AV. CEMİL CAN
Türkiye’de sağ partilerin iktidara gelmesi için halkın yararına projeler ürütmeleri gerekmiyor!.. Kendilerinden daha kötü siyasetçilerin varlığını hatırlatarak, halkı kötünün iyisine razı etmek daha kolay görülüyor. Verecekleri örnek çoğunlukla, kendilerinin devamı oldukları bir önceki iktidar olabilir. Halkın ‘balık hafızalı’ olduğundan emindirler!.. ‘Değiştiklerini ve geliştiklerini’ söyleyerek halkı bir kez daha kandıran bu ‘şark kurnazı’ politikacılar, her seferinde gidenleri de aratmışlardır. Onlarca yıl iktidara gelmenin bu kadar basit bir yolunu kullanan sağ iktidarların ortak özelliği ise, ulusa yakın geçmişin tarihini unutturmak olmuştur. Yakın tarihini bilmeyen toplumları ‘çok yakın felaket’ senaryoları ile aldatarak yönetmek hiç de zor değildir. Böylece tarihten silinme sonucunu doğurabilecek kadar büyük felaketleri yaşamış ve üstesinden gelmiş olan bir toplum, çok daha küçük sorunlar karşısında şaşkına çevrilebilmektedir. Bu nedenle de önüne getirilen ve hiçbir özelliği olmayan kişileri yeni “kurtarıcıları” olarak kabul edebilmektedir.
Politikaları ‘duvara dayanmış’ ve çözüm üretemeyen bu sağ iktidarlar, her sıkıştıklarında “tek parti dönemi” ne dolayısıyla İnönü’ye saldırarak günü kurtarmayı denemektedirler. Başbakan’ın ikide bir ortaya çıkıp, ‘babasının nüfus cüzdanı arkasındaki gaz, uz, şeker ve ekmek kayıtlarını’ hatırlatması da bu nedenledir. Büyük olasılıkla Başbakan’ın babasının böyle bir nüfus cüzdanı hiçbir zaman olmamıştır; ama o bu istismara ‘yağlı kuyruk’ gibi yapışmış ve bırakacak gibi değildir! Zira yakın geçmişini bilmeyen halkın nezdinde, bu yalanlar halen geçerli akçedir!.. 20’li yaşlarında yalan politikalarla kandırılmış gençlerin bile, kendi aralarındaki tartışmalarda“Biz, ekmeğin karneye bağlandığı Halk Partisi dönemini iyi biliriz!”diyerek ‘bilgiçlik’ taslamaları da bu nedenledir…
Bu çocukların tek parti dönemine ilişkin “bilgileri” hiç kuşku yok ki, politik önder olarak kabul ettikleri ‘yalancı liderlerinin’ yanlış bilgilendirmelerinden kaynaklanmaktadır. 1950’den bu yana okullarda Cumhuriyet Tarihinin gereği gibi ve zamanında okutulmamış olması ise, sağcı iktidarların bilinçli bir tercihi olmuştur. Yanlış bilgiler ile kafası doldurularak şartlandırılmış olan bir gençlikten işbirlikçi olmaktan başka ne beklenebilir ki?!..
