ile Cumhurbaşkanlığına, Kurtuluş Savaşımızın ikinci adamı İsmet İnönü seçilmiştir. Bu son derece doğaldır ve yakışanı da budur…Birinci Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşını yaşayan ve ekonomik kaynakları bitme noktasına gelen ülkemizde, insan kaynakları da son derece kısıtlıydı. Buna ilaveten genç Cumhuriyet, Osmanlı’nın borçlarını da ödemeyi üstlenmiş durumdaydı. Çağdaşlaşma ve kalkınma yolunda başlatılmış çalışmalar hızla sürdürülürken; (1 Eylül )1939 yılında İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Daha Birinci Dünya Savaşı başlamadan Osmanlı’nın Avrupa topraklarından (parçalanarak) atılması için (gizli) antlaşmalar yapan -Almanya da dahil olmak üzere-, Avrupa devletlerinin hemen hepsi, Lozan Barış Anlaşması’nı içlerine sindiremediklerinden(2) genç Türkiye Cumhuriyeti’nin savaşa girmesi için ellerinden geleni yapmışlardı… (3) Varını yoğunu ve bütün gücünü ortaya koyarak bir devlet kuran deneyimli kadronun başında İsmet İnönü kalmıştı. Bu savaşa girmenin Türkiye için bir felaketle sonuçlanabilme olasılığını öngören İnönü, ülkeyi yeni bir savaşa sokmamak için, akla gelebilecek en ince diplomasiyi yürüttü. Savaşa girmemek şeklindeki bu doğru kararına rağmen, savaş kaçınılmaz olup bizi de içine alabilirdi. Bu olasılığa karşı da gerekli önlemleri almak öngörüşlü bir devlet adamın yapması gerekenlerin başında gelmekteydi. Nitekim İsmet Paşa da bu olasılığa karşı ne kadar süreceği belli olmayan olası bir savaş için, başta gıda maddeleri olmak üzere, ordu için ne gerekli ise, onların yığınağını yapmaya başladı…
Gelelim konunun en can alıcı yönüne. 1940’lı yıllarda ‘soğutma teknolojisinin’ henüz geliştirilip kullanılmaya başlamadığını bu konu gündeme geldiğinde akıldan uzak tutmamak gerekir. Zira bugün yapılan istismarın, önünü kesecek olan bu gerçeğin bilinmesidir. (4) Bu nedenle de 5 numaralı dipnotu özellikle okumanızı öneriyorum.1960’tan sonra kullanılmaya başlayan soğutucuların, soğuk hava depolarında kullanılmasının ise çok daha sonra olduğu gerçeği tartışmaya dahil edilmezse, ‘ekmek karnesi’ istismarı daha çok devam eder. Olası bir savaşa ihtimaline karşı soğutması olmayan ambarlarda veya toprak altında stoklanan gıda maddeleri doğal olarak, kısa süre içinde bozulduğu için imha edilmek zorunda kalınıyordu. Halkın dişinden tırnağından artırarak ordusuna verdiği bu gıda maddeleri, yeni ürünler geldiğinde bozulmuş olduğundan imha edilmesini o günlerde ‘demokratlar’ sorgulanmıyordu! Savaş yılları boyunca her yıl, bu gıda imha etme işlemi de tekrar edilmek zorundaydı. Doğal olarak bu dönem içinde halka bazı ihtiyaç maddeleri karne ile verilmişti. Bu son derece sıradan ve olması gereken bir önlemdi. Zaten yoksul olan halk, savaş bitene kadar bayağı bir sıkıntı çekmek durumunda kalmıştı. Neyse ki, Milli Şef İnönü, savaşa girmeme başarısını göstererek, çocukları babasız bırakmaktan kurtarmıştı!.. O dönem bizim çocuklar şeker bile bulup yiyememişlerdir, bu bir yalın gerçektir!?..
Ülkemiz savaşa girseydi, yine aynı tedbirler alınacağından karne uygulamasına da kaçınılmaz olarak devam edecekti. Bu arada savaş nedeniyle pek çok insan da ölecekti. O zaman çocuklar ne şeker yiyebilecek, ne de babalarını tanıyabilecekti!… Bu duruma ise, kimse ses çıkartamazdı. Zira daha önce bu halk, Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşını yaşamıştı; ve bunlardan daha fazlasına katlanmıştı. O zaman da sesini çıkartan kimse yoktu, olması mümkün de değildi…Egemen bir ülkede özgür olarak yaşamak her şeyden daha önemliydi!..
Şimdi söyleyin bakalım halk için hangi sonuç daha iyi ve katlanılabilirdir? Bu sorunun cevabını vermekte aciz kalanlar, nasıl insanlardır anlamak mümkün değil!?.. Hiç kuşku yok ki, bu soruların yanıtları çok seçenekli de değildir. Evin yolunu bulabilecek kadar aklı olan her kişi, İsmet Paşa’nın bazı tüketim mallarını karneye bağlamasını, halka işkence yapmak gibi ‘faşist’ bir düşünceye bağlayamaz. Hatta birazcık tarih bilenler, bu karne meselesinden, onun ne kadar basiretli ve büyük bir devlet adamı olduğu sonucunu kolaylıkla çıkarabilirler…
Ne var ki, ‘Türkiye’ye demokrasiyi ve çok partili rejimi getiren’ lider olarak dünya politika tarihine geçen İnönü, bu niteliklerinden ötürü kendi ülkesinde ikinci kuşak “torunları” tarafından yerden yere vurulabilmektedir. Ne acıdır ki, dünyada seçimsiz iktidara gelip de seçimle giden tek lideri, bin bir zorluklarla kurduğu kendi ülkesinin başbakanı faşist Hitler’e benzetebilmektedir!..
