29 Temmuz 2010 Perşembe

UZUNCA BİR ARA

Adli tatilin başlamasıyla bize de tatil yolu gözüktü. Hafta sonundan itibaren 5 haftalık uzun bir tatile giriyoruz. Ben de fırsattan istifade yazlığın yolunu tutuyorum.

Ne mi yapacağım?

- Günlük çalışma atmosferinin ve büro keşmekeşinin dışına çıkacağım,
- Daha çok dinleneceğim, (ne bilgisayar var ne televizyon)
- Daha çok okuyacağım, (sanki okumuyormuşum gibi)
- Dostları ziyaret etmeyi düşünüyorum, (İnşallah gerçekleştirebilirim)
- Kerahat vakitlerini kaçırmamaya çalışacağım.

Neredemiyim?

1 Ağustos’tan itibaren, Didim/Akbük/Altınsite’de demir atacağım. Dönüş tarihim bilinmez. Kendim karar vereceğim. Sıkılana kadar diyelim.

Adresim, o yöreyi bilenler için başka bir bilgiye ihtiyaç duyurmayacak kadar net. Site tabelasında durduğunuz takdirde bakışıyor olacağız. Yolu düşenler, yolunu düşürenler, geçerken uğrayanlar, uğramak için geçenler, verilecek bir merhabası olanlar, beklerim efendim.

Vedamıza ustamızdan da bir şiir ekleyelim;



Hoşçakalın Dostlarım

Hoşçakalın dostlarım benim
Hoşçakalın dostlarım
Sizi canımda canımın içinde
Kavgamı kafamda götürüyorum
Hoşçakalın dostlarım
A dostlara kavga dostu
İş kardeşi
A yoldaşlara tek hecesiyiz
Tek hecesiz elveda
A dostlara kavga dostu
İş kardeş
Yoldaşlara elveda
Görüşürüz yine görüşürüz dostlarım
Beraber güneşle güler beraber döğüşürüz
Hoşçakalın dostlarım
A dostlara kavga dostu
İş kardeşi
A yoldaşlara tek hecesiyiz
Tek hecesiz elveda

28 Temmuz 2010 Çarşamba

TEMMUZ AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 3


KİTABIN ADI : Taş Devrinden Bugüne Tarihimiz- İnsanın Hikayesi
KİTABIN YAZARI : James C. Davis
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Barış Bıçakçı
KİTABIN YAYINEVİ : T. İş Bankası Kültür Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 4. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 459 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 6/10
YORUM : Benzeri konulardan sayısını hatırlayamadığım kadar çok kitap okudum. Son zamanlarda bu tür bir kitabı aldığımda farklı bir bilgiden ziyade yazarın geçmişteki olaylara yaklaşımını irdelemeye ve eserin bilimsel tadına varmaya özen gösteriyorum.
Kitap tamamen, en basit seviyede anlatım için hazırlanmış. Hiçbir bilimsel kaygısı ya da özgünlüğü bulunmamakta.
Sayın yazar, daha kitabın başlarında, tek tanrılı dinlerin doğuşunu anlatırken, bu kitaplardaki hikayeleri (masalları desek daha doğru olacak) anlatırken sanki bu olayları, insanlığın geçmişinde gerçekten olmuş olaylar gibi anlatarak, aslında bilimsel-tarihsel bir kaygı taşımadığını, dünyaya Darwinci değil, klasik hristiyan dinci kafası ile baktığını gösteriyor.
Kitap aslında insanlığın bir tarih hikayesi de değil. Yazarın kendi seçtiği konularda basit okuma parçaları görünümünde yazılar. Kitabın yarısına gelmeden son yüzyıla giriveriyorsunuz.
20. Yüzyılın olaylarını Amerikan kapitalist mantığı ve kafasıyla peşpeşe sıralıyor.
İnsanlığın hikayesini anlatan bir kitapta “Macdonald’s” hamburger zincirinin hikayesini okuduğunuzda şaşalıyor, amerikan gözüyle sosyalist SSCB ve Çin devrimlerini okuyunca da tarihinde çarpıtılma derecesini tahminleriniz dahi şaşıyor. SSCB’nin bir dönem uzay yarışında amerikayı tesadüfen geçtiğini, Brejnev’in salyasını tutamayan bir adam olduğunu okuduğunuzda da kitabı havaya atıp güzel bir vole çekmeyi dahi düşünebiliyorsunuz.
Bu nasıl kitap tanıtımı oldu demeyin. Bu da böyle bir tanıtım işte…

(Kitabın orijinal baskısı)

James C. Davis, ABD'deki Pennsylvania Üniversitesi'nde 1960-1994 arasında tarih dersleri verdi. Modern Avrupa uluslarının doğuşu, özellikle de Venedik tarihi alanında tarihçilere yönelik dört kitap yazdı. Sıradan insanlar, çalışanlar ve köylüler tarihin ayrılmaz bir parçası olarak eserlerinde yer aldı. Son kitabı olan İnsanın Hikâyesi, aynı zamanda eğitmenlik hayatı boyunca edindiği, tarihi uzman olmayanlara kolay anlaşılır olarak aktarma deneyiminin somut bir ürünüdür. (alıntı)

27 Temmuz 2010 Salı

HİTLER'İN KUZULARI !..‏

(Sayın yazarın izniyle)

HİTLER'İN “KUZULARI”!..

Hükümet yanlıları da “12 Eylül”le hesaplaşmayı 12 Eylül'e bıraktı; karşıtları da! Ortada gerçekten bir hesaplaşma olacak mı? Asla!.. Her şeyden önce buna mevzuat engel! Darbelerle hesaplaşma çabalarına şimdi de, İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi eklendi. Sanki darbe yapmak isteyenler, yasadan aldıkları yetkilerle hareket ediyorlar. Darbe yapmaya teşebbüs edenleri cezalandırmak mümkün. Bu konuda gerekli ceza hükümleri kanunlarımızda var zaten. Darbe yapıldıktan sonra ise, yargılamayı yapacak olan mahkemeler de darbecilerin etkisi altına gireceğinden, bu hükümleri kimse uygulayamaz! Geçmişte yaşadığımız deneyimler bize bunu çok iyi öğretti. O halde referandumu 'darbelere karşı' bir ‘tedbir’ gibi göstererek, onu 'darbeleri oylamaya' dönüştürmek, halkı aldatmaktan başka bir şey değildir. Darbe mağdurları için ‘ağlamak’ ve o günlerin anılarından hüzünlü alıntılar yaparak duyguları ‘sömürmek’, bu aldatmacanın en güzel örnekleridir… Darbe çerçevesinde 25 ilde “Evet” kampanyasını Hak-İş’in üstlenmesi ise hayli ilginç. Tekel işçilerinin eylemi sırasında, onlara en küçük bir destek vermeyen bu ‘işçi’ sendikaları konfederasyonu, daha önce de ‘işçi hakları’ için bu genişlikte bir eylemde hiç bulunmamıştı… ‘Sarı sendikacılığın’ tipik örneği ve günümüzde büründüğü şekil Hak-İş’tir!…