İşin garip yanı sağ iktidarların, bu ülkenin kurtuluşunda ve Cumhuriyetimizin kuruluşunda en önde olan kişilere, yapılan bu haksız saldırıları, CHP’nin etkisiz bırakma çabalarının yetersiz kalmasıdır. İnönü’ye ve tek parti dönemine yapılan bu haksız saldırılar, özünde daha o dönemde Cumhuriyete karşı olan hilafet yanlılarının bugüne kadar gelen uzantılarının, Cumhuriyet’e farklı bir koldan saldırma taktiğidir. Aslında o günden bu yana yapıla gelen bu karalamaların amacı, Atatürk’e ve Atatürkçü düşünceyi kötülemektir. Bu gerçeği anlatmanın halk üzerinde yeterli etkiyi göstermediği artık anlaşılmıştır. Zira sonuçta aynı yalan propagandalar sürdürülmekte ve halen etkili olabilmektedir. Bu nedenle bu çirkin politikaları yürütenlerin amacını anlatma yerine, sürekli tekrarladıkları ve istismar ettikleri olayları o günün koşulları ile birlikte anlatmak daha doğru olacaktır…
Birinci Dünya Savaşına Almanya’nın yanında girerek yenilen ve elinde kalan son toprak parçası Anadolu’yu da Sevr Anlaşması ile düşmanlarına kaptıran Osmanlı’nın, küllerinden yeni bir devlet kuran kahramanların başkomutanı ve fikir babası, bütün dünyanın imrenile baktığı Mustafa Kemal Atatürk’tür… Onunla aynı dönemde yaşayan ve çoğu da düşman konumunda bulunan yabancı devlet adamlarının, ölümü üzerine söyledikleri bu konudaki en çarpıcı kanıttır.(1) Yine hiç kuşku yok ki, ülkenin düşman işgalinden kurtuluşu ile hemen arkasından Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunda Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşı İsmet İnönü’dür. İsmet paşa, Batı Cephesi Komutanlığı’ndaki başarılı askeri kimliği yanında, Lozan’a giden heyetin başkanlığını yapma ve dünyanın en ‘kurt’ diplomatlar arasında önemli diplomatik başarılara imza atması ile tarihteki yerini bileğinin hakkıyla almış bir devlet adamıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra ikinci sıradaki adam tartışmasız şekilde odur… Bu nedenle de Türk halkı kendisine, ‘milli şef’ unvanını vererek onurlandırmıştır…
1938 yılında ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılması ile Cumhurbaşkanlığına, Kurtuluş Savaşımızın ikinci adamı İsmet İnönü seçilmiştir. Bu son derece doğaldır ve yakışanı da budur…Birinci Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşını yaşayan ve ekonomik kaynakları bitme noktasına gelen ülkemizde, insan kaynakları da son derece kısıtlıydı. Buna ilaveten genç Cumhuriyet, Osmanlı’nın borçlarını da ödemeyi üstlenmiş durumdaydı. Çağdaşlaşma ve kalkınma yolunda başlatılmış çalışmalar hızla sürdürülürken; (1 Eylül )1939 yılında İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Daha Birinci Dünya Savaşı başlamadan Osmanlı’nın Avrupa topraklarından (parçalanarak) atılması için (gizli) antlaşmalar yapan -Almanya da dahil olmak üzere-, Avrupa devletlerinin hemen hepsi, Lozan Barış Anlaşması’nı içlerine sindiremediklerinden(2) genç Türkiye Cumhuriyeti’nin savaşa girmesi için ellerinden geleni yapmışlardı… (3) Varını yoğunu ve bütün gücünü ortaya koyarak bir devlet kuran deneyimli kadronun başında İsmet İnönü kalmıştı. Bu savaşa girmenin Türkiye için bir felaketle sonuçlanabilme olasılığını öngören İnönü, ülkeyi yeni bir savaşa sokmamak için, akla gelebilecek en ince diplomasiyi yürüttü. Savaşa girmemek şeklindeki bu doğru kararına rağmen, savaş kaçınılmaz olup bizi de içine alabilirdi. Bu olasılığa karşı da gerekli önlemleri almak öngörüşlü bir devlet adamın yapması gerekenlerin başında gelmekteydi. Nitekim İsmet Paşa da bu olasılığa karşı ne kadar süreceği belli olmayan olası bir savaş için, başta gıda maddeleri olmak üzere, ordu için ne gerekli ise, onların yığınağını yapmaya başladı…
