8 Aralık 2015 Salı

ATATÜRK'ÜN DIŞİŞLERİ BAKANI: TEVFİK RÜŞTÜ ARAS

Atatürk’ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 1883 yılında doğdu. Aras’ın dünyaya geldiği dönem Doğu Sorunu’nun Avrupa için Osmanlı Devleti’nin tamamının paylaşılması olarak algılandığı bir dönemdi.[1] Osmanlı Devleti’nin dağılma aşamasına geldiği bu dönem için söylenebilecek tek olumlu gelişme, Tanzimat Dönemi’nin açtığı çığırla gelişen eğitim sistemiyle sorgulayan, çözüm arayan bir neslin yetişmesiydi. Mülkiye, Askeriye ve Tıbbiye mezunu ağırlıklı ve Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu olumsuz durumdan çıkabilmesi için çaba sarfeden bu yeni nesil içinde Mekteb-i Tıbbiye mezunu Dr. Tevfik Rüştü Bey de bulunmakta idi.

Babası Hasan Rüştü Bey’in ceza yargıcı olması nedeniyle çeşitli bölgelerde devam ettiği ilk ve orta öğrenimini Üsküp İdadisi’nde, üniversite eğitimini Beyrut Mekteb-i Tıbbiyesi’nde, ihtisasını da Paris Broca Hastahanesi’nde jinekoloji ve doğum alanında tamamlayan Dr. Tevfik Rüştü Bey burada politika ile de ilgilenmeye başlamış ve İttihat ve Terakki Partisi saflarına katılmıştır.[2] İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra önemli merkezlerde İttihat ve Terakki’nin yayın organları halkı Meşrutiyet yönetimine alıştırmaya çalışıyordu. Bu gelişmenin İzmir’deki örneği İttihat gazetesi idi. Yurda dönüşü sonrasında İzmir Gureba-i Müslimin Hastanesi’nde göreve başlayan Dr. Tevfik Rüştü Bey İttihat gazetesindeki yazıları aracılığı ile düşüncelerini kamuoyuna yansıtma fırsatını buluyordu.[3] Tevfik Rüştü Bey’in genel sekreterliğini yaptığı İttihat ve Terakki Cemiyeti 1909 Selanik Kongresi’ne damgasını vuran gelişme, Trablusgarb Delegesi Mustafa Kemal’in subayların parti ile ilişkilerini sürdürmelerinin hem ordu hem de parti açısından yıpratıcı olduğunu parti içindeki subayların bir seçim yapmaları gerektiğini kaydeden konuşmasıydı.[4] Mustafa Kemal’in Kongre’de yaptığı konuşma Tevfik Rüştü Aras’ın anılarına şöyle yansımıştır:[5]
Huzurunuzda şimdi ifade edeceğim kanaatime göre, ben bugün burada bulunmamalıydım. Fakat, aziz vatanımızın maruz bulunduğu büyük tehlikeyi düşünerek, ordu içindeki teşkilatıyla ordumuzu, Mebuslar Meclisi’§ndeki azaları ile meclisi, hükümeti elinde tutan Cemiyet’in en selahiyetli makamı olup, en büyük mesuliyeti taşıması lazım gelen bu kongreye, gerçeği anlatmak için geldim. İnkılâbı, ordumuzun yardımı ile yaptık. Ondan sonrasını getiremedik. Cemiyetimiz hâlâ orduya dayanıyor. Bu sebeple, ordumuzda disiplin sakatlanmış, talim, terbiye aksamıştır. Halbuki etrafımızı çeviren düşmanlarımız, durmadan ordularını kuvvetlendirmektedirler. Tehlike büyüktür. Ordumuzun içinde bulunan cemiyet arkadaşlarımız, politikada devam etmek istiyorlarsa, ordudan çıkmalıdırlar. Bu suretle, gün bile kaybına meydan vermeyerek, ordumuz politikadan uzaklaşmalıdır. Ve, ordu içinde kalacak olan dostlarımız da, artık politika ile meşgul olmamalı ve bütün gayretlerini ordumuzun kuvvetlenmesine çevirmelidirler. Cemiyetimiz de biran önce teşkilatımızı halkın içinde genişleterek milletimize dayanan siyasi bir parti haline gelmelidir.”
 Selânik Kongresi’ne katılan İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri, Mustafa Kemal’in ikna edici konuşması sonrasında, orduda kalacakların Cemiyet’ten çekilmelerine ve politikada devam edecekleri ordudan istifa etmelerine karar verse de bu karar uygulanamadı.
Birinci Dünya Savaşı boyuna iktidarda olan İttihat ve Terakki Partisi, bu dönemde anılan bütün kararlardan sorumluydu. Osmanlı Devleti’nin savaştan mağlup olarak çıkmasıyla parti yönetimi fesih kararı aldı. Bu işlem partinin son kongresinde, 1 Kasım 1918’de gerçekleştirildi.
İttihat ve Terakki yöneticilerinin amacı, başka bir isim altında siyasi yaşamlarına devam etmekti. Buna paralel olarak aynı kongrede Teceddüt adıyla yeni bir partinin kuruluşu da tamamlandı. Tevfik Rüştü Bey’in idare encümeni üyesi olarak kurucular listesinde yer aldığı Teceddüt Fırkası’nın önde gelen kişileri arasında; Hüsün Paşa, Seyit Bey, Mavra Kordato Efendi, Yunus Nadi Bey, Şemsettin Bey, İhsan Bey, Kara Kemal Efendi, Orfanidis Efendi, Hamdi Bey, Faki Bey, Sabri Bey, Reşit Paşa, Galip Bahtiyar Bey, Babanzade Hikmet Bey, Parsomya Efendi, Mustafa Fevzi Efendi, İsmail Canbolat Bey ve Sason Efendi bulunuyordu.[6]
Tevfik Rüştü Aras anılarında Teceddüt Fıkrası ile ilgili şu bilgileri vermektedir:[7]
“… işte o sıralarda İttihat ve Terakki Partisi’nin son kongresi toplandı. İttihat ve Terakki’nin yerini almak üzere yeni bir parti kurulmasına, bunun daha geniş esaslı bir demokrat programı bulunmasına ve adının da Teceddüt Fırkası olmasına karar verildi. Ben de yeni fıkranın merkez idare heyetine getirildim. Maksadımız, meşru vasıtalara başvurarak memleketin istiklâlini korumaktı.”