Hükümet ve yandaşları, 12 Eylül Faşist Rejimi’nin sağ-sol çatışması diye bilinen şiddet olaylarını bitirebilmek için, başvurduğu resmi şiddetin; masum pek çok insanın hayatını kaybetmesine neden olduğunu nihayet öğrendiler. Bu nedenle de sömürülme sırasına 12 Eylül’ü getirdiler. 12 Eylül’de, toplumdaki dinamik unsurların yönetime kesin itaatini sağlayabilmek için, asılmak suretiyle onlarca gencin idam edildiği bilinen bir şey. İlginçtir; bugün bu gençlerin yürek parçalayan öykülerini, toplumun her kesimi sahiplenmektedir!.. 12 Eylül'ün ürünü olan siyasi yapılanmalar bile, varlığını 12 Eylül'e karşı gelerek sürdürmeyi bir zorunluluk olarak görmeye başladılar. Bunlar iyi gelişmelerdir!? Avukatlar, 12 Eylül yönetiminden infazların durdurulmasını istemek için, o tarihlerde başlatılan kampanya sırasında, Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olan Recep Bey’e de gittiler. Recep Bey, destek vermek bir yana, hararetle idam cezalarını savunmuştu!..(1) Bugün ise idam edilen gençlerin mektuplarını okuyarak ağlıyor olmasını anlamak mümkün değildir!. Toplumun her kesiminin 12 Eylül’ü nefretle andığını o da biliyor. Şimdi anayasa değişikliklerini 12 Eylül'le hesaplaşmak için yaptığını söylemesi de bu nedenledir kuşkusuz. Halbuki, o paketin içindeki iki değişiklik, ülkeyi 12 Eylül rejiminden de daha gerilere götürecek!.. Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun hükümete bağımlı hale getirilmesi olarak özetlenebilecek bu iki değişikliği, gözden kaçırmak için yapılan ve aslında kimsenin de karşı çıkmadığı 'reform' niteliğindeki diğer değişikler, yasalaşsalar bile kalıcı olamazlar!.. Zira, hükümet yine bir 'gece yarısı operasyonu' ile tümünü geri alabilir! Bu duruma karşı koyabilmek, ancak ve ancak 'bağımsız yargı' ile olanaklıdır. Yargı yürütmeye bağımlı hale gelince ve hükümetin icraatlarını, ‘yasalara uygun’ olarak yorumlamaya başladığında, geleceğimiz yer; felaketin tam ortası olacaktır…
Derinlemesine bilgi sahibi olan pek çok hukukçu, bu değişikliklerin “kuvvetler ayrılığı” ve “yargı bağımsızlığı” gibi demokrasinin ‘olmazsa olmaz’ ilkelerini ortadan kaldıracağını anlatıyor. Günümüzde, yasama, yürütme ve yargının bir erkte toplandığı “kuvvetler birliği” ilkesiyle yönetilen devletler kalmadı denebilir. Böyle bir sistemi savunmak, bu çağda olacak bir şey değil. Denetlenecek olanın, kendisini denetleyecek olanı seçmesi, her şeyden önce, yargının “bağımsızlık” ve “tarafsızlığını” ortadan kaldırır. Bu iki ilkenin, uygulanmadığı ülkelerde 'adalet'ten söz edilemez. Adaletin olmadığı bir ülkede ise, devlet çöker! Savaş yapmadan bir devleti parçalamak bu yoldan bile mümkündür. Bu nedenle de önümüzdeki 'referandum'un önemi bir kat daha artmıştır. Denebilir ki, bu 'referandum' Türkiye Cumhuriyeti'nin 'var olma-yok olma' referandumudur!..

Unutulmamalıdır ki, yürütmenin yargı üzerinde etkili olması, keyfi uygulamaları artırır; “hukukun üstünlüğü” ilkesini işlevsiz hale getirir. Yönetim, tasarruflarında 'kamu yararı' ölçütünü bir yana bırakıp, yerine 'özel yarar' ve 'özel zarar' gibi ölçütleri getirebilir; işlemlerinde 'objektif' olmaktan uzaklaşır da, 'keyfi' davranmaya başlarsa, keyiflerinin nerelere kadar uzanacağını hiç kimse önceden kestiremez. Bu rejimin adı ne konulursa konulsun, baskıcı bir rejim olacağı tartışma götürmez! Böyle bir rejim hafızalarımızda canlıdır… Aradan 30 yıl geçmesine rağmen, 12 Eylül Faşizmi’nin yaraları hala sarılmadı. Yürütmeyi frenleyecek mekanizmalar, yürütmenin etkisine açık bırakıldığında ve evrensel değerler yerine kişilerin insafına bağlı kalındığında, felaketlerin ardı arkası kesilemez. Faşist yönetimler, böyle dönemlerde önce muhalifleri sustururlar; sonra sıra meşru yollardan direnecek olanlara gelir!..

Keyfi olarak 6 milyon Yahudi'yi katleden yetenekli 'ego manyak' Hitler gibi liderlerin arkasında, hiç kuşku yok ki, hukukçular da vardı ve ona 'meşruiyet' zemini onlar hazırlamıştı… Faşist liderlere bu olanağı sağlayanların sorumluluğu ise liderlerinden daha az değildir…

Yönetimi 'denetimsiz' bıraktıktan sonra, memurlara 'grevsiz' toplu sözleşme hakkı tanımanın ne anlamı olabilir?.. Grev hakkı olan işçi sendikalarının 25 ilde başlattığı “Evet” kampanyasına bakarak; grev hakkı olmayan memur sendikalarının ne işe yarayacağı çok kolay anlaşılabilir. Geçtiğimiz kış aylarında, Tekel işçilerinin başına gelenleri unutmadık. Üstelik onların 'grev hakkı' varken, bütün bu olanlar başlarına geldi. Grev silahı olmayan bir memur sendikasının 'denetimsiz' bırakılan yönetim karşısında, ne etkinliği olabilir ki? Kadınlar, çocuklar ve özürlüler için 'pozitif ayırımcılık' yapılması ile ilgili düzenlemeler de, aynı şekilde güvencesizdir ve bir gecede geri alınabilirler!..

Bu 'referandum' ile bizden, yöneticilere asıl şu yetkiyi vermemiz isteniyor: Çoğunluğun seçtiği yönetim, kendini denetleyecek ve gerektiğinde yargılayacak olan organları da seçsin! Başka bir ifade ile söylersek: Çoğunluğun seçtiği yöneticiler, tıpkı bir padişah gibi 'sorumsuz' ve 'dokunulmaz' olsunlar! Peki bunun karşılığında halka verilmesi vaat edilen nedir? Hiçbir şey!.. Hiç kuşku yok ki, böyle bir rejim altında halkın 'seçme ve seçilme özgürlüğü' de tehlikeye girer! Halk ‘yurttaş’ olmaktan çıkarılıp ‘kul’ haline getirilmek istenmektedir!..

“Halkı 'aldatmak' suretiyle adım adım bir 'karşı devrim' yapılıyor” diyenler haksız değildir. Karşı devrimin son adımı, hükümeti ‘denetleyecek’ ve gerektiğinde ‘yargılayacak’ olan organları, etkisizleştirip göstermelik kurumlar haline dönüştürmektir. Son anayasa değişiklikleri kabul edildiğinde, 'denetim' organlarının yegâne görevi, iktidarın 'keyfi' icraatlarına kılıf hazırlamaya dönüşecektir. Tıpkı, düşüncenin yerine eylemi ve aklın yerine duygu ile heyecanı geçiren Nazi Almanyası'nda olduğu gibi. Nazi Rejimi (1933-1945) Avrupa'da 60 milyon ölü, 5 milyon kayıp ve sayısı bilinmeyen göçler ile yakılıp yıkılmış şehirler bırakarak gitmiştir. Bu durumun yaratıcısı olan Nazi ileri gelenleri, Nürnberg Mahkemesi'nde yargılanıp, idam da dâhil, çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Duruşmaların Amerikalı savcısı, memleketine geri dönmeden önce, Hitler'in Adalet Bakanını hücresinde ziyaret etmiş ve şu sözleri söylemişti: “Hitler kendi görüşü doğrultusunda, 'insan hakları' ve 'benzeri konularda' yasalar çıkardığı an, Almanya savaşı kaybetmişti. Siz de Sayın Adalet Bakanı, Almanya'da ve tüm Avrupa ülkelerinde Ceza Hukuku konusunda sayısız eserler yayınlamış ve bir otorite düzeyine erişmiş hukukçu olmanıza karşın, Hitler'in hazırladığı kendine özgü bu yasalara imza attığınız anda, kendi kendinize idam cezasını vermiş oldunuz. Ben bu duruşmaların savcısı olarak, size bu hatanızı hatırlatmak için, bulunduğunuz bu küçük taş hücreye gelmiş bulunuyorum. Hoşça kalınız...” (2)

Temel hukuk kurallarında yapılan değişiklikleri 'küçümsemenin' yaratacağı tehlikeyi anlatmak bakımından, bu örnek tarihe altın harflerle yazılmıştır! Şimdi de biz 72 milyon halk olarak, Nazi Almanya'sının Adalet Bakanı ile aynı durumdayız. Bu anayasa değişikliklerine “Evet” dediğimizde, önce demokrasiyi ipe çekeceğiz, sonra da gelecek nesillerin idam fermanını imzalamış olacağız!..