Gelelim konunun en can alıcı yönüne. 1940’lı yıllarda ‘soğutma teknolojisinin’ henüz geliştirilip kullanılmaya başlamadığını bu konu gündeme geldiğinde akıldan uzak tutmamak gerekir. Zira bugün yapılan istismarın, önünü kesecek olan bu gerçeğin bilinmesidir. (4) Bu nedenle de 5 numaralı dipnotu özellikle okumanızı öneriyorum.1960’tan sonra kullanılmaya başlayan soğutucuların, soğuk hava depolarında kullanılmasının ise çok daha sonra olduğu gerçeği tartışmaya dahil edilmezse, ‘ekmek karnesi’ istismarı daha çok devam eder. Olası bir savaşa ihtimaline karşı soğutması olmayan ambarlarda veya toprak altında stoklanan gıda maddeleri doğal olarak, kısa süre içinde bozulduğu için imha edilmek zorunda kalınıyordu. Halkın dişinden tırnağından artırarak ordusuna verdiği bu gıda maddeleri, yeni ürünler geldiğinde bozulmuş olduğundan imha edilmesini o günlerde ‘demokratlar’ sorgulanmıyordu! Savaş yılları boyunca her yıl, bu gıda imha etme işlemi de tekrar edilmek zorundaydı. Doğal olarak bu dönem içinde halka bazı ihtiyaç maddeleri karne ile verilmişti. Bu son derece sıradan ve olması gereken bir önlemdi. Zaten yoksul olan halk, savaş bitene kadar bayağı bir sıkıntı çekmek durumunda kalmıştı. Neyse ki, Milli Şef İnönü, savaşa girmeme başarısını göstererek, çocukları babasız bırakmaktan kurtarmıştı!.. O dönem bizim çocuklar şeker bile bulup yiyememişlerdir, bu bir yalın gerçektir!?..
Ülkemiz savaşa girseydi, yine aynı tedbirler alınacağından karne uygulamasına da kaçınılmaz olarak devam edecekti. Bu arada savaş nedeniyle pek çok insan da ölecekti. O zaman çocuklar ne şeker yiyebilecek, ne de babalarını tanıyabilecekti!… Bu duruma ise, kimse ses çıkartamazdı. Zira daha önce bu halk, Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşını yaşamıştı; ve bunlardan daha fazlasına katlanmıştı. O zaman da sesini çıkartan kimse yoktu, olması mümkün de değildi…Egemen bir ülkede özgür olarak yaşamak her şeyden daha önemliydi!..
Şimdi söyleyin bakalım halk için hangi sonuç daha iyi ve katlanılabilirdir? Bu sorunun cevabını vermekte aciz kalanlar, nasıl insanlardır anlamak mümkün değil!?.. Hiç kuşku yok ki, bu soruların yanıtları çok seçenekli de değildir. Evin yolunu bulabilecek kadar aklı olan her kişi, İsmet Paşa’nın bazı tüketim mallarını karneye bağlamasını, halka işkence yapmak gibi ‘faşist’ bir düşünceye bağlayamaz. Hatta birazcık tarih bilenler, bu karne meselesinden, onun ne kadar basiretli ve büyük bir devlet adamı olduğu sonucunu kolaylıkla çıkarabilirler…
Ne var ki, ‘Türkiye’ye demokrasiyi ve çok partili rejimi getiren’ lider olarak dünya politika tarihine geçen İnönü, bu niteliklerinden ötürü kendi ülkesinde ikinci kuşak “torunları” tarafından yerden yere vurulabilmektedir. Ne acıdır ki, dünyada seçimsiz iktidara gelip de seçimle giden tek lideri, bin bir zorluklarla kurduğu kendi ülkesinin başbakanı faşist Hitler’e benzetebilmektedir!..