İttihat ve Terakki Partisi, İtilâf Devletleri tarafından savaş suçlusu olarak kabul ediliyordu. 1919 yılı Ocak ayından itibaren ülke içinde kalan ittihatçılar tutuklanmaya başlandı. İngilizlerin isteği doğrultusunda gerçekleşen bu olay ile Anadolu’daki direnişin zayıflatılması amaçlanıyordu.[8]İngilizlerin tutuklanmasını istediği kişiler arasında yer alan Dr. Tevfik Rüştü Bey de, 30 Ocak 1919’da, Hacı Adil, Hüseyin Cavid, Mithat Şükrü, İsmail Canbolat, Rahmi ve Ziya Beylerle birlikte tutuklandı.[9] Dr. Tevfik Rüştü Bey’in de içinde bulunduğu tutuklular başlangıçta İstanbul Polis Müdürlüğü’ne nakledildiler. Bekirağa Bölüğü’nde bulunan İttihatçıların önemli bir bölümü, Malta’ya sürgün edildi. İlaç ticareti yaptığı dönemde tanıştığı, Drogverie Central adlı ecza deposunun sahibi La Fontaine’nin yardımı ile beş gün için serbest bırakılan Tevfik Rüştü Bey ise tutuklu bulunduğu Bekirağa Bölüğü’nden çıkar çıkmaz, Milli Mücadele’ye katılmak üzere Anadolu’ya geçerek diğer İttihatçılarla birlikte Malta’ya sürgünü gönderilmekten kurtuldu.[10] Anadolu’ya geçtikten sonra Eskişehir ve Afyon’da Milli Mücadele için çalışmalarda bulunan Tevfik Rüştü Bey bir süre sonra yeniden İstanbul’a döndüyse de İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesiyle yeniden Anadolu’ya geçme kararı olarak İzmir üzerinden Rodos’a buradan da Köyceğiz’e gitti. Bir süre sonra da Menteşe Mebusu olarak TBMM’ye katıldı.[11] Meclis’e katılımını takip eden günlerde kuruluşunda katkısının olduğu istiklâl mahkemelerinde (Kastamonu İstiklâl Mahkemesi) görev yapan[12] Tevfik Rüştü Bey aynı günlerde Atatürk’ün isteği üzerine kurulan Türkiye Komünist Partisi’ne girmiştir. Rıza Nur’a göre Tevfik Rüştü partinin en hareketli komünistidir.[13] Tevfik Rüştü Aras, partiye katılışı ve parti içindeki görevlerini, Doğan Avcıoğlu ile yaptığı ve Yön dergisinde yayınlanan söyleşide şöyle açıklamaktadır:[14]
 Ben o zaman Kastamonu’da İstiklâl Mahkemesi’nde görevliydim. Yusuf Kemal Tengirşenk başkanlığında bir heyet Rusya’ya gidiyordu. Atatürk beni Ankara’ya çağırttı ve heyete katılmamı istedi. Atatürk bana şunları söyledi: -Bir komünist partisi kurdum. Ben Parti’ye girmedim. İsmet, Ali Fuat ve Fevzi Paşalar Parti’ye girdiler. Bizi dünya tanımazsa komünistlerle birlik olur, kurulan yeni dünyada yerimizi alırız. Fakat memlekete yabancı eli sokmayız.-
Tevfik Rüştü Bey, Komünist Parti’ye katıldıktan sonra Türkiye’yi 3. Entarnasyonel’de temsil etmek ve komünizmi incelemek üzere Sovyetler Birliği’ne gitti.[15] Ancak, Sovyetler Birliği’ne göre Türkiye’deki Komünist Parti resmi nitelikliydi. Bu nedenle Türkiye 3. Enternasyonele kabul edilmedi. Bu gelişme sonrasında Tevfik Rüştü Bey, Atatürk’ün emriyle Türkiye’ye döndü.[16]
Atatürk’ün dışişleri bakanı olarak anılan Tevfik Rüştü Aras, Cumhuriyet tarihinin uzun süre işbaşında kalmış ender kişilerdendir. Dünyada egemenlik savaşlarının yaşandığı bir dönemde Türk diplomasisinin en üst düzeyinde bulunan Tevfik Rüştü Aras, Türk dış politikasına en hareketli günleri yaşatmıştır. Bu dönem Türk dış politikasının Atatürk tarafından belirlendiği kabul edilse de Nyon Konferansı ve Türk-Sovyet ilişkileri gözönüne alındığında Aras’ın Türk dış politikasının belirlenmesinde etkisi olduğu da bir gerçektir. Bu dönemde Türk-Sovyet dostluğunu geliştirmeye önem veren Aras, 1925’de SSCB ile Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzalanmasında etkili olmuştur. 1930’larda bir yandan Türk-Sovyet ilişkilerindeki yakınlık korunurken, diğer yandan Batı ile yakınlık sağlanmıştır. Aras’ın bu dönem ve görevdeki bir diğer başarısı Türkiye ile başta Yunanistan olmak üzere diğer Balkan devletleri arasındaki dostluk köprüsüdür.
Atatürk’ün sağlık durumunun bozulması sonrasında ortaya çıkan yeni Cumhurbaşkanı’nın kim olacağı tartışmaları İnönü’ye karşıt bir hareketi de beraberinde getirmiştir. Önde gelen kişilerinin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın olduğu İnönü aleyhtarı grubun[17] amacı İnönü’nün milletvekilliğinin son bulmasını sağlayarak, Atatürk’ten sonra Cumhurbaşkanı olmasını önlemek idi. Bu amaçla akla gelen ilk seçenek seçimlerin yenilenmesi yoluyla İnönü’yü Meclis dışında bırakmaktı. Bayar Hükümeti’nin ilk günlerinde Meclis’in yenileneceği söylentileri siyasi kulislerde duyulmaya başlandı.[18] Milletvekili seçimleriyle İnönü ve taraftarları Meclis dışına çıkarılacağı gibi, İnönü karşıtı grubun başlangıçtaki Cumhurbaşkanı adayı olan dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak milletvekili yapılarak, Atatürk’ten sonra Cumhurbaşkanı olması sağlanacaktı.[19] Ancak, Çakmak’ın bu dönemde Aras’ın uyguladığı dış politikayı dolaylı yoldan eleştiriyor olması ve Cumhurbaşkanlığı için İnönü’yü desteklemesi bu planın uygulanmasını engelledi.[20]
Meclisin yenilenmesi düşüncesini yaşama geçiremeyen grup, bu kez İnönü’yü büyükelçilik görevi ile ülkeden uzaklaştırmak istedi. Daha önceki yıllarda Fethi Okyar, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’da büyükelçi olarak yurtdışında görevlendirilerek siyasi yaşamdan uzaklaştırılmışlardı.[21] Tevfik Rüştü Aras’ın yaratıcısı olduğu bu düşünce İnönü’nün sert tepkisi ile karşılaşması nedeniyle uygulanamadı. İsmet İnönü anılarında söz konusu teklif ve yanıtı hakkında şu açıklamaları yapmıştır.[22]
"Bir aralık benim Amerika’ya büyükelçi tayin olacağım havadisi çıktı. Hiç haberim yoktu. Fena halde canım sıkıldı ve çok müteessir oldum. Şiddetli tepki gösterdim. İlk buluştuğum hafta Tevfik Rüştü Bey’e sordum. -Evet- dedi. -Haber benden çıktı- dedi. -Nasıl oluyor- diye sorunca şöyle izah etti. -Siz bana her zaman söylerdiniz. Amerika’yı görmedim derdiniz. Amerika’yı görmek arzu ettiğinizi söylerdiniz. Ben de bir vesile bulup, sizin Amerika’yı tanımak ve incelemek arzunuzu gerçekleştirmek istedim- Kendisine teşekkür ettim. Ve kesin olarak kabul etmeyeceğimi, bundan vazgeçmesini bir arzuyu söylemiş olmamla onu bir vazife ile tamamlamak arasında fark olduğunu bildirdim. Çok sert konuştum. Ve seni mesul tutarım dedim. Hülasa çok şikayet ederek Tevfik Rüştü’yü bundan vazgeçirdim.”
Eğer İnönü bu plan karşısında tepki göstermeyip, Türkiye Cumhuriyeti’nin Washington Büyükelçiliği’ni kabul etseydi, milletvekilliğinden ayrılmak zorunda kalacak, 1924 Anayasası’nın 31. maddesi gereğince Cumhurbaşkanı’nın Meclis içinden seçilmesi söz konusu olduğundan Atatürk’ün ölümü sonrasında Cumhurbaşkanı olamayacağı gibi yurtdışında bulunduğu için siyasi yaşamdan da uzaklaştırılmış olacaktı.[23]
 Tevfik Rüştü Aras’ın anılarında bu konuyla ilgili farklı açıklamalar dikkat çekmektedir. 1968 yılında yayınlanan Görüşlerim adlı yapıtında, Celâl Bayar ve Şükrü Kaya ile birlikte yaklaşan İkinci Dünya Savaşı öncesinde ülkenin çıkarlarını İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığında gördüğünü; bu amaçla çaba sarfettiğini iddia eden[24] Aras, ölümünden bir yıl önce kaleme aldığı ve Milliyet gazetesinde Neler Olacaktı? başlığı ile yayınlanan yazı dizisinde şu açıklamalara yer veriyordu:[25]