Yıllardır savunduğu görüşlerle taban tabana zıt olacak şekilde, AKP'ye özel “Anayasa Taslağı” hazırlamayı içine sindirebilen Prof. Dr. Ergun Özbudun hoca ile, yazdığı kitaplarda savunduğu fikirlerin, bugün tam tersini savunduğu için sorulan soruya: “Onlar kişisel görüşlerimdi, şimdi savunduklarım ise resmi görüşlerimdir” diyecek kadar iktidar sarhoşu olan, Prof. Dr. Burhan Kuzu hocayı da bu vesile ile ve ‘saygıyla’ anmak isterim. Her ikisi de görevlerini ‘kusursuz’ ikmal etmişlerdir. Hiç kuşku yok ki, Hitler’in bu kuzusu ile, diğer 'kuzularının' durumu bizimkinden daha iyi değildir! Bir gün, bu “değerli” akademisyenlere, kendi kitaplarını hediye etmeyi çok isterim!..

Ünlü dönekler ile 12 Eylül’ün ürünleri, ‘Bremen Mızıkacıları’ gibi birbirinin üzerinde, 12 Eylül mağdurlarının referandumda “Evet” oyu kullanmaları gerektiği şarkısını söylüyorlar. Onlara verilen iş, suyu bulandırmaktı. Onlara sorsalar, 12 Eylül’ün mağdurları, hâlihazırdaki siyasal durumu onlar kadar iyi değerlendiremeyecek durumdalar. Oysa hem sağdan ve hem de soldan 12 Eylül’ü yaşayıp da adam gibi dimdik ayakta duranlar; dönek, işbirlikçi, yalaka ve kaypak olan bu ‘insanlara’ acı acı gülümsüyorlar. Kalemlerin ucundan pislik damlayan o hainler ise, yaladıkları ve yalayacakları kemiklerin karşılığını bugün için bu şekilde veriyorlar!..

Hayırsızlara “Hayır” demek ulusal bir ödevdir bugün!..

Geleceğimiz “Hayır”lı olsun!..

Av. Cemil Can


DİPNOTLAR :
(1)http://www.odatv.com/n.php?n=basbakan-erdogan-bu-idam-mahkumlarini-hatirlitor-mu-2107101200
(2)Bütün Dünya, 1 Mayıs 2009

23 Temmuz 2010 Cuma

TEMMUZ AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 2


KİTABIN ADI : ‘Avrupa Birliği’ çıkmaz sokak
KİTABIN YAZARI : Erol Manisalı ve öğrencileri
KİTABIN ÇEVİRMENİ : -
KİTABIN YAYINEVİ : Bilgi Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2005
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 494 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 9/10 (Çok az sayıda dizgi hatası var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10
YORUM : Avrupa Birliği, yaklaşık son otuz senedir Türkiye’nin en önemli gündem maddesi. Neredeyse her Türk insanının kendisine göre bir fikri var. Reddeden ve benimseyen kitlelerin büyük çoğunluğu herhangi bir nedenle kabul ediyor veya reddediyor, ama kimse gerçekten “Avrupa Birliği” nedir? Ne değildir? Türkiye neden bu kadar çok çabalıyor, Avrupa bizi neden istemiyor? vs uzayıp giden sorulara ikna edici cevaplar veremiyor..
“Hayatım Avrupa Birliği” diyen Sayın Prof Erol Manisalı, yıllardır dili döndüğünce elinden geldiğince, yazarak, konuşarak Avrupa Birliği’ni Türk toplumuna deşifre etmeye çalışıyor.
Bu kitapta da, 2004-2005 İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İktisat Fakültesi adına doktora dersleri veren değerli hoca, bu kez Avrupa Birliğini, öğrencilerine tüm yönleriyle makale çalışması yaptırarak tanıtıyor. Doktora öğrencilerinin hazırladığı bu kitaba 3 ilave çalışma da eklenmiş.
Evet, Avrupa Birliği, çıplak olarak karşınızda. Tüm gerçekler burada. “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” tuzağına düşmeyecek her Türk aydınının mutlaka okuması, okutması ve el kitabı gibi kitaplığında bulundurması gereken çok aydınlatıcı bir kitap.
Son makalenin son sayfasından (dolayısıyla kitabın son sayfasından küçük bir alıntı:
Avrupa Birliği kapitalist-emperyalist bir birlik olarak inşa edildi, ve bu durum değiştirilemez. Her önemli ekonomik, toplumsal, siyasal ve uluslar arası sorunda, AB’nin bu niteliği biraz daha görülüyor.”
“Sağ”dan ve “sol”dan israrla ülkemizi bu batağa sokmak isteyenlere karşı Ey Türk Gençliği haydi bilgi ile silahlanmaya, DAHA GEÇ OLMADAN…

Erol Manisalı (1940, İstanbul) Türk iktisatçı, akademisyen ve düşünür. Ulusalcı düşünceleriyle tanınır; küreselleşme ve AB politikalarına karşı Cumhuriyeti savunur. Türkiye'nin yetiştirdiği, uluslararası saygınlığa sahip akademisyenlerindendir.
Prof. Dr. Erol Manisalı, halen İ.Ü. İktisat Fakültesi'nde Öğretim Üyeliği yapmaktadır ve aynı kurumun Avrupa ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi'nin başkanıdır. İngiltere, ABD, Japonya, Almanya, İsviçre, Hollanda, Belçika, Avusturya, Norveç ve Mısır'da çok sayıda konferans vermiş ve uluslararası konferanslarda aktif katılımcı olarak bulunmuştur. Türk ekonomisi ve AB ilişkileri içeren raporları bulunmaktadır.
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi ve Okan Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Manisalı, Avrupa Birliği müzakerelerinin kullanılarak Türkiye'nin sömürgeleştirilmek istendiğini ileri sürdü. Ordu Barosu'nun düzenlediği 'AB-Türkiye İlişkileri' konferansında konuşan Prof. Manisalı, AB müzakerelerinin çok kötü bir seyir takip ettiğini belirtti. AB üyelik sürecinde cumhuriyetin temel değerlerinin tasfiye edilmesine çalışıldığını öne süren Manisalı, "AB müzakereleri kullanılarak Türkiye adeta sömürgeleştirilmek istenmektedir. Böyle giderse Türkiye 10-15 yıl sonra parçalanır. Bunun adımları atılmıştır. 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması, 17 Aralık 2004 ve 3 Ekim 2005 tarihleri bunun belgesidir. Yugoslavya buna örnektir. Ama Türkiye'de bunu yavaş yavaş yapıyorlar. Bugünkü şekliyle giderse 10-15 yıl sonra Türkiye, Fener Patrikhanesi 'yle, Güneydoğusuyla, Kuzeydoğusuyla bölünmüş hale gelir" diye konuştu. Sivil toplum teşkilatlarının artık daha aktif olması gerektiğini ifade eden Manisalı, "Bugünkü sorun emperyalizmle işbirliği yapmakla anti-emperyalist olmak arasındadır. Türkiye'de taraflar belirmiştir" ifadesini kullandı. Özellikle şimdiki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 1995'de meclis kürsünden AB'ye karşı duruşunun 2002'den günümüze nasıl terse döndüğünü bizzat Abdullah Gül'ün sözleri ile göstermesi, Türkiye'deki siyasi yapılanmayı ve siyasi gelişmeleri çözümleme ve Türkiye'nin AB veya bazı uluslararası kurumlar ile olan ilişkilerdeki konumunu gayet net ortaya koymaktadır. Gül Gümrük Birliği antlaşması sonrası "Arka bahçe oluruz" derken bugün tam tersi konumdadır. Manisalı bunları Türkiye'nin Askersiz İşgali: "Gümrük Birliği" (Hayatım Avrupa 3. Kitap) adlı kitabında çok güzel göstermiştir. Manisalı, AB'ye alınmadan Gümrük Birliği'ne alınan tek ülke olan Türkiye'nin AB ile olan ilişkileri konusunda uzman bir hocadır.
2005 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