İktidarda kalmak için her türlü yalanı yüzü kızarmadan söyleyen politikacı tipi, bize yabancı değildir. Demokrat Parti’nin 1940’li yıllarda yönetime gelmeden önce, CHP ve İnönü’ye karşı yürüttüğü aynı haksız ve insafsız propagandanın temellinde de ‘karne edebiyatı’ yatmaktaydı. Aradan 70 yıl geçmesine rağmen ne yazık ki, Türkiye sağının –sahibini taklit eden papağan gibi-“Biz CHP iktidarını da biliriz!” şeklindeki söylemi hiç değişmemiştir… Bu sözleri, söyleyen ve buna inanlar adeta eğitimsiz ve kör kütük cahil olduklarını kanıtlıyorlar gibidir. Bu söylem, günümüzün iletişim ve bilgi teknolojileri çağında cehaletin diplomasını göstermekle eş anlamlıdır. Türk halkını önce cahil bırakmak, sonra da böyle ‘deli saçmalarına’ inandırarak, istismar etmek, arkasından bu yalanı onlara tekrar ettirmek affedilemez bir aymazlıktır. Seçmenin oyunu avlayabilmek için, kendi halkına böyle bir aşağılamayı reva görmek ise, sanırım bir tek Türkiye’de olabilecek bir rezilliktir…
Dilerseniz sözü fazla uzatmadan,
İnönü’nün ‘karnesini’ bir tarafa bırakıp, paralardan ‘Atatürk’ün resminin çıkartması’ meselesi için de bir şeyler söyleyelim:
İsmet Paşa’nın başka hiçbir yönünü eleştiremeyenlerin uydurduğu ve gerçeklerle uzaktan yakından ilişkili olmayan bir başka palavra da, paralar ile pulların üzerinden Atatürk’ün resmini kaldırmasıdır. Atatürk’e ve Atatürkçü Düşünceye olan sadakati tarihin sınavından geçmiş olan İsmet İnönü, sağlığında bu haksız saldırıya da en etkili cevabı vermiştir. Ama anlayan kim?... Bu konu ile ilgili olarak (6) numaralı dipnotu okumanızı salık veriyorum. Daha ayrıntı bilgi öğrenmek isteyenlere için (7) numaralı dipnotu ekledim; oradan öğrenebilirler…
Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ülkemizi işgal eden düşmanların genç kızlara ve kadınlara tecavüz ettikleri, hatta bazı ‘hafif kadınların’ da düşman subayları ile ‘içli dışlı’ oldukları rivayetlerini çok dinledik. O tarihlerde bazı kadınların doğurmak zorunda kaldığı babasız çocukları da “çocuktur, bir günahı yoktur” diyerek bu necip millet besleyip büyütmüştür. Genetik yapıları farklı olan o dönemin bazı çocukları ise, hiçbir zaman diğerlerinden ayrılmadı!.. ‘O’ çocukların büyüyünce asıllarına rücu ettikleri ve düşmanın uydurduğu bu yalanları yaydıklarına da kimse inanmıyor artık!.. 70 yıldır ulusal değerlerimizi ve kahramanlarımızı gözden düşürmek için akıl almaz yöntemlere başvuranların ‘onlar’ olduğunu söyleyenler her zaman çıkabilir. Buna bu fikre hiçbir zaman inanmadım. Zira bu tür olayları ‘genetik bilimi’ ile değil, tarih bilgisinin yoksunluğu ile açıklamak daha isabetlidir…
Hepsi bir yana, insanı asıl düşündüren merkez sağın, bu palavralarla bulandırmış sularda oy avcılığı yapma alışkanlığını halen terk etmemiş olmasıdır. Bu nedenle sağdaki partilerin oy devşirmek adına, tarihi gerçeklerin değiştirilerek anlatılmaları ve bu durumu bir fırsat gibi değerlendirmeleri, onları bu yalanları uyduranlar kadar olmasa da sorumluluk altına sokmaktadır!.. Çünkü hiçbir sebep halkı aptal yerine koymayı mazur gösteremez!.. Halkı cahil bırakarak iktidarı sürdürmenin ve bu durumdan yararlanarak yeniden iktidarı ele geçirmek, sanmam ki, dünyanın başka bir yerinde olabilsin!..
***
Tarihi gerçekleri saptırarak, ulusal kahramanları gözden düşürmenin ‘psikolojik savaş’ta çok önemli ve etkili bir araç olduğunu unutmamak gerekir. Yabancı basının son günlerde Türkiye’de bir ‘iç savaş’ olduğundan söz etmesini görmezden gelemeyiz.
Wall Street Journal gazetesinde Marc Champion imzalı ve “Türkiye’nin Kansız İç Savaşında Entrika” başlıklı bir makalede özetle; ‘Türkiye’yi kansız bir iç savaş bölüyor’ deniyor. Vaktiyle Erdoğan’ın hocası Erbakan’ın “geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak” şeklindeki söylemi (8) ile bu makale bire bir örtüşmektedir!..