Sayın Celâl Bayar’ın çoğunluğu hükümetin eski üyelerinden tertib edilmiş olan bir kabinenin başına başvekil olarak tayin edildiği ilk haftalar sırasında birgün çalışmakta olduğum dışişleri bürosundan acele Anadolu Klubü’ne gelmekliğimi Atatürk’ün başyaveri telefonla bildirdi. Hemen Anadolu Klübü’nde Atatürk’ün bulunduğu daireye gittim. Orada büyük liderimizi masanın başında ve iki tarafında arkadaşlarımızla oturuyor buldum. Sol yanında Sayın İnönü vardı. Atatürk’ün yanına yaklaştığım vakit bana -hemen bir iskemle çek- dedi. Sayın İnönü’yle kendisi arasına oturmaklığımı emretti ve biraz sonra eğilerek kulağıma -Bu zatla beni yalnız bırakırsanız, ömrünüz boyunca teessüf edeceğiniz münakaşalar olabilir- deyince durumu anladım. Kısa bir süre sonra kendisiyle tesadüften sevindiğimi ve dış politikamız konusunda konuşmak istediğimi söyledim. Sayın İnönü işi anladı ve belli etmedi. Oradan kalkarak birlikte Paşa’nın evine gittik. Orada dış politikamız üzerinde bir şeyler bulup konuşma konusu yaptım. Sonra evime döndüğüm zaman geçen bu hali düşünerek hem Atatürk’ü hem Sayın İnönü’yü huzura kavuşturmak emeliyle Paşa’nın Birleşik Amerika nezdinde büyükelçi olmasını düşündüm. Ve bu tasavvurumu mütalaalarını öğrenmek için bir iki yakın dostuma açtım”
Meclisin yenilenmesi ve İnönü’nün büyükelçi olarak yurt dışına çıkarılması planlarında başarılı olamayan İnönü karşıtı cephe Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak aracılığıyla Atatürk’ün sözlü bir vasiyette bulunduğunu, bu vasiyette kendisinden sonra Mareşal Fevzi Çakmak’ın cumhurbaşkanı olmasını arzu ettiğini dile getirdiyse de Bayar’ın muhalefeti ile karşılaşmışlardır.[26] Tevfik Rüştü Aras ve Şükrü Kaya Fevzi Çakmak’ın cumhurbaşkanı olmasını sağlayamayacaklarını anlayınca TBMM Başkanı Abdülhalik Renda’ya cumhurbaşkanı adayı olmasını teklif etmiş, ancak, Renda’nın bu teklifi reddetmesiyle İnönü, Atatürk’ten sonra kim cumhurbaşkanı olacak sorusunun tek yanıtı olarak kabul edilmiştir.[27] Şu da belirtilmelidir ki, 1937 sonbaharında Atatürk tarafından İnönü’nün yerine Başbakanlığa getirilen Celâl Bayar söz konusu arayışların ve tartışmaların yaşandığı dönemde siyasî yaşamındaki hızlı yükselişin Atatürk’ün ölümü sonrasında cumhurbaşkanı olarak sonuçlandırmak istemesine karşın, Stadyum Olayı[28] gibi gelişmeler karşısında kamuoyunun İnönü’ye bağlılığını anlayarak bu düşüncesinden kısa sürede vazgeçmiş, İnönü’yü destekler bir görünüm sergilemiştir.[29] Bayar, Atatürk’ün son günlerinde Fevzi Çakmak ile birlikte hareket ederek İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığını yeğlerken,[30] Şükrü Kaya cumhurbaşkanı olabilmek amacıyla Avrupa basınında kendi lehine yazılar yayınlatmıştır.[31]
Atatürk’ün ölümü sonrasında Ankara’ya dönen Celâl Bayar, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’nın bir bildiri hazırlamasını sağlayarak TBMM’yi yeni cumhurbaşkanının seçilmesi amacıyla toplantıya çağırdı.[32] 11 Kasım 1938 yılında yapılan parti grubu toplantısında 323 oydan 322’sini alarak[33] CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilen İsmet İnönü, aynı gün TBMM’de yapılan oylamada 348 oy alarak oy birliği ile cumhurbaşkanı seçildi. Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında siyasî geleneklere uygun olarak istifasını sunan Bayar, İnönü’nün “dinlenmenin sırası değil, beraber çalışacağız. Hemen şunu da söyleyeyim. Ne kuracağınız kabineye karışacağım, ne de hükümet olarak yapacağınız işlere rahat olacaksınız. Başvekil olarak vazifeye devam ediniz.” sözleri ile ikna olarak yeni hükümeti kurma görevini kabul etti.[34]
İsmet İnönü, Celâl Bayar’a hükümet işlerine karışmayacağı doğrultusunda güvence vermiş olmasına rağmen Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın kabine dışı bırakılmasını isteyerek İkinci Bayar Hükümeti’ne ilk müdahalesini gerçekleştirdi.[35] İnönü’nün bu isteğinde birçok etken rol oynamıştır. Öncelikle Nyon Konferansı örneğinde olduğu gibi Aras ve İnönü’nün dış politikadaki düşünceleri farklıydı. Ayrıca İnönü, Başbakanlık’tan alınmasının sorumlularından biri olarak Aras’ı görüyordu. Bütün bunların ötesinde; Tevfik Rüştü Aras, İnönü’yü ABD’de büyükelçi olarak görevlendirmek, böylelikle İnönü’nün siyasi yaşamını sona erdirerek cumhurbaşkanlığını önlemek gibi bir planın yaratıcısıydı. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da, Aras gibi İnönü’nün cumhurbaşkanlığını önlemek istemiş, seçimlerin yenilenmesiyle İnönü’nün milletvekilliğini sona erdirmeye çalışmıştı. Ayrıca İnönü Şükrü Kaya’nın, Doğu Anadolu’da kendi yetkisi dışında davrandığını, mahkemelere başvurmadan idam kararları verdiğini düşünüyordu.[36] İsmet İnönü’nün anılarına İkinci Bayar Hükümeti’ndeki değişiklikler şu şekilde yansımıştır:[37]
İlk hükümet için dahiliye ve hariciye vekillerini değiştirmesini Celâl Bayar’a tavsiye ettim. Tereddüt ettikten sonra kabul etti. Dahiliye’ye Refik Saydam Hariciye’ye Şükrü Saraçoğlu.Doktor Aras ile Şükrü Kaya’nın iktidardan gitmeleri memlekete hakiki bir inşirah (ferahlık) verdi. Kendilerine karşı antipatinin bu kadar şamil (kapsamlı, anlamlı) olduğunu görmek herkesi şaşırttı.”
 Celâl Bayar, İnönü’den gelen bu istek karşısında Atatürk döneminin bu önde gelen iki devlet adamının yıpratılmaması gerektiğini düşünerek[38]yeni hükümette Tevfik Rüştü Aras’ın yerine Şükrü Saraçoğlu’na, Şükrü Kaya’nın yerine ise İsmet İnönü’nün başbakanlıktan alınmasının sonrasında kurulan Birinci Bayar Hükümeti’ne sağlık durumunu öne sürerek girmeyen ve İnönü’ye yakınlığı ile tanınan Refik Saydam’a görev verdi.[39] Bu tasfiye sonrasında 26 Aralık 1938 tarihinde gerçekleşen Cumhuriyet Halk Partisi Kurultayı’nda Milli Şef sisteminin kabul edilmesiyle İsmet İnönü iktidarını biraz daha pekiştirdi.

Tevfik Rüştü Aras, 1939 yılı Ocak ayında Fethi Okyar’ın istifasıyla boşalan Londra Büyükelçiliği’ne atandı.[40] Hilmi Uran’ın anılarında, Tevfik Rüştü Aras’ın “Hiç olmazsa Şükrü Kaya gibi açıkta bırakılmadım” diyerek memnuniyetini dile getirdiği[41] atanma sonrasında İsmet İnönü, Tevfik Rüştü Aras’ı evine davet etmiş, O’nunla yaklaşan savaş öncesinde Türk dış politikası üzerinde görüşmüştür. Bu görüşmede Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve Türkiye’nin Londra Büyükelçisi Tevfik Rüştü Aras’ın üzerinde anlaştığı maddeler, Aras’ın 13 Mart 1971 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan Neler Olacaktı? başlıklı makalesine şöyle yansımıştır:[42]
  1. Savaş çıktığı takdirde Türkiye tarafsız kalacaktır.
  2. Ancak bir saldırıya uğradığı zaman Türkiye kendini koruyacaktır.
  3. İşte bu şartlar altında Türkiye’nin yeni Büyükelçisi İngiliz hükümetinin bize ne gibi yardımlarda bulunabileceğini öğrenmeye çalışacaktır.
