Osmanlı’da adam asmak, boğmak ve kelle
kesmek, bir ceza şekliydi ve bunun için de sarayda her zaman cellatlar
bulundurulurdu. Bir gurup cellat, padişah ve diğer yüksek rütbeliler için
her an hazır durumda beklerlerdi. Genellikle Hırvat dönmeleri veya
çingenelerden seçilen cellâtlar, 15. yy dan itibâren kullanılmaya başlanmıştı.
16. yy da padişahın özel koruması olan dilsizler, aynı zamanda cellât
vazîfesini de görürlerdi. Dilsizler, pâdişâhın en küçük bir işâretinin dahi ne
anlama geldiğini çok iyi bilirlerdi. Sağır ve dilsizlere bu vazîfenin tevdî
edilmesi, mahkûmun son çığlıklarını duyup etkilenmemesi ya da kurbanın
yalvarmasıyla merhamete gelmemesi içindi.
Üç gün boyunca âkıbetini bekleyen mahkûmun, affedilmesi için dua etmekten başka elinden bir şey gelmezdi. Üçüncü gün sonunda zindanın demir kapısı açılır ve elinde tepsiyle, insan azmanı bostancıbaşı görünürdü. Tepsideki bir kadeh şerbeti mahkûma sunmak için gelen bostancı, saygıda kusur etmezdi. Sessizce içeri girer, saygıyla şerbeti sunardı. Genellikle pek konuşma olmazdı aralarında. Buna gerek de yoktu zâten. Zîrâ mahkûm, bostancıbaşının getirdiği kadehin renginden âkıbetini anlardı. Eğer şerbet, beyaz kadehle gelmişse affedildiğine, kırmızı kadehle gelmişse îdam edileceğine işâretti. Kadeh beyazsa mahkûmun yüzüne kan gelir, rahat bir nefes alarak şerbetini içer ve yine bostancıların nezâretinde kendisi için sâhilde, yalı köşkünün önündeki bostancı kayıkhânesinde hazırlanmış çektiriye binerek, sürgün edildiği mekâna doğru yol alırdı. Zîrâ îdamdan affedilmenin karşılığı sürgündü. Ve beyaz kadehin mânâsı da bu idi. Kızıl kadehe gelince? Ölüm demek olan kızıl renkli kadehi görür görmez mahkûmun yüzündeki kan çekilir, beti benzi atar, suratı bembeyaz kesilirdi korkudan. Zîrâ az sonra içeceği buz gibi şerbet onun ecel şerbeti olacaktı.
Keramet
Kavukta
Cellatlar, Müslüman olan kişilerin infazdan sonra başlarını, cesedi sırt üstü yatırarak koltuğunun altına koyardı. Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri, kelle koltukta geziyoruz ifâdesini sıklıkla kullanırlardı.
Öldürülen kişinin cesedi ve üzerindeki kıymetli eşya, para ve giyecekleri cellatın malı sayılırdı. Cellat cesedi isterse atar, isterse ölünün sahiplerine mevki, rutbe ve konumuna göre parayla satardı
Bostancıbaşı, cellâtların
başıydı. Balıkhâne Kasrı ise, îdamlık siyâsî mahkûmların îdam edilmeden önce üç
gün bekletildikleri zindan. Bu mekân, Gülhâne Parkı’nın sâhile yakın kısmında
bulunan kızıl renkli, büyükçe bir kasırdı. Îdamlık mahkûmlar, önce bu kasra
gönderilirler, haklarında verilen karar Dîvân-ı Hümâyun’da tekrar görüşülüp
suçu sâbit olduğu ve ölümü hak ettiği anlaşılırsa, mahkûm üçüncü gün îdam
edilirdi. Böylelikle Osmanlı sultanları, anlık bir öfke ve yanlış bir kararla
bir mâsumun kanına girmemiş oluyorlardı.