REFERANDUMDA KİMLER "HAYIR" DİYECEK

(Sayın Nesrin Armağan ve Acar Şensoy'un katkılarıyla)

Hayırseverler! Demokrasi mücadelesi hayırlarınızla güçlenecek.Çünkü:

1. Küresel sermayenin istediği yargı-yürütme organizasyonunu amaçladığı için,
2. Demokratik müzakereyle değil kapalı kapılar ardında hazırlandığı için,
3. Hukukun gereklerini değil sermayenin çıkarlarını gözettiği için,
4. Sivillik postunda otoriterliği amaçladığı için,
5. Çoğulcu demokrasiyi değil, çoğunluk diktatörlüğünü yansıttığı için,
6. Evrensel ilkeleri değil özel çıkarları öne aldığı için,
7. 12 Eylül Anayasası’nın öz çocuğu olduğu için,
8. 24 Ocak kararları kutsanarak 12 Eylül Darbesiyle hesaplaşılamayacağı için,
9. Statüko yıkılıyor haykırışlarıyla piyasanın ortodoksluğu örgütlendiği için,
10. Halkın gerçek değişim taleplerini boğmak için geliştirilen statükocu bir değişim programı olduğu için,
11. Yürütmeye denetlenemeyecek bir güç verdiği, toplumu değil devleti güçlendirdiği için,
12. Kadın, çocuk ve engelli haklarına ilişkin zaten yürürlükte olan uluslararası mevzuat reform diye yutturulduğu için,
13. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin zaten yürürlükte olan uluslararası mevzuat ile yerleşmiş mahkeme içtihatları reform diye su nulduğu için,
14. Öncelikle vergi borçlularının yurt dışına çıkma hürriyeti gözetildiği için,
15. Sadece sendikaların aidat gelirlerini artırmaya yarayan düzenleme reform olarak su nulduğu için,
16. Sendikaların üyeleri adına yargı mercilerine başvurmalarının anayasal dayanağı kaldırıldığı için,
17. Kamu emekçilerinin grev hakkı mevcut düzenlemenin aksine engellendiği için,
18. Toplu görüşme toplu sözleşme diye yutturulduğu için,
19. Toplu görüşmede uyuşmazlık çıkması durumunda son karar merciinin kararlarına karşı yargı yolu kapatıldığı için,
20. Grevde oluşan zararlardan sorumluluk sendikalardan alınıp işçinin sırtına yüklendiği için,
21. Emekçilerin kendi mücadelesiyle kaldırdığı grev yasakları yeni kaldırılıyormuş gibi su nulduğu için,
22. Emekçilerin hakları göz ardı edilip, onları denetim altında tutacak sendika bürokrasisi tavlanmaya çalışıldığı için,
23. Kamu denetçiliğini talep edenlerin karşısına işlevsizliği ve tarafgirliği anayasal güvenceye bağlanmış bir kamu denetçisi çıkarıldığı için,
24. Kanunlarda zaten var olan mahkemelerin yerindelik denetimi yapamayacağına ilişkin hükmün anayasaya konulup, özelleştirme, deregülasyon ve kamu harcamalarının kısıtlanmasına ilişkin düzenlemeler yargı denetiminden çıkarılmak istendiği için,
25. Orman arazilerinin, kıyıların, akar su ların satılması ve kiralanmasına, iş güvencesi ve kıdem tazminatının kaldırılmasına ilişkin düzenlemeler bu paketin kabulünü beklediği için,
26. Özel yetkili mahkemeler hukuku katlederken askeri mahkemelerin yetkilerinin azaltılmasına reform dendiği için,
27. Anayasa Mahkemesi üyelerinin çoğunluğunu belirleyebilme ayrıcalığı yürütmeye verildiği için,
28. Anayasa Mahkemesinde hukukçu bile olmayanların çoğunluğa ulaşması öngörüldüğü için,
29. YÖK’ün kaldırılması büyük çoğunluğun talebi iken Anayasa Mahkemesine gönderdiği üyeler artırılarak güçlendirildiği için,
30. Sayıştay bir mahkeme bile değilken Anayasa Mahkemesine gönderdiği üyeler artırıldığı için,
31. “Anayasa şikayeti yolu” talep edenlerin karşısına işlevsizliği anayasal güvenceye bağlanmış bir “anayasa şikayeti yolu” çıkarıldığı için,
32. “Anayasa şikayeti yolu”, insanların haklarına kavuşması amacıyla değil, davalarının sürüncemede kalması ve devletin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkum olmaması amacıyla getirildiği için,
33. Bir yandan “askeri vesayet” denilip Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı’na Yüce Divan ayrıcalığı tanındığı için,
34. HSYK’da Adalet Bakanının yetkileri artırıldığı için,
35. Karar yetkisi idareye verilip, hakimler ve savcılar temsil ile avutulduğu için,
36. Adalet Bakanlığı Müsteşarının HSYK’yı bloke etme ayrıcalığı kıskançlıkla korunduğu için,
37. Terör ve güvenlik konsepti Adalet Bakanlığı Müsteşarı aracılığıyla HSYK’ya, hakim ve savcılara dayatıldığı için,
38. Yargı bağımsızlığı olmadan hak ve özgürlükler korunamayacağı için,
39. “Hakimlerin İktidarı” var denilip “İktidarın Hakimleri” ihya edildiği için,
40. Özgürlük getirmeyip sadece özgürlüksüzlüğün uygulayıcıları değiştirilmek istendiği için,
41. Hayır diyenler Ergenekoncu ilan edildiği için.

Direnme gücü,
Dünya “evet” sözcüğünü duymak istediğinde “hayır” diyebilme yetisidir.
Erich Fromm

20 Temmuz 2010 Salı

ÇAMLIDERE-SOĞUKSU DOĞA YÜRÜYÜŞÜ

Aslında 11 Temmuz günü yaptığımız, ancak geçen hafta araya giren hastalıklar ve sehayatler nedeniyle yazma fırsatı bulamadığım doğa yürüyüşü notlarımı ancak kaleme alabiliyorum.

Aslında Eğerlidere-Eğerlibaşköy köyleri arasında yapılması planlanan yürüyüşümüz, belirlenen güzergahın oldukça ormansız ve çıplak olması nedeniyle aşırı sıcakta eziyete dönüşeceği düşüncesi ile hareketimizden hemen sonra, bugün bizlere ilk kez rehberlik yapacak Tekin beyin önerisi ile Çamlıdere yöresinden başlayıp Soğuksu milli parkında sona erecek bir başka rota ile değiştirildi.
Rehberimiz ve 26 katılımcı ile sabah 08.00'de başlayan yolculuğumuz bazı uzun beklemeler sebebiyle gecikmeli olarak saat 11.00 civarında yürüyüşe başlayacağımız noktaya ulaşabildik. Başlangıçta rehberimizin yaklaşık 15-16 kilometre olarak tariflediği yürüyüşümüz orman içinde başladı.
Eğimli olarak hafifçe yükselen bir rotada, rehberimizin deyişiyle, Osmanlı dönemi, Kızılcahamam-Ankara kervan yolundan devam ettik. Gerçekten zaman zaman taş döşemeli bazı yollardan geçtik.
Rotanın sabah bölümü nisbeten düzgün orman içi yollardan devam etti. Havanın oldukça sıcak olması nedeniyle su tüketimimiz oldukça fazla olmasına karşın yolumuz üzerinde çok fazla çeşme olması ve molalarımızı dikkatle değerlendirerek epeyce yol aldık.