Türkiye’nin savaş öncesi uluslararası durumu, dünyada hiçbir toplulukla ihtilâfı bulunmayan, bölgesel anlaşmalarla bulunduğu coğrafyada barışı yaşatmaya çalışan bir görünümdedir. Ancak bu görünüm İtalya’nın Arnavutluk’u işgali ile son bulmuş. İngiltere ve Fransa’nın bu gelişme sonrasında Romanya ve Yunanistan’a garanti vermesi Türkiye’yi aynı garantiden yararlanmak düşüncesiyle İngiltere ve Fransa’ya yaklaştırmıştır.[43] İtalya’nın Arnavutluk’u işgali 1934 yılında kurulan Balkan Antantı’nın da fiilen sona erdiğini göstermektedir. Tevfik Rüştü Aras’a göre Arnavutluk’un İtalya tarafından işgali, Türkiye ya da Antant’a üye herhangi bir ülkenin girişimi ile önlenebilirdi. Buna göre Balkan Antantı Konseyi olağanüstü toplantıya çağrılacak, bu toplantıda kurulması kararlaştırılacak olan ortak askerî güç Arnavutluk’a gönderilerek, İtalya’nın işgal için öne sürdüğü anarşi ortamı sona erdirilecekti. Aras’a göre bu Atatürkçü dış politikanın gereğiydi.[44]
İtalya’nın Arnavutluk’u işgali sonrasında gelişen Türk-İngiliz görüşmelerinde, Türkiye’nin Londra Büyükelçisi Tevfik Rüştü Aras’ın ana hedefi, yeni görevine başlamadan önce İnönü ve Saraçoğlu ile belirledikleri maddeler gereğince, İngiltere’den Türkiye’ye sağlanacak desteğin derecesiydi.[45] Tevfik Rüştü Aras ve İngiltere Dışişleri Bakanı Halifax arasındaki görüşmeler ile ilgili yalnızca Fransa ve Sovyetler Birliği’ne bilgi veriliyordu.[46] Bu dönemde Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi olan von Papen anılarında Türk-İngiliz yakınlaşmasını şöyle yorumlamaktadır:[47]
Türkiye’yi İngiltere ile bir ittifak akdine sevk eden sebepler, münhasıran İtalya’nın teşkil ettiği tehlikeden doğmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti bu dönemde bir taraftan demokrasi cephesi ile yakınlaşmasının gereği olarak İngiltere ile görüşmeleri sürdürürken diğer taraftan da Hatay sorununu çözebilmek amacıyla Fransa ile diplomatik bir mücadele içinde idi. Hatay sorunu nedeniyle Fransa, Türk-İngiliz görüşmelerinde resmen katılmıyor, İngiltere’nin yanında görünerek gayri resmi şekilde gelişmelerdeki yerini alıyordu. Görüşmeler sonucunda Türk-İngiliz ortak deklarasyonu 12 Mayıs 1939’da imzaladı.[48] Buna göre Türkiye ile İngiltere arasında bir görüş birliği olduğu kabul ediliyor, karşılıklı çıkarlar doğrultusunda uzun vadeli bir antlaşma imzalanması planlanıyor, söz konusu antlaşmanın hiçbir ülkenin aleyhine olmadığı açıklanıyor ve Balkanlar’da barışın sağlanması gereği üzerinde duruluyordu.[49] 12 Mayıs 1939 ve 23 Haziran 1939 tarihlerini taşıyan Türk-İngiliz ve Türk-Fransız deklarasyonlarının sonucunda, Türk-İngiliz-Fransız Antlaşması 19 Ekim 1939 tarihinde Ankara’da imzalandı. Buna göre Türkiye, Fransa ve İngiltere ile tam bir müttefik konumuna giriyordu.[50]
Türk-İngiliz-Fransız Antlaşması’nın imzalandığı dönemde Türkiye’nin Londra Büyükelçisi olan Tevfik Rüştü Aras ölümünden bir yıl önce yazmış olduğu bir makalesinde Türk-İngiliz-Fransız ittifakının büyük bir hata olduğunu, Türkiye’nin tarafsız kalarak İsveç örneğinde olduğu gibi üretimini artırabileceğini, savaş sonrası Balkanlar’da ekonomik, siyasal ve askerî açıdan büyük bir güç olarak belireceğini iddia ettikten sonra “İngiliz ittifakının gereğini, yararını, kimlere karşı olduğunu hâlâ tam olarak anlayabilmiş değilim” diyerek bu dönem Türk dış politikası hakkındaki görüşlerini açıklamıştır.[51] Aras’ın konuyla ilgili görüşlerine bir diğer örnek Doğan Avcıoğlu ile yaptığı söyleşide yer almaktadır.[52]
Sovyetlerle iyi ilişkilerimiz 1939’da İngiliz ittifakını imzalamamızdan sonra bozuldu. İngiliz ittifakını yapmamalıydık. Atatürk bu ittifakın yapılmasına asla taraftar değildi. Sonuna kadar tarafsız kalacaktık. İngiltere ittifakından hiçbir faydamız yoktu. Onlara tarafsız kalacağımızı anlatmış, Nazi saldırısına karşı yardım sağlamıştık. Hitler’e de tarafsızlığımızı kabul ettirmiştik. Balkan Antlaşması’na riayet edecekti. Hatta Hitler bize top ve kredi verecekti. Hitler’in en kuvvetli devrinde İngiliz ittifakı hatalı ve tehlikeli oldu. Antlaşmayla önce Hitler’in ve Stalin’in daha sonra da hatta İngiltere’nin husumetini üzerimize çektik. Hitler’in kuvvetli zamanında antlaşmayla onu tahrikten çekinmediğimiz halde, Hitler’in zayıfladığı sıralarda pasif kaldık. 1944’lerde Balkanlar’da Türkiye’nin sözü olmalıydı. Balkan Antantı böylece yok oldu, gitti. Tarafsız kalmalı ve Balkanlarda aktif bir rol oynamalıydık.”
Tevfik Rüştü Aras, Londra’daki büyükelçilik günlerini geçici bir nitelikte görmekte, Türkiye’ye dönüşünde yeniden Dışişleri Bakanlığı’na getirileceğini düşünmekteydi.[53] Aras’ın özellikle Sovyetler Birliği’nin İngiltere’deki büyükelçisi Maiski ile temasları bu amaç doğrultusunda gerçekleşti. 1941 yılı Şubat ayında Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’na gönderdiği ve bir Türk-Sovyet ittifakının imzalanmasının istendiği telgrafı buna iyi bir örnek oluşturmaktadır.[54]
Sovyetler Birliği ise Aras’ın bu konuda yetkili olup olmadığını merak ediyordu. Bu amaçla Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’na başvuran Sovyetler Birliği Aras’ın Türk-Sovyet ilişkilerinde yetkisinin bulunmadığı yanıtını aldı. Aynı günlerde Moskova Konferansı’ndan dönen İngiltere Dışişleri Bakanı’ndan Konferansla ilgili bilgi edinmek amacıyla görüşme isteğinde bulunan Tevfik Rüştü Aras’ın önce yanıtsız bırakılması sonra da kendisine diplomasi kurallarını aşan bir tarihte randevu verilmesi, O’nun Londra’da persona non grata (makbul sayılmayan) olduğu izlenimini veriyordu.[55] Bu şartlar altında Tevfik Rüştü Aras Türkiye Dışişleri Bakanlığı’ndan yerine bir atama yapılarak görevden alınmasını istedi. Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen yanıtta Aras’a üç seçenek sunuldu:
1- İstifa, 2- Merkeze Çekilme, 3- Emeklilik. Ayrıca Aras’a emeklilik süresinin dolduğu da hatırlatılıyordu. Üçüncü seçeneği kabul ederek yurda dönen Tevfik Rüştü Aras’ın yerine Rauf Orbay atandı.[56] Türkiye’ye döndükten sonra Başbakan Refik Saydam ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile görüşen; ancak, istediği sonuca yani Dışişleri Bakanlığı’na ulaşamayan Tevfik Rüştü Aras bir süre sonra muhalif bir kimlikle siyasi yaşamdaki yerini aldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın demokrasi ile yönetilen ülkelerin galibiyeti ile sonuçlanması, totaliter rejimlerin güç kaybetmesine ve demokrasi ile yönetilen ülke sayısına neden oldu. Cemil Koçak’ın Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), adlı çalışmasında demokrasi patlaması olarak isimlendirdiği sürecin Türkiye’deki yansıması bir anlamda savaş sonrasında oluşturulacak yeni dünya düzeninde yerini alabilme kaygısıyla ilgilidir. Söz konusu süreç Türkiye’de oluşum aşamasında olan muhalefetin gelişmesi için uygun ortamı hazırladı. Batı dünyasında yükselen sesler de muhalefetin cesaret kazanmasına neden oluyordu. New York Times gazetesinde ABD’nin savaş sonrasındaki projeleri şu şekilde ilan edilmişti:[57]
“Amerikalılar harbe geniş bir ölçüde iştirak etmiş oldukları için Avrupa’nın mukadderatı bahsinde büyük bir mesuliyet altına girmiş bulunuyorlar. Bu mesuliyet yalnız harbden sonra hudutların tahdidine ve sulhu koruyacak olan müesseseye ait mesuliyetlerde değil alâkalı memleketlerin hudutları içerisinde kuracakları hükümet ve rejim nevilerinin tayini hususunda, ister hoşa gitsin ister gitmesin, kendini gösterecektir. Harb sona erdiğinde Avrupa diktatörlükten başka bir rejim arayacaklardır. Ümit ederim ki bu rejim demokrasi olsun. Fakat bu demokrasi bir Mussolini ve Hitler’in darbeleri altında yıkılmayacak kadar sağlam olmalıdır.”