Sizce de ilginç değil mi?..
Bu bağlamda ulusal değerlerin aşındırılıp gözden düşürülmesi için yürütülen sistematik kampanyayı ‘kansız iç savaşın’ bir parçası olarak görmek gerekiyor. Türk halkının her türlü düşmanca harekete karşı, topyekun direnişini sağlayacak olan değerler yakin tarihimiz içindedir. Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarını yapan ruh; o yüksek şuur düşmanlarımızı en çok korkutan silahlarımızdır. Ne tüfek, ne top ne de nükleer bir silah onlar kadar etkili olamaz. Bu olgu çıplak gözle görülmüş, deneyimlerle sabit olmuş tarihi bir gerçekliktir.(9) İşte bu değerleri yıkmadan Anadolu’yu geçmenin imkansızlığını düşmanlarımız tarafından da görülmüştür; savaşın ‘kansız’ yürütülmesi onlar için en az maliyetli ve sonuç almaya en elverişli yol olarak belirlenmiştir!..
Kurtuluş Savaşımızın önderlerine dolaylı yollardan dahi olsa yapılan sistematik saldırıları da bu kapsamda değerlendirmek gerekir!..
Düşmanla aynı ağzı kullananlar ya cahilliğin zirvesindedir; ya da düşmanla işbirliği içinde ve aynı saflardadır!.. İki kere iki dört eder kesinliğinde bir başka gerçeklik de budur!..
DİPNOTLAR:
(1) Atatürk’ün ölümü üzerine kim ne dedi?
a)Bu konuyu merak edenler
http://www.cemilcan.av.tr/guncel(CHP).htm bağlantısını ‘tıklatarak’ açılan sayfanın birinci sütununda alttan ikinci sırada yer alan (onun_icin_ne_dediler.(pps)) adlı sunumu ‘SALT OKUNUR’ bir olarak açıp okuyabilirler…
b)Ayrıca, Atatürk’ün ölümü üzerine dünya basınında onun için söylenenlerin bir kısmını ‘word’ dosyası olarak hazırladım. İsteyenler
http://www.cemilcan.av.tr/guncel(CHP).htm bağlantısını ‘tıklatarak’ birinci sütunun en altında yer alan (onun_icin_ne_dediler(word)) adlı dosyayı indirip okuyabilirler…
İç savaş ve bölünme tehlikesine karşı bu konuyu çok fazla önemsiyorum. Bu bilgileri bilgisayarınıza indirerek çocuklarınızla da paylaşın istiyorum. Bu bilgilere sahip olanlardan; kolay kolay vatan haini çıkmayacağı gibi,işbirlikçi olup düşmanın elinde de araç olarak kullanılamazlar; bundan emin olabilirsiniz!..
(2)
http://www.addisparta.org/lozan%E2%80%99dan-cumhuriyet-yuruyusune.html(3)
http://www.as-add.de/Dosya/tarih/cumhuriyet/784-2.D%C3%BCnyaSavasiIn%C3%B6n%C3%BC3.html(4) Clarence Birdseye (ABD) dondurulmuş gıda maddelerinin üretimini başlattı ve Birdseye-Seafood Co. Şirketini kurdu. 1932’de petrolle çalışan ilk soğurmalı ev soğutucularının üretimi başladı(ABD). 1933yılında Willis Carrier, kompresörü için freon II’yi (R 11) soğutucu akışkan olarak kullanmaya başladı. (Thema Larousse, syf.418)
(5)
Fransız Ferdinand Carré 1959’da biraz daha karmaşık bir sistem geliştirdi. Carré’nin aygıtında buhar sıkıştırmalı makinelerde soğutucu gaz olarak kullanılan havanın yerine hızla genleşen
amonyak kullanılıyordu. Carré’nin soğutucuları kısa sürede tutuldu ve bu teknik ufak değişikliklerlegünümüze kadar geldi.