Grubumuzda yürüyüşe yeni başlayanlar olduğundan başlangıçta oldukça yavaş yol aldık. Rehberimiz, grubu fazla tanımadığından ve tek başına olduğundan, eski yürüyüşlerimizden deneyimli bir arkadaşımızı artçı olarak belirledi. Zaman zaman grup ikiye bölünmesine karşılık oldukça düz olan kısımlarda yine de belli bir ritmi tutturmayı başardık.
Saat 13'ü biraz geçe verdiğimiz öğle yemeği molası yine güzel esprilerle ve neşeyle geçti. Kalabalık soframızın kahkahaları, Mehdi'nin Fransa'dan getirdiği bir şarabın içilmesi ile doruğa ulaştı.
Yaklaşık bir saatlik molanın ardından başlayan yürüyüşümüz orman içinde uzun bir inişle devam etti.
Bir süre orman içi yoldan devam eden yürüyüşümüzde, hem yolu biraz kısaltmak ve hem de sıkı bir çıkış isteyen bazı grup üyelerimizin isteğini karşılamak üzere, oldukça eğimli bir çıkışa yöneldik. Bu çıkış sırasında grubumuzun bazı üyeleri ve özellikle yeni başlayanlar oldukça zorlandı. Ortak çıkış mahalline yaklaşık yarım saatlik bir gecikme ile ulaşabildiler.
Çıktığımız bu noktada, Kızılcahamam ilçesini uzaktan panoramik olarak görme olanağı bulduk. sonra oldukça eğimli bir inişle orman içi yoldan ilçeye doğru inişe geçtik.
Ulaştığımız son tepemizde, soğuksu milli parkını tepeden görerek yaklaşık 15 dakikalık son molamızı verdik. Daha sonra bulunduğumuz tepeden oldukça dik bir eğimle çok sert bir inişe geçtik.
Akşam saat 19.00 sıralarında inişi tamamlayıp Soğuksu mesire alanında aracımızın bizi beklediği noktaya ulaştığımızda yaklaşık 15 kilometrelik zorlu ve keyifli bir yürüyüşü tamamlamanın mutluluğu ile karpuzlarımızı iştahla yedik.
Yolda artık alışılmış şekilde verdiğimiz çay çorba molalarımızı tamamlayarak ve arkadaşlarımızı aldığımız noktalarda bırakarak dönüş yolculuğumuzu saat 22.00 dolaylarında tamamlayarak Ankara'ya ulaştık.
Nice keyifli yürüyüşte yine birlikte olmak dileğiyle, zorlu bir haftaya merhaba...









16 Temmuz 2010 Cuma

ONLARI UNUTMAYIN - 17

MİLLİ ŞEHİT: URFA MUTASARRIFI NUSRET BEY

Mart 1919 tarihinde Urfa’nın işgalinde; Bir İngiliz yarbayı, iki subay ve bir zırhlı otomobille geldikleri Urfa’da İngiliz Kumandan, ziyaret ettiği Mutasarrıf Nusret Bey’e “Galip bir hükümetin askeri neden karşılanmıyor?” diye sorduğunda ondan “Haksız yere memleketi işgal eden bir kuvveti karşılamaya çıkmak bir Türk mutasarrıfına yakışmaz. Bir misafir gibi gelseydiniz, sizi Birecik’de karşılardım” diyen, Atatürk’ün güvendiği; Nusret Bey, 19 Nisan 1914’de Bayburt kaymakamlığına atandı. Onun Bayburt Kaymakamı olarak göreve başlamasından kısa bir süre sonra Avrupa’da I.Dünya Savaşı çıktı. Bunun üzerine Bayburt Bölgesinin de içinde bulunduğu Doğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan Ermeniler, Rusların bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmalarına yardımcı olacağı şeklindeki kışkırtmaları sonucu gönüllü silahlı Ermeni grupları teşkil ederek Türk mahalle,köy,kasaba ve şehirlerinde katliamlara başladılar.Doğu Anadolu Bölgesi’nde bu olaylar cereyan ederken Osmanlı idaresi,1 Haziran 1915’de savaş mıntıkasında oturan Ermeniler’in savaş alanı dışı olan Suriye dolaylarına gönderilmesini içeren“Ermeni Tehciri” kanununu çıkardı.
Haziran 1915’de Erzurum’daki 3.Ordu Komutanı Mahmut Kamil Paşanın emriyle, Bayburt harp sahası içinde olduğu için bölgedeki Ermeniler de Nusret Bey’in idaresi altında bulunun bölgedeki jandarma güçleri vasıtasıyla salimen Erzincan’a sevk edildiler. Tehcir sırasında gayri kanuni hiçbir vukuat olmadı. Tehcire tabii tutulan Ermeniler’in emval-i metrukeleri de oluşturulan bir komisyon tarafından satılarak bedelleri kendilerine verildi.
Ermeniler Bayburt’tan göç ettikten sonra da bölgede Ermeniler’in çetecilik faaliyetleri devam etti ve bu konuda değişik tarihlerde Erzurum Vilayeti’nden Dahiliye Nezareti’ne şifreler gönderildi.
Nusret Bey I.Dünya Savaşı’nın en buhranlı günlerinde bir yandan Bayburt Ermenileri’nin salimen tehciri için çaba sarf ederken diğer yandan da 3.Ordu’ya erzak temini için çalıştı. Nusret Bey 3.Ordu’ya yaptığı bu hizmetlerinden dolayı değişik tarihlerde Erzurum Valiliği ve 3.Ordu Kumandanlığı tarafından mükafatlandırıldı.
Nusret Bey 14 Haziran 1917’de, o sırada Yıldırım Orduları 2.Grup Kumandanı olan Mustafa Kemal Paşa’nın isteği ile Urfa Mutasarrıflığına tayin edildi. Nusret Bey, Urfa’da görev yaparken Mondros Mütarekesi imzalandı. Bunun üzerine Urfa’da işgallere karşı Müdafa-yı Hukuk Teşkilati’nın kurulmasında Nusret Bey’in büyük emeği geçti.
Nusret Bey Urfa Mutasarrıflığı görevinde bulunurken I.Damat Ferit Paşa Hükümeti tarafından 6 Nisan 1919’da Ermeni tehciri meselesinden dolayı azledildi ve İstanbul’a çağrıldı.

28 Nisan 1919’da aralarında Ziya GÖKALP ve eski Sadrazam Sait Halim Paşanın da bulunduğu Ermeni kırımı suçlularının mahkemesi başlar, ancak İngilizler umutlu değildir. Kemal Beyin idamına büyük tepki olmuş, İstanbul’da yer yerinden oynamıştır. Mahkemede bu havada uzun süre usul ve yetki konuları ile oyalandıktan sonra sorgulamalar başlar.

13 Mayıs günü, Aşcıyan adlı bir Ermeni Sıkıyönetim Mahkemesi Sorgu Hakimliğine atanır. 15 Mayıs’ta Yunanlıların İzmir’e çıkması ile bütün Türkiye kaynar. Protesto mitingleri başlar, bu hava içinde Ziya GÖKALP 17 Mayıs günü mahkeme önünde gürler;

Milletimize iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni Kırımı değil, bir Türk-Ermeni vuruşması vardır, bize arkadan vurdular, bizde vurduk.”

GÖKALP meseleyi kökünden kesip atmıştır. Mahkeme Başkanı Nazım Paşanın “demek kökten toptan göç ettirmeyi de yerinde buluyorsunuz? Sorusunu,” Tabi” diye cevaplar. Bundan sonraki soruların cevabi da “ Tabi” olmuştur.