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulacak dünya ile ilgili kararların alınacağı San Francisko Konferansı’na katılması 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmesi ve 24 Şubat 1945’te BM’ye üye olmasının sonucudur.[58] Türkiye’nin Batı dünyası ile yakınlaşma isteğinin bir diğer nedeni SSCB’nin 17 Aralık 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı gözden geçirmek istediğini bildirmesidir. Bu gelişme Türkiye’de kuşku ile karşılanmıştır. SSCB’nin Türkiye’ye karşı uygulayacağı yeni politika Anadolu Ajansı bildirisine "Sovyetler Birliği Halk Hariciye Komiseri Bay Molotof, Sovyet Hükümeti’nin, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında 17 Aralık 1935’te akdedilen ve müddeti 1945 Kasım ayının 7’sinde bitecek olan Türk-Sovyet Antlaşması’nı iki taraf dostluk münasebetlerinin devam ettirilmesi bakımından değerini takdir etmekle beraber İkinci Cihan Harbi esnasında husule gelen derin değişikliklerden dolayı bu antlaşmanın yeni şartlara uygun bulunmadığı ve ciddi suretle iyileştirilmeye muhtaç bulunduğu cihetle hükümetinin 7 Kasım 1935 tarihli protokol ahkâmı mucibince mezkur antlaşmanın feshi hususundaki arzusunu Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Bay Selim Sarper’e bildirmiştir.” şeklinde yansıdı.[59] 7 Haziran 1945’te Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e Sovyet Hariciye Komiseri Molotof tarafından ikinci sözlü nota verildi. Bu notada sıralanan istekler şunlardı: 1- Türkiye’nin doğu sınırında Kars ve Ardahan Sovyetlere bırakılacaktı. 2- Türkiye Boğazları tek başına savunamayacağını kanıtlamıştı, burada Sovyetlerle ortak üstler kurulacaktı. Bu isteklere ek olarak Montreux Antlaşması Sovyetleri söz sahibi yapacak şekilde düzenlenecekti.[60] SSCB’nin bu istekleri karşısında Türkiye’nin sert tepki göstererek, gerekirse savaşı göze alacağını açıklaması bölgedeki çıkarlarının tehlikeye gireceği kaygısını taşıyan İngiltere’nin ve ABD’nin Türkiye’yi desteklemeleri sonucunu doğurdu.[61]
Görüldüğü gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası koşullarının Türkiye’de çok partili yaşama geçişteki etkisini yadsımak olanaksızdır. Ancak unutulmamalıdır ki Türk Devrimi’nin temelinde çok partili yaşam bir amaç olarak yer alır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde tek parti döneminin 1945’e kadar devam etmesi devrim hareketlerinin tamamlanabilmesi gereğinin doğal sonucudur.[62] İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde toplanan CHP Beşinci Kurultayı’nda İsmet İnönü’nün yaptığı konuşma Türkiye için asıl amacın çok partili yaşam olduğunu göstermesi açısından ilgi çekicidir. İsmet İnönü’nün Müstakil Grubu bu amaç için basamak olarak düşündüğünü açıkladığı konuşması şöyle idi:[63]
"İnzibat ve İntizam içinde şuurlu ve çalışkan bir müstakil grubun icra mevkiinde olan milletvekilleri ekseriyetine ve hükümetine esaslı bir yardım temin ederken, büyük milletimize de kendi işleri için bir teminat hazırlayacağını ümid ediyoruz. İyi bir halk iradesini seçimlere halkın samimi olarak iştirak etmesiyle, hükümetin ve Büyük Millet Meclisi’nin faaliyetinde, hakiki bir milli murakabenin şüphe götürmez bir tarzda bulunmasıyla ifade edebiliriz.”
Tevfik Rüştü Aras 1944 yılından itibaren Ahmet Emin Yalman’ın liberal eğilimli Vatan gazetesi ile Zekeriya Sertel’in sol eğilimli Tan gazetesinde iç ve dış politikayla ilgili yazılar yazmaya başladı. Aras, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinden itibaren liberal demokrasilerle, Sovyet Rusya’nın bu savaştan galip olarak ayrılacağını düşünüyordu. Savaşın sonlarına doğru bu düşüncesine paralel olarak iç politikada yeni düzenlemeler yapılması ve ülke içinde demokratik bir yönetim biçiminin kurulmasına dönük yazıları Vatan gazetesi sütunlarında yer almaya başladı. Dış politikada Sovyetler Birliği ile işbirliğini savunan Aras’ın makaleleri Vatan gazetesinin yanısıra Tan gazetesinde de yayınlanıyordu.[64]
Tevfik Rüştü Aras’a hakim olan dış politik düşünce Metin Toker tarafından şu şekilde özetlenmiştir:[65]
“Dünyada bundan böyle totaliter rejimlere müsaade edilmeyecek, kendilerini liberalleşmeyen rejimler dışarıdan zorla liberalleştirilecektir. Onun için aklımızı başımıza almalıyız. Kuzeyimizde de artık, zafer kazanmış ve dünya kaderinde söz sahibi bir dev var. Ona göre davranmalıyız.
Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel’in sahipleri olduğu Tan gazetesi bu dönemde demokrasi isteği konusunda en kesin tavrı sergiliyordu. Konu ile ilgili Tan gazetesinde yayınlanan başyazı ve yorumlardan bazıları “millet meclisi milletin bir zümresi, bir müvesi, bir hülasasıdır. Fakat millet meclisi kuvvetini halktan ve efkarı umumiyeden alır. Meclisin kürsüsü milletin kürsüsüdür. -Mecliste ceryan eden müzakerelerin matbuata aynen aksetmesi ve efkarı umumiyeye verilmesi icabeden- Matbuat, meclisteki konuşmaları halka olduğu gibi bildirmek hakkını kullanabilmelidir.” şeklinde verilebilir.[66]
Tevfik Rüştü Aras kurulabilecek barışın devamı için Balkanlar’da Türk-Sovyet, Akdeniz’de Türk- İngiliz işbirliğini öngörmektedir. Türkiye’nin izlemesi gereken dış politikada “Her türlü emniyet tertipleri ihtimalleri içinde kendimize güvenimizin artık herkesçe bilinen ilk şart olduğuna göre bu cihetten ayrıca bahsetmeye lüzum olmasa gerektir. Ancak bunun yanında yarın veyahut öbür gün Avrupa harbi, tahmin edildiği gibi bitince müşterek bir emniyetin kurulması veyahut eskiden olduğu gibi Türkiye-Rusya dostluğu esası haricinde, bulunduğumuz mıntıkada emniyet kurmanın daha ve sağlam başka bir yolu var mıdır?” saptamasında bulunan[67] Aras’ın yazıları hem yurtiçinde hem yurtdışında yankı uyandırdı.[68] Hüseyin Cahid Yalçın, Aras’ın düşüncelerini gerçekleşmesi mümkün olmayan projeler olarak nitelendirirken[69] Ethem İzzet Benice Aras’ın önerilerine Son Telgraf gazetesindeki köşesinde “Boş söz ve boş tavsiyeler” başlıklı yazısı ile yanıt veriyordu.[70] Aras’ın Türk-Sovyet ittifakı imzalanması gerektiğini içeren makaleleri ABD basınında da ilgi uyandırdı. Vatan gazetesine yansıyan, New York Times gazetesinde yayınlanmış bir makalede Türk-Sovyet ilişkilerinin son yirmi beş yılı inceleniyor ve iki ülke arasında bir işbirliği anlaşması imzalanabileceği üzerinde duruluyordu. Ayrıca yazıda, Tevfik Rüştü Aras’ın Türk-Sovyet işbirliği için kamuoyunu hazırladığı kaydediliyordu.[71]
Bu dönemde Tevfik Rüştü Aras’a yöneltilen diğer bir suçlama sosyalist ideolojiye sahip bir parti kurmak istediği doğrultusunda idi. Aras bu iddialar karşısında yaptığı açıklamada, Türkiye’de henüz sosyalist bir parti için şartların oluşmadığını, devletçiliğin yeterli gelebileceğini ve partiden ziyade sosyalist öğreti için çalışan derneklerin yeterli olacağını belirtmiştir.[72]
Atatürk’ün ölümü sonrasında İsmet İnönü tarafından Londra Büyükelçiliği’ne atanarak tasfiye edilen, ülkeye döndükten sonra ülke yönetiminde görev verilmeyen Tevfik Rüştü Aras, 26 Mart 1946 tarihinde kuruluşundan itibaren üyesi bulunduğu CHP’den istifa etti.[73]
Demokrat Parti kurucularından parti programının hazırlanması aşamasında Cami Baykut, Zekeriya Sertel, Tevfik Rüştü Aras gibi kamuoyunda Sovyet taraftarları ve komünist olarak bilinen kişilerle işbirliği yapması Cumhuriyet Halk Partisi’ne bu konuda bir eleştiri yapma fırsatını vermiş ve sonuçta, adı geçen kişiler Demokrat ileri gelenlerince yeni oluşumun dışında bırakılmışlardı.[74] Demokrat Parti ile yollarını ayırmak zorunda kalan Aras, Sertel ve Baykut bazı Demokrat Partililer ile kamuoyunda büyük saygınlığı bulunan ve 1946 seçimlerinde İstanbul’dan bağımsız milletvekili seçilen Mareşal Fevzi Çakmak’ın başkanlığında İnsan Hakları Derneği’ni kurdular.[75]
Türkiye’nin ilk İnsan Hakları Derneği’nin kurucularından Zekeriya Sertel anılarında derneğin kuruluşuyla ilgili şu açıklamaları yapmaktadır:[76]
“Cami Baykut ve Tevfik Rüştü Aras’la birlikte bir İnsan Hakları Derneği kurmaya karar verdik. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bile, insan haklarını savunacak böyle bir derneğe ihtiyaç vardı. Tevfik Rüştü; Celâl Bayar ve Adnan Menderes’den ayrılmıştı. Yeni kurulan Demokrat Parti ilk günlerde düşündüğümüz ilkeleri inkâra başlamıştı. Zaten Celâl Bayar’la Adnan Menderes’in er geç liberalizme kaçmak isteyeceklerini biliyorduk. Ama hiç olmazsa demokratik bir yönetimin kuruluncaya kadar beraber çalışabileceğimizi sanmıştık. Tan Matbaası’nın yıkılması, olayları önceden kestiremeyeceğimiz ölçüde hızlandırdı, amacımıza ulaşmadan herkes kendi cephesine çekilmek zorunda kaldı. Celâl Bayar’la Adnan Menderes’in halkın istediği özgürlük ve demokrasiyi kuramayacakları, hatta kurmak istemeyecekleri kesindi. Onun için biz, özgürlük ve demokrasiyi başka bir yoldan savunmak istiyorduk. İnsan Hakları Derneği’ni bu amaçla kuruyorduk. Bu girişimin başarıyla sonuçlanması için Genelkurmay Başkanlığı’ndan çekilmiş olan Mareşal Fevzi Çakmak’ı da aramıza almaya karar verdik.”