İktidarda kalmak için her türlü yalanı yüzü kızarmadan söyleyen politikacı tipi, bize yabancı değildir. Demokrat Parti’nin 1940’li yıllarda yönetime gelmeden önce, CHP ve İnönü’ye karşı yürüttüğü aynı haksız ve insafsız propagandanın temellinde de ‘karne edebiyatı’ yatmaktaydı. Aradan 70 yıl geçmesine rağmen ne yazık ki, Türkiye sağının –sahibini taklit eden papağan gibi-“Biz CHP iktidarını da biliriz!” şeklindeki söylemi hiç değişmemiştir… Bu sözleri, söyleyen ve buna inanlar adeta eğitimsiz ve kör kütük cahil olduklarını kanıtlıyorlar gibidir. Bu söylem, günümüzün iletişim ve bilgi teknolojileri çağında cehaletin diplomasını göstermekle eş anlamlıdır. Türk halkını önce cahil bırakmak, sonra da böyle ‘deli saçmalarına’ inandırarak, istismar etmek, arkasından bu yalanı onlara tekrar ettirmek affedilemez bir aymazlıktır. Seçmenin oyunu avlayabilmek için, kendi halkına böyle bir aşağılamayı reva görmek ise, sanırım bir tek Türkiye’de olabilecek bir rezilliktir…
Dilerseniz sözü fazla uzatmadan,
İnönü’nün ‘karnesini’ bir tarafa bırakıp, paralardan ‘Atatürk’ün resminin çıkartması’ meselesi için de bir şeyler söyleyelim:
İsmet Paşa’nın başka hiçbir yönünü eleştiremeyenlerin uydurduğu ve gerçeklerle uzaktan yakından ilişkili olmayan bir başka palavra da, paralar ile pulların üzerinden Atatürk’ün resmini kaldırmasıdır. Atatürk’e ve Atatürkçü Düşünceye olan sadakati tarihin sınavından geçmiş olan İsmet İnönü, sağlığında bu haksız saldırıya da en etkili cevabı vermiştir. Ama anlayan kim?... Bu konu ile ilgili olarak (6) numaralı dipnotu okumanızı salık veriyorum. Daha ayrıntı bilgi öğrenmek isteyenlere için (7) numaralı dipnotu ekledim; oradan öğrenebilirler…
Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ülkemizi işgal eden düşmanların genç kızlara ve kadınlara tecavüz ettikleri, hatta bazı ‘hafif kadınların’ da düşman subayları ile ‘içli dışlı’ oldukları rivayetlerini çok dinledik. O tarihlerde bazı kadınların doğurmak zorunda kaldığı babasız çocukları da “çocuktur, bir günahı yoktur” diyerek bu necip millet besleyip büyütmüştür. Genetik yapıları farklı olan o dönemin bazı çocukları ise, hiçbir zaman diğerlerinden ayrılmadı!.. ‘O’ çocukların büyüyünce asıllarına rücu ettikleri ve düşmanın uydurduğu bu yalanları yaydıklarına da kimse inanmıyor artık!.. 70 yıldır ulusal değerlerimizi ve kahramanlarımızı gözden düşürmek için akıl almaz yöntemlere başvuranların ‘onlar’ olduğunu söyleyenler her zaman çıkabilir. Buna bu fikre hiçbir zaman inanmadım. Zira bu tür olayları ‘genetik bilimi’ ile değil, tarih bilgisinin yoksunluğu ile açıklamak daha isabetlidir…
Hepsi bir yana, insanı asıl düşündüren merkez sağın, bu palavralarla bulandırmış sularda oy avcılığı yapma alışkanlığını halen terk etmemiş olmasıdır. Bu nedenle sağdaki partilerin oy devşirmek adına, tarihi gerçeklerin değiştirilerek anlatılmaları ve bu durumu bir fırsat gibi değerlendirmeleri, onları bu yalanları uyduranlar kadar olmasa da sorumluluk altına sokmaktadır!.. Çünkü hiçbir sebep halkı aptal yerine koymayı mazur gösteremez!.. Halkı cahil bırakarak iktidarı sürdürmenin ve bu durumdan yararlanarak yeniden iktidarı ele geçirmek, sanmam ki, dünyanın başka bir yerinde olabilsin!..
***
Tarihi gerçekleri saptırarak, ulusal kahramanları gözden düşürmenin ‘psikolojik savaş’ta çok önemli ve etkili bir araç olduğunu unutmamak gerekir. Yabancı basının son günlerde Türkiye’de bir ‘iç savaş’ olduğundan söz etmesini görmezden gelemeyiz.
Wall Street Journal gazetesinde Marc Champion imzalı ve “Türkiye’nin Kansız İç Savaşında Entrika” başlıklı bir makalede özetle; ‘Türkiye’yi kansız bir iç savaş bölüyor’ deniyor. Vaktiyle Erdoğan’ın hocası Erbakan’ın “geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak” şeklindeki söylemi (8) ile bu makale bire bir örtüşmektedir!..
Sizce de ilginç değil mi?..
Bu bağlamda ulusal değerlerin aşındırılıp gözden düşürülmesi için yürütülen sistematik kampanyayı ‘kansız iç savaşın’ bir parçası olarak görmek gerekiyor. Türk halkının her türlü düşmanca harekete karşı, topyekun direnişini sağlayacak olan değerler yakin tarihimiz içindedir. Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarını yapan ruh; o yüksek şuur düşmanlarımızı en çok korkutan silahlarımızdır. Ne tüfek, ne top ne de nükleer bir silah onlar kadar etkili olamaz. Bu olgu çıplak gözle görülmüş, deneyimlerle sabit olmuş tarihi bir gerçekliktir.(9) İşte bu değerleri yıkmadan Anadolu’yu geçmenin imkansızlığını düşmanlarımız tarafından da görülmüştür; savaşın ‘kansız’ yürütülmesi onlar için en az maliyetli ve sonuç almaya en elverişli yol olarak belirlenmiştir!..
Kurtuluş Savaşımızın önderlerine dolaylı yollardan dahi olsa yapılan sistematik saldırıları da bu kapsamda değerlendirmek gerekir!..
Düşmanla aynı ağzı kullananlar ya cahilliğin zirvesindedir; ya da düşmanla işbirliği içinde ve aynı saflardadır!.. İki kere iki dört eder kesinliğinde bir başka gerçeklik de budur!..