Sonuçta Nazım Paşa da istifa eder ve İngilizler “suçsuz suçluların” hepsini Malta’ya sürerler.
Ancak Nusret Bey askeri hapishanede alıkonuldu. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali üzerine tüm Anadolu’da olduğu gibi İstanbul’da da hava elektriklendi. Bunun üzerine hükümet ortamı yatıştırmak için aralarında Nusret Bey’in de bulunduğu 40 tutukluyu serbest bıraktı.
30 Eylül 1919’da Damat Ferit Paşa Hükümeti istifa etti ve yerine 2 Ekim 1919’da Ali Rıza Paşa Hükümeti kuruldu. Bu dönem öyle bir dönemdi ki kendi halinde sükun içinde yaşayanlar bile beklenmedik bir kazaya uğrayıp her an tutuklanması mümkündü. Nitekim Nusret Bey’de daha önce yargılanıp serbest kalmasına rağmen 6 Kasım 1919’da Ermeni tehciri meselesinden dolayı tekrar tutuklanıp cezaevine kondu.
Nusret Bey hapishanedeyken 18 Aralık 1919’da Divan-i Harp-i Örfi ve Dahiliye Nezareti arasındaki yazışmada, halen cezaevinde bulunan Urfa eski Mutasarrıfı Nusret Bey hakkında Şura-yı Devletçe verilen men’i muhakeme kararının mazbata suretinin mumaileyhe tebliğ ettirildiği açıklandı.
Esad Paşa’nın başkanlığındaki I.Divan-ı Harp-i Örfi 11 Mart 1920’de Nusret bey hakkında Bayburt Müdde-i Umumiliğine bir telgraf çekerek; Bayburt Ermeni tehciri sırasında Nusret Bey’in tutumu ile ilgili bilgi verilmesini istedi.

Ermeni kıyımından sanık olduğu ileri sürülerek savaş suçlusu sayılan Nusret Bey’in yargılanması tam bir hukuk faciasıdır. 15 Mart 1920’da Esad Paşa’nın başkanlığındaki I.Divan-ı Harp-i Örfi Nusret Bey’in sorgusuna başladı. Bayburt ve Ergani-Madeni Ermenileri’nin tehciri dolayısıyla suçlanan Nusret Bey bu suçlamalara karşılık Bayburt ve Ergani-Madeni Ermenileri’nin jandarma muhafazası altında salimen tehcir edildiğini, mallarının da oluşturulan bir komisyon tarafından satılıp parasının sahiplerine verildiğini, belirtti. Daha sonra mahkeme heyeti Bayburt’ta bazı kişilerin ifadelerine başvurulmasını talep etti. Ancak Anadolu ile telgraf haberleşmesinin kesilmesi üzerine Bayburt ile irtibat kurulamadı. Bunun üzerine 20 Mart 1920’deki Nusret Bey’in duruşması bir başka tarihe ertelendi.
Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin istifası ile yerine 8 Mart 1920’de Salih Paşa Hükümeti kuruldu. Ancak bu hükümet fazla sürmedi ve yerine 5 Nisan 1920’de 4.Damat Ferit Paşa Hükümeti kuruldu. Bu hükümetin en önemli meselesi Ermeni tehciri davalarını hızlandırmaktı. İşte bu amaçla; hükümet 17 Nisan 1920’de I.Divan-ı Harp-i Örfi Başkanlığına (Nemrut) Mustafa Paşa’yı atadı. 26 Nisan 1920’de de “I.Divan-ı Harp-i Örfi Mahkemesi’nin Teşkilat ve Vazifeleri” hakkında bir genelge yayınlayarak; tehcir davalarının öncelikli görüleceğini, yargılamaların gizli yapılacağını ve sanıkların avukat bulunduramayacağını, açıkladı.
İşte bu nedenle Nusret Bey’in yargılanması sırasındaki tüm duruşmalar gizli yapıldı ve onu avukat bulundurma hakkı dahi tanınmadı. Bu nedenle Nusret Bey’in duruşmalarını günü gününe takip edemiyoruz. Mustafa Paşa başkanlığındaki I.Divan-ı Harp-i Örfi Nusret Bey’in mahkemesine 28 Nisan 1920’de tekrar başladı. Mahkeme heyeti Nusret Bey evraklarını inceledikten sonra 29 Nisan 1920’de bazı gazetelere ilanlar vererek; “Bayburt ve Ergani-Madeni taktil ve tehciri meselesine dair malumatı olanların Divan-i Harp-i Örfi’ye gelerek şahitlik yapmalarını istedi”.
Bu ilanlardan sonra Nusret Bey’in duruşması tekrar başladı. İddia makamı önce suçlamaları okuyarak; Bayburt ve Ergani-Madeni tehciri sırasında Ermeniler’in ölmesine, mallarının gasp edilmesine, Bayburt Mal Müdürü Ovakim Efendi’nin intiharına, Trabzon’dan tehcir edilen Filoman Nuryan Binti Manu ile 12 yaşındaki hemşiresi Naime Tesmiye’nin ırzlarına geçmesine sebebiyetten dolayı Nusret Bey’in yargılandığını belirtti.
Bu suçlamalar karşısında Nusret Bey; Bayburt’un harp sahası içinde olması nedeniyle buradaki Ermeniler’in kendisinin idaresi altında ancak jandarma tarafından tehcir edildiğini, bu sırada bölgede herhangi bir vukuatın olmadığını, tehcir edilenlerin mallarının bir komisyon tarafından satılıp parasının da sahiplerine verildiğini, bunun da kayıtlarının sabit olduğunu, belirtti.
Bir başka gün mahkeme heyeti Nusret Bey aleyhine Hampartsun adlı 12 yaşında bir Ermeni çocuğunu şahit olarak dinleyeceğini belirtti. Nusret Bey bu duruma itiraz ederek olay anında 7 yaşında olan ve şimdi 12 yaşındaki bir çocuğun şahit olarak dinlenemeyeceğini belirtti. Buna rağmen mahkeme heyeti bu çocuğu Nusret Bey’in aleyhinde şahit olarak dinledi. Çocuk olayı yer ve saatine kadar ince ayrıntıları ile anlattı ve Nusret Bey için de Mehmet Nusret ismini kullandı. Bunun üzerine Nusret Bey; bir çocuğun böyle bir olayı teferruatıyla bilemeyeceğini ve kendisinin Mehmet ön isminin sadece nüfus kağıdında olduğunu ve bu ismi nüfus memurları ve ailesi dışında kimsenin bilmediğini, ancak nüfus memurları vasıtasıyla öğrenilebileceğini, söyledi.
Bir başka duruşmada Haçator Seferyan adlı bir başka Ermeni aleyhte şahit olarak dinlendi. Bu Ermeni; Nusret Bey’in asker olduğunu ve onun emriyle Ermeniler’in öldürüldüğünü söyledi.
Nusret Bey ise; kendisinin sivil bir idareci olduğunu bu nedenle de şahidin yalan beyanda bulunduğunu belirtti.
Bir başka gün yargılamada mahkeme heyeti Bayburt ahalisinden Agoni Markayan, Varsenik Arisyan Arakel ve Erfahi Arakel adlı kadınları şahit olarak dinledi. Bu duruşma başlarken mahkeme başkanı yukarıda belirtilen kadınlara;
-“Nusret Bey burada mı? Kendisini tanıyor musunuz?” diye sordu. Kadınlar
-“Tanıyoruz. Ama burada değil” cevabını verdiler.
Dışarıya çıkarılıp kendilerine gereken telkinler verildikten 10 dakika sonra kadınlar tekrar mahkeme heyetinin huzuruna çıkarıldı. Bu defa kadınlar; “Nusret Bey evet burada”, cevabını verdiler.
Daha sonra ismi geçen kadınlar; Nusret Bey’i, Bayburt Ermenileri’nin tehciri, Bayburt Mal Müdürü Ovakim Efendi’nin intiharı ve Trabzonlu Filomen adlı kadının ırzına geçmesi suçlarıyla Nusret Bey’i suçladılar.
Nusret Bey yine; Bayburt Ermenileri’nin tehcirinin Erzurum’daki 3.Ordu Komutanı Mahmut Kamil Paşa’nın emriyle jandarma tarafından salimen yapıldığını, Ovakim Efendi’nin Mahmut Kamil Paşa’nın tehcirle ilgili emrinin gelmesi üzerine intihar ettiğini ve Trabzonlu Filomen adlı kadına da herhangi bir kötü muamele yapmadığını, bunu da geçmiş memuriyet hayatındaki namuslu yaşamından çıkarabileceklerini, belirtti.
Ancak duruşma sırasında mahkeme heyeti Nusret Bey’in hiçbir savunmasını kayda değer almadı. Ona bir avukat bulundurma hakkı dahi tanımayarak kaderiyle baş başa bıraktı. Nusret Bey’in geleceği mahkeme heyetinin insiyatifine bırakılmış oldu.Nusret Bey mahkeme sırasında değişik tarihlerde eşi ve kardeşine birkaç mektup yazdı. O bu mektuplarda kendisinin suçsuz olduğunu ancak mahkeme heyetinin kendisine mutlaka ceza vereceğini belirtti.