İlk toplantısı, Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı Avukat Kenan Öner’in Karaköy Palas’taki bürosunda gerçekleştirilen İnsan Hakları Derneği’nde başkanlığın’a Mareşal Fevzi Çakmak, genel sekreterliğe Tevfik Rüştü Aras seçildiler.[77]
Derneğin ilk toplantısında yaşanan bir olay bundan sonrası günlerde derneğe karşı girişilecek ve ağırlıklı olarak iktidar partisi güdümünde gerçekleşecek olan yıpratma politikalarının habercisi niteliğindeydi. Toplantı salonuna giren hukuk fakültesi öğrencisi Bekir Berk kurucu üyelere Mareşal Fevzi Çakmak’ın, Sovyet taraftarı oldukları iddia edilen kişilerle nasıl aynı örgütte yer aldığını kendince şöyle sorguladı:[78]
Cemiyet kurucuları arasında birbirinden tamamıyla ayrı kutuplarda şahıslar görüyoruz. Bunlardan bir kısmı kızıl ideoloji sahibi olup gençlik tarafından tel’in edilmiş kimselerdir. Diğer taraftan herşeyden önce milletini ve vatanını düşünen insanlar var. Maraşel ise ismi etrafında hürmet yaratmış bir şahsiyettir. Nasıl oluyor da bambaşka inançtan insanlar bir teşekkülde müessis olarak toplanabiliyorlar.
Mareşal Fevzi Çakmak ve Kenan Öner bu soruya verdikleri yanıtta, cemiyetin siyasî bir içerik taşımadığını, insanlık için bir araya gelindiğini ve bu amaç doğrultusunda iki ayrı kutba ait insanların bir araya gelebileceğini belirttilerse de,[79] Cumhuriyet Halk Partisi basının suçlayıcı yayınlarını engelleyemediler.
Tevfik Rüştü Aras’ın suçlamalara karşı yanıt niteliğindeki açıklamasının basında yeraldığı gün, Falih Rıfkı Atay, Ulus gazetesindeki köşesinde “Hak mı? İmtiyaz mı?” başlığı altında Aras’ı Türkiye’yi Sovyetlerin bir uydusu haline getirmek istemekle suçluyordu. Atay’a göre bu amacı güden kişiler Cumhuriyet Partisi iktidarını yıkabilmek amacıyla Demokrat Parti’ye yaklaşmışlar, ancak parti ileri gelenleri tarafından kabul edilmemişlerdi.[80] Cumhuriyet gazetesi başyazarı Nadir Nadi’ye göre ise solcular, ideolojilerinin propagandasını yapabilmek için Mareşal’i ve İnsan Hakları Derneği’ni kullanmaktaydılar.[81]
Tevfik Rüştü Aras, özellikle Falih Rıfkı Atay’ın suçlamaları konusunda yasal haklarını kullanarak Ulus gazetesine yayınlanması gerektiği dipnotunu düşerek şu ilginç mektubu gönderdi:[82]
“Hak mı? İmtiyaz mı? Başlığıyla çıkan yazıda -Gene bu memlekette İngiliz ittifakını bırakarak Sovyetler Birliği ile sıkı bir yakınlaşma arayan ve bu yakınlaşma için bazı Balkan memleketlerinde olduğu gibi yapılması gerekecek fedâkarlığın yerinde olacağını öteden beri söyleyip duran politikacılar olduğunu da bilmiyor değiliz- dedikten sonra: -Biz Türkler Balkan memleketleriyle onlara benzer peyklerde insan haklarından ne kaldığını ve B. Tevfik Rüştü Aras ne de Zekeriya Sertel veya Cami Baykut’a sormak ihtiyacında değiliz.- cümleleriyle yukarıdaki esnada benim adım da karıştırılmak istenmiştir.
Türk-İngiliz dostluğu hakkında selâhiyetli İngilizlerin şehadetini ileri sürmek isteseydim, İngiliz Hariciye nazırının vekâletten ayrılırken bana gönderdiği mesajı ve İngiliz başvekilinin de Sayın Cumhurreisimize Londra’dan dönüşümde getirdiğim mektubundaki şahsıma teallük eden ifadesini naklederdim.
Sovyetlerle dostluğun da, ancak eskiden olduğu şekil ve hudutla iadesi mümkün olmak şartıyla, taraflısı oldum ve başka türlü düşünemem de.
Benden ne Balkan memleketlerindeki insan haklarından ne kaldığını ne de merhum Büyük Reisimiz Atatürk’ün ölümünden sonra yapılageldiği gibi hiçbir şeyi sormayabilirsiniz. Yaşadığımız önemli bir devirde memleketimizin yetiştirdiği bütün kudretlerden lüzum oldukça hakkıyla istifade edip etmemek hususu mesuliyet makamlarında bulunanlara teveccüh eden bir iş olduğu gibi, konuda intihab eden hareket tarzına dair hakiki hüküm verecek olan da tarihtir. Bu hususta şikâyette bulunmak herhalde bana düşmez. Ancak milletimize icabında her türlü tehlikeleri ve ızdırapları göze almaktan yılmayacak gücümüz ve aklımız yettiği hudutta hizmet etmiş ve sade kendi memleketimizin içinde değil hatta haricinde bile, emsalini kendi ahlakına göre gıpta veya hasretle kıskandırıcı, milli muvaffakiyetlere vasıta olmuş olan bir eski hariciye vekilinin aziz vatanımız zararına fedakarlıklar yapmak isteyen politikacılardan olduğuna işaret edilmesini sükûtla geçiştiremem. Bütün vatandaşlarımın, hususiyle tanıdıklarımın vatanseverlikleri bahsinde hatalı şüphelere düşmekten kendimizi tahzir etmekle beraber hiçbir yurttaşımızın bu konuda, benim müdafaama da ihtiyaç olmadığını bildiğim cihetle Ulusun başyazısında ortaya koyduğu şekilde politikacılar, memleketimizde var mı yok mu meselesi üzerinde durmayarak sözümü tamamıyla asıl maksadıma hasredeceğim ve bu sefer mutadım olan tevazudan ayrılmağa mecbur olacağım şöyle ki:
  • Tevfik Rüştü Aras adı memleketimize hizmet edenler arasında, sadece kazandırmış olanların ilk safında anılacak ve öyle kalacaktır.
  • Halkımızın sağduyusu herbirimizi işleri ile kıymetlendirmeyi çok iyi bilir.