1960’larda ise soğutucularda ‘
Peltier etkisinden’ yararlanılmaya başlandı.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Buzdolab%C4%B1#So.C4.9Futucu_sistemlerin_tarihi_ve_temel_so.C4.9Futma_ilkesi(6) Benzer suçlamalar İnönü’nün sağlığında da yapılmış ve onlara şu cevabı vermiştir:
“Atatürk gibi eşsiz bir kahramanı istihlaf etmiştim.(halef olmuştum) Benim için en büyük tehlike onun gölgesi altında erimek ve ezilmek idi. Devlet icraatının bütün sorumluluğu bana ait olmalıydı. Bunun için de gücüm, kudretim neyse benim damamı taşıyan bir dönemin başladığının belli olması gerekiyordu. Paralara resim nakşedilmesi tarihten gelen bir devlet kudreti ve hakimiyeti geleneği idi. Parada pulda yapılanların başka türlü manalandırılması bir istismardır. Ve vebali yapanlara aittir. Bizim ona vefa ve sadakatimiz tarihin imtihanından geçmiştir.” (İsmet İnönü)
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=104063(7) “Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikal eden evrak-ı nakdiyeler, Cumhuriyetin ilk yıllarında para bastırılamadığından, 1927 yılı sonuna kadar tedavülde kalmıştır.
Bir devletin egemenlik ve bağımsızlık sembolü olması nedeniyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 30 Aralık 1925 tarih ve 701 Sayılı “Mevcut Evrak-ı Nakdiyenin Yenileriyle İstibdaline Dair Kanun” kabul edilerek ilk Türk banknotlarının bastırılmasına karar verilmiştir. Bu kanun ile, mevcut evrak-ı nakdiyenin aynı nitelik ve miktarda kağıt para ile değiştirilmesi esas alınıp, paranın şekli ve basılıp değiştirilmesi gibi konuları düzenlemek üzere, Maliye Vekaleti’nden bir temsilcinin başkanlığında Ziraat, Osmanlı, İtibar-ı Milli, İş, Akhisar, Tütüncüler ve Akşehir bankaları ile Türkiye’de faaliyet gösteren diğer başlıca bankaların birer temsilcisinden oluşan bir komisyonun görevlendirilmesi hükme bağlanmıştır.”
Aralık 1925'te 701 sayılı yasa çıkarıldığını, buna dayanarak da Mart 1926'da 3322 sayılı kararname yayınlandığını, bu şekilde Türkiye Cumhuriyeti'nin banknot özelliklerini ortaya konmuştur. 3322 Sayılı Kararnameyle '50, 100, 500 ve 1.000 liralık banknotların ön yüzlerinde reis-i cumhur hazretlerinin resmininbulunması' kararı alınmıştır." Atatürk vefat edince de 1925'te çıkan kanuna dayanarak banknotlara İnönü'nün resminin basıldığı açıktır. Dolayısıyla İsmet Paşa, cumhurbaşkanı olduktan sonra Atatürk'ün resmini paradan kaldırmış değildir. Olayın böyle olduğunu paranın tarihçesine göz attığımızda da görmek mümkündür. Şöyle ki:
“1) Birinci Emisyon (E1) Grubu Banknotlar
Dönemin Maliye Bakanı Abdülhalik Renda başkanlığındaki komisyon 9 aylık bir çalışma sonunda 1, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 liralık kupürlerden oluşan Birinci Emisyon Grubu banknotların basılması kararını almış ve basım işi, bir İngiliz firması olan Thomas De La Rue’ya verilmiştir. Bu banknotlar, filigranlı kağıtlara kabartma olarak basılmıştır.
Bu emisyon grubundaki banknotlar 1 Kasım 1928 Harf Devrimi’nden önce bastırıldığı için ana metinleri eski yazı Türkçe, kupür değerleri ise Fransızca olarak yazılmıştır.