Nusret Bey’in duruşması bittikten sonra mahkeme heyetinden Ferhat Bey Nusret Bey’in vazifeyi suistimalden üç sene cezalandırılmasını istedi. Bunun üzerine mahkeme başkanı Mustafa Paşa ve diğer üyeler Nusret Bey’in idamını istediler. Uzun tartışmalardan sonra mahkeme heyeti Nusret Bey’i 15 ay kürek cezasına çarptırdı ve mazbata-yı hükmiye de bu suretle tanzim edilerek 4 Temmuz 1920’de mahkeme heyetince imzalandı. Ancak hemen ardından Mustafa Paşa başkanlığındaki I.Divan-ı Harp-i Örfi azalarından Ferhat Bey’in dışında tekrar toplanarak Nusret Bey’in idamına karar verdi. Bu kararın geçerli olabilmesi için azadan Ferhat Bey’in de imzalaması gerekiyordu. Bunun için de Ferhat Bey’in ya ikna edilmesi gerekiyordu ya da istifa ettirilerek yerine bir başkasının tayin edilip onun imzalaması gerekiyordu. İşte bu amaçla 27 temmuz 1920’de Ferhat Bey III.Divan-ı Harp-i Örfi azalığına tayin edilip yerine Mirliva Niyazi bey atandı. Bunun üzerine 27 temmuz 1920’de Nusret Bey’in idam kararı mahkeme heyetince imzalandı. Bu karar 4 Ağustos 1920’de padişah tarafından onaylandı ve 5 Ağustos 1920’de de İstanbul Bayezit’te infaz edildi. Göğsündeki yafta da “para çalmak için kırım yapmıştır.” yazan Şehit Türk Milliyetçisinin pantolonu yamalıdır ve cebindeki cüzdanında yalnız bir kağıt lira çıkar.
Eşine yazdığı veda mektubu ve kardeşine yazdığı vasiyetname hazin ve dokunaklıdır.

Hayriye,
Vazife-i resmiyemi şimdiye kadar sadıkane ve müstekimane bir suretle ifa eylediğim gibi şu Ermeni işinde de vazife-i insaniyetimi elimden geldiği kadar bihakkın ifa ettim.
Binaenaleyh bana isnat olunan cürümlerin hepsinden uzaktayım, fakat ihtiras ve garaz işte beni mahkum eyledi. Beni mahvettiler. Aciz kalan ailem, biçare üç ufak çocuk ve seni de mahvettiler, Allah intikamımı alsın, masumiyetim bilahare anlaşılacaktır. Fakat heyhat ... Mustafa Paşa garazkar, Cemal Bey ha keza, iki şahıs ki, bir ailenin mahvına sebep oldular, isnat olunan suçların hiçbirinin faili değilim, şahadet eden zevat içinde yalnızca Fırka Kumandan Vekili doğru söyledi, öbürleri hayır, çocuklarım sana emanet. Terbiyelerine itina et. Fakir ve açsınız. Allah muininiz olsun. Elveda . Zevceniz Nusret YY.

Borcuma havi pusulayı ağabeyime verdim, ileride müsait zamanda tavsiye ediniz.”



Kardeşim,
Bugün hayatımın son dakikalarını yaşıyorum. Vicdanım katiyen muazzep değildir, hayatımda millet ve vatanıma hizmetten başka bir gayem yoktu. Onu elhamdülillah Kemal-i Sıdke ve istikamette ifa ettim. Bana isnat edilen cürümlerden hiçbirinin faili değilim. Masum ve bi günahım garaza kurban oluyorum. Mustafa Paşa garazını bugünde gösterdi. Küçük çocuklarımı, zevcemi ve pek fakir olarak ve yalnız bırakıyorum. Beş gün sonra yiyecekleri bile kalmayacaktır.
Allah aşkına sokaklarda bile bırakma, validesi çocuklarımın terbiyelerine baksın, intikamımı almak için çocuklarımı ona göre terbiye ederek büyütsün. Babaları mücrim değil, şehittir. İşte son nefesimde hiçbir şeyden korkmayarak vicdanımdan kopup gelen şu ifadelerimi sana ibrağ ediyorum. Vatanım yaşasın, elbet bir gün gelir intikamımı alır, mazlumların ahı büyüktür.
Bir masumun kanı ile oynayan şu Mustafa Paşanın hainane planları şu dünyada kendisine acaba kar kalacak mı? Sabır tavsiye eder ve aileme sefalet çektirmemenizi rica ederim. Bilirim seninde halin müsait değildir, fakat ne yapalım, senden başka kimsem yok.
Elveda kardeşim, hakkınızı helal ediniz.”


aziz şehit. Vatan seni unutmayacaktır

Temennimiz, vatanı milleti ve devleti savunan Türk evlatlarının bir daha bu tip mahkemelerde yargılanmamasıdır.

Şanlıurfa il merkezinde, Hükümet Konağı önünde, dört yol kavşağında bulunan bu anıt, I.Dünya Savaşı’na katılan Urfalı şehit ve gaziler anısına Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey tarafından 1917 yılında yaptırılmıştır. Şanlıurfa Vilayet binası önündeki caddede bulunan anıt, 1983 yılında Urfa Belediye Başkanı Alaaddin Turan tarafından bugünkü yerine nakledilmiştir. Anıt kesme taştan 8.50 m. yüksekliğinde, yuvarlak bir kaide üzerine kare gövdeli olup, yukarıya doğru daralan biçimde yapılmıştır.
Anıtın kuzey cephesinde, “Bu ha¬cer samit değil, iklil-i cihadı ekberdir. 1335” (Bu taş sessiz değil, büyük bir savaşın tacıdır 1917); Bunun altındaki kitabede de “Harb-ı Umumi şühedaya fatiha 1330–1332" (I.Dünya Savaşı şehitlerine fatiha. 1912–1914) yazılı¬dır. Anıtın güney cephesinin üzerinde “Cây-ı cihâda giden erlere nusret ola. 1334” (Cepheye giden erlere yar¬dım ola. 1916); altında ise “Harb-ı Umumi şühedaya fatiha 1330–1332" (I.Dünya Savaşı şehitlerine fatiha. 1912–1914) yazılı¬dır. Anıttaki bu kitabeler Urfalı Hattat Ahmet Vefik (Lobut Ahmet) Efendi tarafından yazılmıştır

13 Temmuz 2010 Salı

“EVET” Mİ “HAYIR” MI?

(Sayın yazarın izniyle)

EVET” Mİ “HAYIR” MI?