  • Bu tavzihî yazmaktan başlıca emelim kendimi müdafaa kadar ve daha çok beni bu cevaba mecbur eden ithamların harice inikasında fikirler arasındaki içtihatlar farkından başka, bir de memleketimizin bütünlüğünü korumada ayrılıklar bulunduğu zehabını doğurabilir ki bu hem doğru değildir hem de zararlıdır.
  • Memleketimizde memnuniyetle yaptığım ve fırsat elverirse daha da yapmağa muktedir bulunduğum hizmetlerin yalnız tahakkuk etmiş olanlarını saymaya ne lüzum var? Elinizin altında bulunan Hakimiyet-i Milliye ve Ulus koleksiyonları hatırlamaya yetişir sanırım. Bu sebeple müdafaamın bu tarafını gençliğimizin hakkıyla yapabileceği araştırmacılara bırakıyorum. Yalnız şunu söylemekten kendimi alamam ki Atatürk’ün yüksek idaresi altında çalışmış ve muvaffak olmuş olan İnönü kabinesinde 13 yıldan fazla ve Celâl Bayar kabinesinde 1 yıl kadar Hariciye Vekilliği yaptıktan sonra ayrılırken memleketimizin bütün hudutları üzerinde hiçbir münakaşa kalmamış ve hatta münakaşa ihtimalleri bile kapanmış bulunuyordu. Bu iyi talihe sevinmemek mümkün mü?
  • İyi Türk vatandaşlarının milletimizin her ferdinden haklı olarak bekleyebileceği ve isteyebileceği iyi vatandaşlık şartı, o ferdin çalışmasında, düşünmesinde, hülasa her işinde halkımızın umumi menfaatini, haysiyetini, bağımsızlığını, hürriyetini, herşeyin üstünde tutmak olmalıdır. Bu ölçü ile bugüne kadar geçirilen fiili imtihanlarda, yani geçirdiğimiz acı tatlı türlü inkılap ve mücadele safhalarında Türk milleti huzurunda emsaline nisbetle üstün not almış olanlara renkler tevcih edilmek suretiyle de olsa vatanseverlik bahsinde şüphe uyandırmak için cüret edilecek her tertibi layık olduğu veçhile halkımızın karşılayacağına emniyetim vardır.
Benim bildiğime göre, yeni Türkiye’de dün hizmet etmiş ve bugün kötü olmuş olan yoktur. Dün Atatürk’le sonuna kadar beraber kalmış ve kalmamış devlet adamları olduğu gibi, bugün de yine Atatürk’ün açtığı yolda yürümekten başka bir yolu düşünmeyenlerle, başka yollar bulmuş olanlar veya bulmak isteyenler veyahut bulduklarını sananlar vardır. Her şekilde herkesin niyeti memlekete hizmet olsa gerektir.
Ben ilerlemesi dahi şimdiye kadar memleketimize başarılar sağlamış olan Kemalizm de görenlerdenim ve umumî siyasî kanaat bakımından her münasebet düştükçe söylediğim gibi dün ne idiysem bugün de oyum. Bu kanaatimle Mareşali tebcil ediyorum ve onun yanında çalışmaktan zevk buluyorum. Her ikimizin iş başında bulunduğumuz uzun yıllar izinde hep böyle olmuştu. Hariciyemiz Genelkurmay dairemizle daima beraber çalışmıştı. Haleflerimize de böyle çalışmada hayır ve muvaffakiyet olduğunu söylemeyi vazife bilirim.
Büyük Millet Meclisi’nden ayrıldıktan sonra vazife ile bir hayli zaman hariçte bulunduğum için benden sonra gelenlerin nasıl yaptıklarını pek bilmesem de bugünkü Dış İşleri Bakanımızın böyle yapmakta olduğunu kuvvetle umarım.”
Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün de “Komünistlerle ilk mücadelemiz” olarak nitelendirdiği dernek,[83] gerçekte bir sivil toplum örgütü olma iddiasını taşımaktaydı. Baskılar sonucunda kısa sürede dağılan dernek 1947 yılı Ocak ayından itibaren hareketlenen Türk siyasi yaşamının aktörlerinden biri olacaktı. Siyasi literatürümüze Öner-Yücel davası olarak geçen olayın nedeni sayılan ve 29 Ocak 1947’de dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer’in meclis kürsüsünde okuduğu, Türkiye’deki sol faaliyetleri hedef alan raporda İnsan Hakları Derneği kurucuları da suçlanıyordu.
Gelişmeler sonrasında siyasal yaşamdan tamamıyla uzaklaşan Aras, Demokrat Parti iktidarı ile birlikte Celâl Bayar tarafından önce Filistin Uzlaştırma Komisyonu üyeliğine,[84] daha sonra da İş Bankası yönetim kurulu üyeliğine getirildi.[85]
1960 sonrasında bu görevinden de ayrılmak zorunda kalan Aras, Demokrat Parti’nin devamı olma iddiasını taşıyarak kurulan Yeni Türkiye Partisi’ni desteklemeye başladı. 1968 yılında anılarının önemli bir bölümünü Görüşlerim-II adlı eserinde toplayan Tevfik Rüştü Aras 6 Ocak 1972 tarihinde vefat etti.
Dr. Melih TINAL
Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü /Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 691-700

Dipnotlar :
[1] Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-I, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, Ankara 1995, s. 1.
[2] F. K.   Gökay, “Tıp Tarihimizde Çeşitli Yönlerden Yeralmış Değerlerimizin Anıları”, Tıp Dünyası, Cilt: 33, S. 5, Mayıs 1970, s. 218.
[3] Zeki Arıkan, “Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde İzmir Basını”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: 1, s. 109.
[4] Dr. Tevfik Rüştü Aras, “Gazi’yi Nasıl Tanırdınız”, Vakit, 13 Mart 1926.
[5] Dr. Tevfik Rüştü Aras, Görüşlerim-I, Ömer Lütfi Kitabevi, İstanbul 1945, s. 218.
[6] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, İletişim Yayınları, İstanbul 2000, s. 112.
[7] Aras, Görüşlerim-I, 108.
[8] Cavit Bey, Felâket Günleri, Mütareke Günlerinin Feci Günleri, (Yayına Hazırlayan; Osman Selim Kocahanoğlu) İstanbul 2000, s. 16.
[9] Celâl Bayar, Ben de Yazdım, Milli Mücadeleye Giriş, Sabah Kitapları, İstanbul 1997, Cilt: 5, s. 61.
[10] Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri I, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1990, s. 23.
[11] Nurettin Can Gülekli-Rıza Onaran, Türkiye Birinci Büyük Meclisi 50. Yıldönümü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1973, s. 48.
[12] Ergün Aybars, İstiklâl Mahkemeleri, Cilt: 1-2, 1920-1927, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, No: 1, İzmir 1988, s. 87.
[13] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1994, s. 164.
[14] Yön, 30 Ekim 1964, Sayı: 83.
[15] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-II, BDS Yayınları, İstanbul 1994, s. 361.
[16] Yön, 30 Ekim 1964, Sayı: 83.
[17] Hasan Rıza Soyak ve Salih Bozok’ta bu gruba dahil idiler.
[18] Hakkı Uyar, Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, Boyut Yayınları, İstanbul 1999, s. 335.
[19] Şerafettin Turan, İsmet İnönü Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, TTK Yayınları, Ankara 2000, s. 128.
[20] Hakkı Uyar, Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, s. 336.
[21] Uyar, Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, s. 335-336.
[22] İnönü, Hatıralar-II, s. 298-299.
[23] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, İletişim Yayınları, Cilt: 1, s. 121.
[24] Tevfik Rüştü Aras, Görüşlerim-II, s. 46.
25] Milliyet, 13-14 Mart 1975, Bu teklif sonrasında Aras’ın Atatürk’ün sağlık durumu ile ilgili bilgileri İnönü’ye iletmeye devam etmesi Aras ve İnönü arasındaki ilişkilerin en azından görünüşte bozulmadığını göstermektedir. Turan, İsmet İnönü..., s. 125.
[26] Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, Ankara 1973, Cilt: 2, s. 758; Andrew Mango, Atatürk, s. 504; İnönü, Hatıralar-II, s. 324.
[27] Andrew Mango, Atatürk, s. 505.
[28] İsmet İnönü, Başbakanlık’tan ayrıldığı günlerde Ankara’da bir futbol maçına gitmiş, stadyumda siyasi çevrelerde şaşkınlık yaratan ve şüphe uyandıran büyük bir sevgi gösterisiyle karşılanmıştır. Bu olay Stadyum Olayı olarak adlandırılmaktadır.
[29] Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, İstanbul 1998, s. 584.