İlk Türkiye Cumhuriyeti banknotları olan Birinci Emisyon Grubu banknotlar 5 Aralık 1927 tarihinde dolaşıma çıkarılmıştır. Tedavülde bulunan mevcut evrak-ı nakdiyeler ise, 4 Aralık 1927 tarihinden itibaren dolaşımdan çekilerek 4 Eylül 1928 tarihinde değerlerini yitirmişlerdir.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın Kuruluşu
Cumhuriyet Yönetiminin, banknot ihracı imtiyazının, kurulacak bir milli bankaya verilmesi konusundaki kararlılığı çerçevesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce 11 Haziran 1930 tarih ve 1715 sayılı Kanun ile Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın kurulması kabul edilmiştir. Banka, gerekli hazırlıklar tamamlanarak 3 Ekim 1931 tarihinde faaliyete geçirilmiş ve banknot ihracı imtiyazı münhasıran Merkez Bankası’na verilmiştir.
2) İkinci Emisyon (E2) Grubu Banknotlar
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulduktan sonra, harf devriminden önce basılan eski yazılı banknotlar, Latin alfabesi ile basılmış yeni banknotlarla değiştirilmiştir.
Latin alfabesi ile hazırlanmış yeni banknotlar, 50 Kuruş, 1, 21/2, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 Türk Liralık olmak üzere 9 farklı değerde ve 11 tertipten oluşmaktadır. Söz konusu banknotlardan 50 Kuruşluk Almanya’da, diğerleri ise İngiltere’de bastırılmıştır.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından dolaşıma ilk çıkarılan banknot olan 5 Türk Liralık banknotu da içeren İkinci Emisyon Grubu banknotlar, 1937-1944 yılları arasında tedavüle çıkarılmıştır.
İkinci Emisyon Grubu içinde hem Atatürk, hem de İnönü portreli banknotlar yer almaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında tedavüle verilmeyen banknotlar
Bu emisyon grubu içinde İngiltere’de bastırılan ancak, İkinci Dünya Savaşı sırasında banknotları Türkiye getiren geminin Pire Limanında hücuma uğrayıp batması sonucunda denize dökülen İnönü resimli 50 Kuruşluk ve 100 Türk Liralık banknotlar ile yine İngiltere’de bastırılan ancak, Londra’daki bir hava hücumu sırasında basıldığı matbaa zarar gören 50 Türk Liralık banknotlar dolaşıma verilmemiştir.
3) Üçüncü Emisyon (E3) Grubu Banknotlar
Tamamı İnönü portreli olarak bastırılan Üçüncü Emisyon Grubu banknotlar, 1942-1947 yılları arasında dolaşıma çıkarılmış olup, 2,50, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 Türk Liralık kupürlerden oluşan 6 farklı değerde, 7 tertip olarak İngiltere, Almanya ve Amerika’da bastırılmıştır.
4) Dördüncü Emisyon (E4) Grubu Banknotlar
Sekiz emisyon grubu içinde en az farklı değerde banknotu ve tertibi bulunan Dördüncü Emisyon Grubu banknotlar 10 ve 100 Türk Liralık kupürlerden oluşan 2 farklı değerde, 3 tertip olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde bastırılmıştır. 1947 ve 1948 yıllarında dolaşıma çıkarılan bu emisyon grubu banknotların tamamıİnönü portreli olarak bastırılmıştır.
http://www.tcmb.gov.tr/yeni/egm/b001000.html(8) Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, 13.4.1994 tarihinde Refah Partisi Meclis Grubunda yaptığı konuşmada:
(Şimdi ikinci bir önemli nokta, Refah Partisi iktidara gelecek. Adil Düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak, kansız mı olacak bu kelimeleri kullanmak bile istemiyorum amma, bunların terörizmi karşısında herkes gerçeği açıkça görsün diye bu kelimeler kullanma mecburiyetini duyuyorum. Türkiye'nin şu anda bir şeye karar vermesi lazım. Refah Partisi Adil Düzen getirecek. Bu kesin şart, geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak. Altmış milyon buna karar verecek) diyebilmiştir.
http://www.belgenet.com/dava/rpdava_g01.html(9) Çanakkale Savaşı’nda 57 Alay’ın yaptığı kahramanlıklar bütün dünyanın diline destan olmuştur.
http://tr.wikipedia.org/wiki/57._Alay_(Osmanl%C4%B1)