Üç gün boyunca âkıbetini bekleyen mahkûmun, affedilmesi için dua etmekten başka elinden bir şey gelmezdi. Üçüncü gün sonunda zindanın demir kapısı açılır ve elinde tepsiyle, insan azmanı bostancıbaşı görünürdü. Tepsideki bir kadeh şerbeti mahkûma sunmak için gelen bostancı, saygıda kusur etmezdi. Sessizce içeri girer, saygıyla şerbeti sunardı. Genellikle pek konuşma olmazdı aralarında. Buna gerek de yoktu zâten. Zîrâ mahkûm, bostancıbaşının getirdiği kadehin renginden âkıbetini anlardı. Eğer şerbet, beyaz kadehle gelmişse affedildiğine, kırmızı kadehle gelmişse îdam edileceğine işâretti. Kadeh beyazsa mahkûmun yüzüne kan gelir, rahat bir nefes alarak şerbetini içer ve yine bostancıların nezâretinde kendisi için sâhilde, yalı köşkünün önündeki bostancı kayıkhânesinde hazırlanmış çektiriye binerek, sürgün edildiği mekâna doğru yol alırdı. Zîrâ îdamdan affedilmenin karşılığı sürgündü. Ve beyaz kadehin mânâsı da bu idi. Kızıl kadehe gelince? Ölüm demek olan kızıl renkli kadehi görür görmez mahkûmun yüzündeki kan çekilir, beti benzi atar, suratı bembeyaz kesilirdi korkudan. Zîrâ az sonra içeceği buz gibi şerbet onun ecel şerbeti olacaktı.
Sultan II. Mahmut’un sadrazamı Mehmet Emin Rauf Paşa da
Balıkhâne Kasrı’na kapatılanlardan. Hâlet Efendi’nin hışmına uğrayıp 1818 de 3
gün bu kasrın karanlık odasında ecel teri döktükten sonra, endişeyle âkıbetini
beklerken, zindanın demir kapısı açılmış, Bostancıbaşı elinde tepsi, içeri
girmişti. Rauf Paşa korkuyla tepsideki kadehin rengine baktı evvelâ. Paşa’nın,
karşısında bostancıbaşıyı gördüğü an geçirdiği şok ve müthiş ölüm korkusu
sebebiyle erkekliğini dahi kaybettiği meşhurdur. Sultan Mahmut, affettiği
yakışıklı sadrazamına iltifatta bulunmuştu:
“Kallâvî kavuğun böylesine yakıştığı bu başa nasıl kıyılır?” demişti.
Rauf Paşa zâten affedilecekti. Lâkin padişah bunu lâtif bir sebebe bağlayarak iltifatta bulunmuştu. Böylece Rauf Paşa, başına kallâvî kavuk ( sadrazam kavuğu ) çok yakıştığı için îdamdan kurtulan sadrazam olarak târihe geçti.
“Kallâvî kavuğun böylesine yakıştığı bu başa nasıl kıyılır?” demişti.
Rauf Paşa zâten affedilecekti. Lâkin padişah bunu lâtif bir sebebe bağlayarak iltifatta bulunmuştu. Böylece Rauf Paşa, başına kallâvî kavuk ( sadrazam kavuğu ) çok yakıştığı için îdamdan kurtulan sadrazam olarak târihe geçti.
Cellat
Çeşmesi
Sarayda verilen ölüm
cezaları, Topkapı Sarayı bahçesinde bulunan bir çeşmenin önünde infaz
edilirdi, cellatlar infazdan sonra kanlı baltalarını ve ellerini burada
yıkarlardı, bu çeşmenin sağında ve solunda kesilmiş kafaların teşhir
edildiği kelle taşları vardı bu taşlara ibret taşları da denirdi.
Bu çeşmenin bir adı
da cellat çeşmesi veya siyaset çeşmesi idi, cellatların kaldığı yer
ise çeşmenin bulunduğu duvarın arkasındaydı. Bu çeşme halen Topkapı Sarayı’nın
ön bahçesinde bulunmakta, her gün önünden ne olduğunu bilmeden yüzlerce kişi
geçmektedir. İnfazlar bazen de Yedikule Zindanları’nda yapılırdı.