[30] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çeviren, Metin Kıratlı, TTK Yay., Ankara 1991, s. 301; İsmet Bozdağ, Atatürk-İnönü/İnönü-Bayar Çekişmesi, Kervan Yayınları, İstanbul 1972, s. 218.
[31] Haldun Derin, Çankaya Özel Kalemini Anımsarken (1933-1951), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1995, s. 133.
[32] Abdülhalik Renda tarafından yazılan bildiri şöyle idi: “Reisicumhur Atatürk’ün milleti mateme garkeyleyen (boğan) elim ziyaı (kaybı) dolayısıyla, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 34. maddesi mucibince (gereğince) yeni Reisicumhur intihal edilmek (seçilmek) üzere teznin-i saninin (kasımın) 11. Cuma günü saat 11’de Büyük Millet Meclisi’ni toplantıya davet ederim. Aydemir, İkinci Adam, Cilt: 2, s. 23.
[33] 1 oy Celâl Bayar’a verilmişti. Mehmet Kemal, Celâl Bayar Efsanesi ve Raftaki Demokrasi, ABC Yayınları, İstanbul 1980, s. 74.
[34] İsmet Bozdağ, Atatürk-İnönü/İnönü-Bayar Çekişmesi, Kervan Yayınları, İstanbul 1972, s. 217; Erkan Şenşekerci, Türk Devriminde Celal Bayar (1918-1960), Alfa Yayınları, İstanbul 2000, s. 164.
[35] Süleyman Yeşilyurt, Atatürk-İnönü Kavgası, Hiv Yayınları, İstanbul 2001 s. 157; Cemal Kutay, Üç Devirden Hakikatler, İstanbul 1982, Alioğlu Yayınları, s. 163-164.
[36] Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Cilt: 2, s. 26; Selim Deringil, Denge Oyunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1994, s. 45.
[37] İnönü, Hatıralar-II, s. 325.
[38] Kutay, Üç Devirden Hakikatler, İstanbul 1982, s. 162.
[39] Şerafettin Turan, İsmet İnönü, Yaşamı, Dönemi, Kişiliği., s. 131; Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Cilt: 2, s. 25; Nurşen Mazıcı, Celâl Bayar Başbakanlık Dönemi (1937-1939), Der Yayınları, İstanbul 1996, s. 121; Süleyman Yeşilyurt, Atatürk-İnönü Kavgası, s. 100; Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1839-1950, İmge Kitabevi, Ankara 1999, s. 351.
[40] BCA, Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü Arşivi, 030. 18. 1. 2/85. 113.
[41] Hilmi Uran, Hatıralarım, Ankara 1969, s. 325.
[42] Milliyet, 13 Mart 1971.
[43] Ahmet Şükrü Esmer, Siyasi Tarih 1919-1939, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1953, s. 361; Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, İletişim Yayınları, s. 243.
[44] Milliyet, 16 Mart 1971.
[45] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, İletişim Yayınları, s. 244.
[46] Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1839-1950, İmge Kitabevi, Ankara 1999, s. 361.
[47] Dünya, 10 Kasım 1952.
[48] Kamuran Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye, İnkılap Kitapevi, İstanbul 1997, s. 668; Hatay sorununun çözümlenmesi sonrasında aynı deklarasyon Fransa ile 23 Haziran 1939’da imzalanmıştır.
[49] Montreux ve Savaş Öncesi Yılları (1935-1939), T. C. Dışişleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 1973, s. 198-202; Esmer, Siyasi..., s. 251; Gürün, Savaşan..., s. 668-669.
[50] Ahmet Şükrü Esmer, Siyasi Tarih, Ankara 1953, s. 257; Türkiye Dış Politikasında 50 Yıl, Montreux ve Savaş Öncesi Yıllar, s. 205-210; İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, 1920¬1945, TTK Yayınları, Ankara 1989, Cilt: 1, s. 594-598.
[51] Milliyet, 16 Mart 1971.
[52] Yön, 30 Ekim 1964.
[53] Tevfik Rüştü Aras, Görüşlerim-II, s. 2.
[54] Türkiye Dış Politikasında 50 Yıl, İkinci Dünya Savaşı Yılları, 1939-1945, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Yayınları, Ankara 1973, s. 58.
[55] Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34. Yıl, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1987, Cilt: 1, s. 128.
[56] BCA, BKKK, 030. 18. 1. 2/97-116; Erkin, Dışişlerinde., s. 128.
[57] Tan, 7 Şubat 1944.
[58] Cem Eroğul, Demokrat Parti (Tarihi ve İdeolojisi), A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1970, s. 5.
[59] Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye, Bilgi Yayınevi, Ankara 1991, s. 55.
[60] Selim Deringil, Denge Oyunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1994, s. 252.
[61] Şerafettin Turan, İsmet İnönü, Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, s. 261; Selim Deringil, Denge Oyunu, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 1994 s. 253.
[62] Tevfik Rüştü Aras, Görüşlerim-II, s. 2.
[63] Ali Rıza Akbıyıkoğlu, Demokrasi ve İsmet Paşa, Ankara 1986, s. 14; Samet Ağaoğlu ise Müstakil Grubun ülke içinde taraftarı bulunan bütün ideolojilerle barışık olabilmek için oluşturulduğunu iddia etmektedir. Samet Ağaoğlu, DP’nin Doğuşu ve Yükseliş Sebepleri, İstanbul 1972, s. 101.
[64] Necdet Ekinci, Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 1997 s. 246; Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, (Yayına Hazırlayan: Erol Şadi Erdinç) Pera Turizm ve Ticaret A. Ş. Yayınları, İstanbul 1997, Cilt: 2, s. 1128.
[65] Metin Toker, Tek Partiden Çok Partiye 1944-1950, Bilgi Yayınevi, 1990, s. 51.
[66] Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, s. 407.
[67] Dr. Tevfik Rüştü Aras, "Daha Açık Söyleyeceğim”, Tan, 28 Haziran 1944.
[68] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, s. 346.
[69] Hüseyin Cahit Yalçın, "Sovyet Rusya ile İttifak ve İşbirliği Hakkında”, Tanin, 7 Temmuz 1944.
[70] Ethem İzzet Benice, "Boş Söz ve Baş Tavsiyeler”, Son Telgraf, 7 Temmuz 1944.
[71] Vatan, 12 Temmuz 1944.
[72] Cuhuriyet, 12 Mart 1946.
[73] Anadolu, 22 Mart 1946.
[74] Cemil Koçak, "Irkçılık-Turancılık Davasının Siyasi Rövanşı, Öner-Yücel Davası”, Tarih ve Toplum, Ekim 1997, s. 22.
[75] Cumhuriyet, 18 Ekim 1946; Toker, Tek Partiden Çok Partiye, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1991, s. 207; Alpay Kabacalı, Türk Basınında Demokrasi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1994, s. 203; Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş 1946-1950, Kaynak Yayınları, İstanbul 1982, s. 131; Ahmen Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, Cilt: 2, s. 1371.
[76] Sertel, Hatırladıklarım, s. 235.
[77] Toplantının yapıldığı gün Tevfik Rüştü Aras, Ankara’da idi. Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, s. 241.
[78] Ulus, 20 Ekim 1946; Cumhuriyet, 20 Ekim 1946; Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, s. 241; Bekir Berk, Zafer Bizimdir, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1973, s. 15.
[79] Son Posta, 20 Ekim 1946; Yeni Asır, 20 Ekim 1946; Ümit Sinan Topçuoğlu, Meraşal Fevzi Çakmak, Latin Matbaacılık, İstanbul 1977, s. 150.
[80] Falih Rıfkı Atay, “Hak mı? İmtiyaz mı?”, Ulus, 22 Ekim 1946.
[81] Cumhuriyet, 23 Ekim 1946.
[82] Ulus, 12 Kasım 1946.
[83] Toker, Tek Partiden Çok Partiye, Bilgi Yayınevi, 1990, s. 210.
[84] Milliyet, 1 Ağustos 1950.
[85] Türkiye İş Bankası Tarihi (Proje Yöneticisi Uygur Kocabaşoğlu), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Aralık 2001, s. 306.
KAYNAK: HASAN ÖZÇELİK

2 yorum:

  1. Oldukça emek isteyen bu değerli yazınızı okumak, dünü iyi anlamak bugüne ışık anlamına geliyor. Ne yazık ki biz dünü bilmeden, öğrenmeden hazırı tüketerek bugünlere geldik.. Emeğinize sağlık Mehmet Bey. Saygılar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bilinçli bir şekilde geçmişimiz silinmeye çalışılıyor. Böyle değerli çalışmalarla binbir emekle, kanla kurulan ülkemizin değerli evlatlarını hatırlamak gerekiyor.
      Sevgi ve en derin Saygılarımla.

      Sil