DİPNOTLAR:
(1) Atatürk’ün ölümü üzerine kim ne dedi?
a)Bu konuyu merak edenler http://www.cemilcan.av.tr/guncel(CHP).htm bağlantısını ‘tıklatarak’ açılan sayfanın birinci sütununda alttan ikinci sırada yer alan (onun_icin_ne_dediler.(pps)) adlı sunumu ‘SALT OKUNUR’ bir olarak açıp okuyabilirler…
b)Ayrıca, Atatürk’ün ölümü üzerine dünya basınında onun için söylenenlerin bir kısmını ‘word’ dosyası olarak hazırladım. İsteyenler http://www.cemilcan.av.tr/guncel(CHP).htm bağlantısını ‘tıklatarak’ birinci sütunun en altında yer alan (onun_icin_ne_dediler(word)) adlı dosyayı indirip okuyabilirler…
İç savaş ve bölünme tehlikesine karşı bu konuyu çok fazla önemsiyorum. Bu bilgileri bilgisayarınıza indirerek çocuklarınızla da paylaşın istiyorum. Bu bilgilere sahip olanlardan; kolay kolay vatan haini çıkmayacağı gibi,işbirlikçi olup düşmanın elinde de araç olarak kullanılamazlar; bundan emin olabilirsiniz!..
(2) http://www.addisparta.org/lozan%E2%80%99dan-cumhuriyet-yuruyusune.html
(3)http://www.as-add.de/Dosya/tarih/cumhuriyet/784-2.D%C3%BCnyaSavasiIn%C3%B6n%C3%BC3.html
(4) Clarence Birdseye (ABD) dondurulmuş gıda maddelerinin üretimini başlattı ve Birdseye-Seafood Co. Şirketini kurdu. 1932’de petrolle çalışan ilk soğurmalı ev soğutucularının üretimi başladı(ABD). 1933yılında Willis Carrier, kompresörü için freon II’yi (R 11) soğutucu akışkan olarak kullanmaya başladı. (Thema Larousse, syf.418)
(5) Fransız Ferdinand Carré 1959’da biraz daha karmaşık bir sistem geliştirdi. Carré’nin aygıtında buhar sıkıştırmalı makinelerde soğutucu gaz olarak kullanılan havanın yerine hızla genleşenamonyak kullanılıyordu. Carré’nin soğutucuları kısa sürede tutuldu ve bu teknik ufak değişikliklerlegünümüze kadar geldi.
1960’larda ise soğutucularda ‘Peltier etkisinden’ yararlanılmaya başlandı.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Buzdolab%C4%B1#So.C4.9Futucu_sistemlerin_tarihi_ve_temel_so.C4.9Futma_ilkesi
(6) Benzer suçlamalar İnönü’nün sağlığında da yapılmış ve onlara şu cevabı vermiştir:
“Atatürk gibi eşsiz bir kahramanı istihlaf etmiştim.(halef olmuştum) Benim için en büyük tehlike onun gölgesi altında erimek ve ezilmek idi. Devlet icraatının bütün sorumluluğu bana ait olmalıydı. Bunun için de gücüm, kudretim neyse benim damamı taşıyan bir dönemin başladığının belli olması gerekiyordu. Paralara resim nakşedilmesi tarihten gelen bir devlet kudreti ve hakimiyeti geleneği idi. Parada pulda yapılanların başka türlü manalandırılması bir istismardır. Ve vebali yapanlara aittir. Bizim ona vefa ve sadakatimiz tarihin imtihanından geçmiştir.” (İsmet İnönü)
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=104063
(7) “Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikal eden evrak-ı nakdiyeler, Cumhuriyetin ilk yıllarında para bastırılamadığından, 1927 yılı sonuna kadar tedavülde kalmıştır.