İnfaz şekilleri, yani
öldürme şekilleri, kişinin konumu, mevkii, rütbesine ve işlediği suça göre
değişirdi. Osmanlı sultanları ve şehzadelerinin kanı dökülmez, yay kirişi, ip
ve kementle boğularak öldürülürlerdi. Bu öldürme şekli Türklerin Müslüman
olmadan önceki inanışlarından kaynaklanmaktadır. Hükümdar ve ailesi yönetme
yetkisini Tanrıdan almıştır. Bu nedenle kanları kutsaldır. Bu gelenek
İslamiyet’e geçildikten sonra da devam etmiş, Osmanlı padişah ve şehzadeleri de
boğularak öldürülmüştür.
İnfaz
edilecek halktan biri ise, kelle kesme şekli uygulanırdı. İstanbul
dışında, imparatorluğun uzak vilayetlerinde idam edilen devlet adamlarının
öldürüldüklerini ispat etmek için, kesilen başları meşin bir kırbaya
(torba) konur, torba balla doldurulur (bozulmaması için), İstanbul’a getirilir,
gümüş bir tepsinin içinde padişaha sunulur, beden ise öldürüldüğü yere
gömülürdü.
Bu nedenle, başı başka
yerde, bedeni başka yerde gömülü iki mezarı olan devlet adamları, sadrazamlar
çoktur.. Bunlardan en meşhuru Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı ile başı
kesilen ve bir bal torbası içinde İstanbul’daki sultana gönderilen ve sonrada
denize atılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa idi.
Bu kesilen başlar bazende
Topkapı Sarayı’nın ilk giriş kapısına asılır halka gösterilirdi. Bu kapı
sarayın en dıştaki ilk kapısıdır, kesik başların konulduğu oyuklar halen
durmaktadır. Kafalar üç gün kalırdı burda, bazen yüzlerce kafa olurdu.
Kelle
koltukta
Cellatlar, Müslüman olan kişilerin infazdan sonra başlarını, cesedi sırt üstü yatırarak koltuğunun altına koyardı. Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri, kelle koltukta geziyoruz ifâdesini sıklıkla kullanırlardı.
Öldürülenin üzerinden ne
çıkarsa celladın.
Öldürülen kişinin cesedi ve üzerindeki kıymetli eşya, para ve giyecekleri cellatın malı sayılırdı. Cellat cesedi isterse atar, isterse ölünün sahiplerine mevki, rutbe ve konumuna göre parayla satardı
Osmanlı’da halk, İslam
dininin adam öldürmeyi yasaklaması, can alan bu kişilere toplum tarafından hoş
bakılmaması nedeniyle, bir çok insani duygu ve özelliklerden yoksun olan,
acıma, merhamet, sevgi hisleri bulunmayan cellatları mezarlıklarına
almamış, kendi aralarına gömülmelerini istememiştir. Bu nedenle, Osmanlı
cellatlar için İstanbul’un en ücra yerinde mezarlık yapmış ve cellatlar halktan
ayrı olarak buraya gömülmüştür.
İsimsiz
mezarlar
Cellatların mezar taşlarında hiçbir yazı ve işaret
bulunmazdı. Bu, öldürülen kişinin geride kalan yakınlarının, bunları mezar
taşlarından bulup, mezarlarını tahrip etme eş ve çocuklarına kötülük veya
başkaca bir hatalı tutum ve davranış içinde olmamaları için alınan bir koruma
önlemi olsa gerektir. Böylece en azından, cellat baba seçmeme şansı olmayan
günahsız çocukların kimler oldukları, varsa annesi, babası, akrabaları
bilinmeyecek, cellat yakınları diye dışlanmayacaktır.
(İletiyi gönderen Erden
Özdil’e teşekkürler)