Bir devletin egemenlik ve bağımsızlık sembolü olması nedeniyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 30 Aralık 1925 tarih ve 701 Sayılı “Mevcut Evrak-ı Nakdiyenin Yenileriyle İstibdaline Dair Kanun” kabul edilerek ilk Türk banknotlarının bastırılmasına karar verilmiştir. Bu kanun ile, mevcut evrak-ı nakdiyenin aynı nitelik ve miktarda kağıt para ile değiştirilmesi esas alınıp, paranın şekli ve basılıp değiştirilmesi gibi konuları düzenlemek üzere, Maliye Vekaleti’nden bir temsilcinin başkanlığında Ziraat, Osmanlı, İtibar-ı Milli, İş, Akhisar, Tütüncüler ve Akşehir bankaları ile Türkiye’de faaliyet gösteren diğer başlıca bankaların birer temsilcisinden oluşan bir komisyonun görevlendirilmesi hükme bağlanmıştır.”

Aralık 1925'te 701 sayılı yasa çıkarıldığını, buna dayanarak da Mart 1926'da 3322 sayılı kararname yayınlandığını, bu şekilde Türkiye Cumhuriyeti'nin banknot özelliklerini ortaya konmuştur. 3322 Sayılı Kararnameyle '50, 100, 500 ve 1.000 liralık banknotların ön yüzlerinde reis-i cumhur hazretlerinin resmininbulunması' kararı alınmıştır." Atatürk vefat edince de 1925'te çıkan kanuna dayanarak banknotlara İnönü'nün resminin basıldığı açıktır. Dolayısıyla İsmet Paşa, cumhurbaşkanı olduktan sonra Atatürk'ün resmini paradan kaldırmış değildir. Olayın böyle olduğunu paranın tarihçesine göz attığımızda da görmek mümkündür. Şöyle ki:

“1) Birinci Emisyon (E1) Grubu Banknotlar

Dönemin Maliye Bakanı Abdülhalik Renda başkanlığındaki komisyon 9 aylık bir çalışma sonunda 1, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 liralık kupürlerden oluşan Birinci Emisyon Grubu banknotların basılması kararını almış ve basım işi, bir İngiliz firması olan Thomas De La Rue’ya verilmiştir. Bu banknotlar, filigranlı kağıtlara kabartma olarak basılmıştır.

Bu emisyon grubundaki banknotlar 1 Kasım 1928 Harf Devrimi’nden önce bastırıldığı için ana metinleri eski yazı Türkçe, kupür değerleri ise Fransızca olarak yazılmıştır.

İlk Türkiye Cumhuriyeti banknotları olan Birinci Emisyon Grubu banknotlar 5 Aralık 1927 tarihinde dolaşıma çıkarılmıştır. Tedavülde bulunan mevcut evrak-ı nakdiyeler ise, 4 Aralık 1927 tarihinden itibaren dolaşımdan çekilerek 4 Eylül 1928 tarihinde değerlerini yitirmişlerdir.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın Kuruluşu

Cumhuriyet Yönetiminin, banknot ihracı imtiyazının, kurulacak bir milli bankaya verilmesi konusundaki kararlılığı çerçevesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce 11 Haziran 1930 tarih ve 1715 sayılı Kanun ile Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın kurulması kabul edilmiştir. Banka, gerekli hazırlıklar tamamlanarak 3 Ekim 1931 tarihinde faaliyete geçirilmiş ve banknot ihracı imtiyazı münhasıran Merkez Bankası’na verilmiştir.

2) İkinci Emisyon (E2) Grubu Banknotlar

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulduktan sonra, harf devriminden önce basılan eski yazılı banknotlar, Latin alfabesi ile basılmış yeni banknotlarla değiştirilmiştir.

Latin alfabesi ile hazırlanmış yeni banknotlar, 50 Kuruş, 1, 21/2, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 Türk Liralık olmak üzere 9 farklı değerde ve 11 tertipten oluşmaktadır. Söz konusu banknotlardan 50 Kuruşluk Almanya’da, diğerleri ise İngiltere’de bastırılmıştır.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından dolaşıma ilk çıkarılan banknot olan 5 Türk Liralık banknotu da içeren İkinci Emisyon Grubu banknotlar, 1937-1944 yılları arasında tedavüle çıkarılmıştır.

İkinci Emisyon Grubu içinde hem Atatürk, hem de İnönü portreli banknotlar yer almaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sırasında tedavüle verilmeyen banknotlar

Bu emisyon grubu içinde İngiltere’de bastırılan ancak, İkinci Dünya Savaşı sırasında banknotları Türkiye getiren geminin Pire Limanında hücuma uğrayıp batması sonucunda denize dökülen İnönü resimli 50 Kuruşluk ve 100 Türk Liralık banknotlar ile yine İngiltere’de bastırılan ancak, Londra’daki bir hava hücumu sırasında basıldığı matbaa zarar gören 50 Türk Liralık banknotlar dolaşıma verilmemiştir.

3) Üçüncü Emisyon (E3) Grubu Banknotlar

Tamamı İnönü portreli olarak bastırılan Üçüncü Emisyon Grubu banknotlar, 1942-1947 yılları arasında dolaşıma çıkarılmış olup, 2,50, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 Türk Liralık kupürlerden oluşan 6 farklı değerde, 7 tertip olarak İngiltere, Almanya ve Amerika’da bastırılmıştır.

4) Dördüncü Emisyon (E4) Grubu Banknotlar

Sekiz emisyon grubu içinde en az farklı değerde banknotu ve tertibi bulunan Dördüncü Emisyon Grubu banknotlar 10 ve 100 Türk Liralık kupürlerden oluşan 2 farklı değerde, 3 tertip olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde bastırılmıştır. 1947 ve 1948 yıllarında dolaşıma çıkarılan bu emisyon grubu banknotların tamamıİnönü portreli olarak bastırılmıştır.

http://www.tcmb.gov.tr/yeni/egm/b001000.html
(8) Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, 13.4.1994 tarihinde Refah Partisi Meclis Grubunda yaptığı konuşmada:
(Şimdi ikinci bir önemli nokta, Refah Partisi iktidara gelecek. Adil Düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak, kansız mı olacak bu kelimeleri kullanmak bile istemiyorum amma, bunların terörizmi karşısında herkes gerçeği açıkça görsün diye bu kelimeler kullanma mecburiyetini duyuyorum. Türkiye'nin şu anda bir şeye karar vermesi lazım. Refah Partisi Adil Düzen getirecek. Bu kesin şart, geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak. Altmış milyon buna karar verecek) diyebilmiştir.
http://www.belgenet.com/dava/rpdava_g01.html
(9) Çanakkale Savaşı’nda 57 Alay’ın yaptığı kahramanlıklar bütün dünyanın diline destan olmuştur.http://tr.wikipedia.org/wiki/57._Alay_(Osmanl%C4%B1)

14 Mayıs 2010 Cuma

BATUM PAZARI

Yurtdışına çıktığınızda, ülke kültürünü tanıma yollarından birisi de halk pazarlarıdır. Halkın tüketim alışkanlıkları ve yiyecek çeşitliliğini bu yoldan öğrenmek olanağını, Gürcistan içindeki Acara Özerk Bölgesi'nin başkenti olan Batum'da yakından görme olanağı buldum.
Birbirine yaklaşık 100 metre mesafede iki ayrı kapıdan duvarlar içindeki iki katlı pazar yerine girmek mümkün. Görünen girişe göre sağdaki kapısı.
İki giriş kapısının arasına çiçek satıcıları yerleşmişler. Gürcistan'da çiçek kültürü çok yaygın. O parasızlık içinde muazzam çiçek alışverişi var.
Çarşı içindeki manavlar. Üstte de ortama uygun resimler...
Bakliyat satıcıları.
İç cevizin oldukça meşhur olduğu söylendi. Pazara giriş öncesi kilo fiatlarının 10-12 Lari (8,5-10 TL) civarında olduğu söylenmişti. Ancak pazarcılar fiatı 19 Lari (16 TL)'den aşağı söylemeyince almadık.
Sakatatçıda islenmiş domuz yavruları.
Sakatatçı'nın tezgahı
Peynir, yoğurt, yumurta satıcıları
Çarşıyı genel gösterecek açıdan peynir satıcıları. Lezzetli olduğu söylenmekle birlikte "Brusella" kuşkusuyla almadık. Fiatları makul düzeylerdeydi.
Pestil, mevyeli tatlı sucuk satıcıları