Sonunda Anayasa Mahkemesi kararını verdi. Karardan kimse memnun değil! Taraflar birbirini timsah gözyaşı dökmekle suçluyor. Belli ki, referanduma kadar Anayasa değişikliklerini tartışacağız. Hükümet ile birlikte hareket eden Saadet Partisi ve BBP, Anayasa değişikliklerini ‘yargı reformu’ olarak anlatıp “Evet” oyu kullanılmasını isteyecekler. Bu anlatım tam olarak bir aldatmaca, Saadet Partisi bu konuda AKP’ye neden ortak oluyor mümkün değil. Daha önce AKP’ye yönelttikleri suçlamalar insanın aklına geldikçe, ‘o zaman ‘takiyye’ mi yaptınız’ diye sormadan geçilmiyor…

Yapılan değişikliklerin hiç biri ‘reform’ niteliğinde değil. Akademik görevi yanında avukatlık mesleğini de fiilen icra eden genç Profesör Sayın Metin Feyzioğlu, geçenlerde bir televizyon programında bu konuya ilişkin pek çok soruyu masaya getirdi. Feyzioğlu, “Bu değişiklikten sonra, adalet arayan vatandaş hakkına daha erken mi kavuşacak? Hâkimlerin iş yükü mü azalacak? Avukatların yazdığı dilekçelerin okunması için daha fazla zaman mı harcanacak? Yargısız infaza dönüşen tutuklamalar mı sona erecek? Hâkimler üzerindeki baskılar mı kalkacak? Adliye personelinin özlük haklarında bir iyileşme mi yapılacak? Temyiz mahkemelerindeki dosyalar mı eriyecek? Sonuç olarak biri çıkıp bana anlatsın” dedi, “bu anayasa değişiklikleri halkın hangi sorununu çözecek ki, adına “yargı reformu” denmiş?..”

Kaç gündür hükümet yalakaları kanal kanal gezip hükümetin çarpıtmalarına kılıf hazırlıyorlar. Anlaşılan Feyzioğlu’nun sorularına cevap vermek çok kolay olmayacak…

Akademik düzeyde sürdürülen “şekil yönünden inceleme” tartışmasından ise, bir şey anlayan yok gibi. Hükümet ve yandaşları diyor ki, mecliste çoğunluğu sağlayan parti Anayasa’nın değiştirilemez maddelerini de değiştirebilsin. Değiştirecek de ne olacak sanki? Halkın hangi sorunu çözülecek? Milli gelirden kişi başına düşen pay mı değişecek? İşsizlik mi ortadan kaldırılacak? Yolsuzluklar mı yok olacak? Hayat pahalılığı mı bitecek? Can ve mal güvenliğimiz mi sağlanacak? Terör mü sona erecek? Çiftçinin ürünü mü para edecek? Hayvancılık mı gelişecek? Yabancılara peşkeş çekilen milli ve stratejik işletmeler geri mi alınacak? Madenleri işletmek üzere vatandaşa bir olanak mı sağlanacak? Eğitim sorunları mı çözülecek? Sanayicinin yüzü mü gülecek? Soruları artırın artırabildiğiniz kadar…


Yoksa “Evet” oyları ile, bütün bu olumsuzlukların müsebbibi olanlar, adalet önünde hesap vermekten mi kurtulacak?..

Bu sorulara cevap veren yok. Ayrıca yapılmak isten değişikliklere “evet” denirse, demokrasiye de ilelebet “hayır” söylenmiş olacak! Olacak şey mi yani, bu yüz yılda, meclisteki çoğunluğa her istediğini yapma olanağı tanınabilir mi?.. Hükümet “padişahlık sistemine” geri dönmek mi istiyor? Anayasanın ilk 3 maddesini değiştirmeden de, böyle bir sonucu elde etmesi mümkündür. Örneğin Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili maddeyi değiştirip, seçimleri 90 yılda bir yapmak şekline dönüştürdüler mi, adı nasıl konulursa konulsun saltanat da fiilen geri gelir. Hükümet ve yandaşlarının kafası en iyi hile‑i şer’riye konusunda çalışıyor. Anayasa Mahkemesi bu defaki ‘şekil’ yönünden incelemesinde, bu yolun kapalı olduğunu gösterdi. Haklı olarak Anayasa’nın ilk 4 maddesini dolanıp, kanuna karşı hile yaparak, onları işlevsiz hale getirecek olan değişiklikler de ‘şekil yönünden’ incelemeye dahil edildi. Aksi olsaydı anayasa değişikliği yoluyla ‘sivil darbe’ yapıp ‘rejimi değiştirmek’ de mümkün hale gelebilirdi…

Hal böyle iken, hükümetin anayasa değişikliğinde ısrarı nedendir, derdi nedir? Bu sorunun cevabını ise, hiçbir zaman veremezler!..

Hükümet istiyor ki, kendisinden hiçbir zaman hesap soran olmasın… Onların derdi; Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Anayasa Mahkemesi’ne üye seçilmesini düzenleyen kuralları değiştirmek; bu seçimlerde hükümetin ve cumhurbaşkanının etkinliğini artırarak, kendilerine yakın kişilere ‘yargıyı işgal’ ettirmek! Kısaca halkın ‘adalet’ arayışına bir çözüm getirmek umurlarında değil. Peki, yandaş bir yargı ihtiyacı nedendir? Asıl cevabı aranması gereken soru budur. AKP 8 yıllık iktidarı süresince, kamu kaynaklarını yandaşlarına peşkeş çekmiş; yakınlarını “gemicik” sahibi yaparak, onlara türlü ayrıcalıklar sağlamış; ülkenin varını yoğunu, bu arada güvenliğini de direkt ilgilendiren alanları, yabancılara satarak suç işlemiştir!.. Hükümet yaptıklarının bilincindedir ve Yüce Divan’da sanık olarak yargılanmayacak bir tek adamları kalmamıştır. Olası bir iktidar değişikliğinde hesap vermekten kurtulmak için giderayak, kendileri için bazı tedbirler almak istemektedirler. Yüce Divan’ın hâkimlerini bugünden seçmek, tedbirlerin en önemli ve sonuç alınacak olanıdır. 12 Eylül’de önümüze konacak olan sandığa “evet” pusulasını koyarsak, devleti talan edenleri de hesap vermekten kurtarmış olacağız!.. Bu nedenle neye “evet” diyeceğimizi çok iyi anlamamız gerekir...

İlerleyen günlerde bu konu, tartışmaların uzağında kalanların önüne, “Erdoğan’a ‘evet’ mi ‘hayır’ mı” şekline de getirilebilir. Hatta ‘evet’in karşısındaki soru hiç ilgisiz ve saçma bir soruya kadar indirilebilir de. Denebilir ki, bu referandumda “PKK terörüne evet mi hayır mı” hususunda da oy kullanacağız!?.. Bu tür sorular üreterek, halkın kafasını karıştırmak mümkündür! O bakımdan herkesin üzerine düşen görev: Gerçeği araştırıp öğrenmek ve ona göre oy kullanmaktır. Geleceğimizi bu kadar yakından ilgilendiren bir konuda, dedikodu düzeyinde kalan bilgilere itibar edilerek oy kullanılamaz…

İhanet bile bundan daha kötü olamaz!..

Av. Cemil Can

12 Temmuz 2010 Pazartesi

TEMMUZ AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 1


KİTABIN ADI : Kopyalanmış Adam
KİTABIN YAZARI : Jose Saramago
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Emrah İmre
KİTABIN YAYINEVİ : T. İş Bankası Kültür Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 2010
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 308 sayfa
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL/TARİHSEL DEĞERİ : 10/10
YORUM : Ne yazık ki Jose Saramago’yu geçtiğimiz günlerde yitirdik. Dünya büyük bir edebiyatçıyı, büyük bir bilgeyi, yılmaz bir halk adamını, sosyalistler eşsiz bir yoldaşlarını kaybettiler.
Kopyalanmış Adam, yazarın son dönem romanlarından birisi. Yine müthiş bir örgü ve inanılmaz keyifli bir anlatımla roman adeta okuyucuyu sürüklüyor.
Tertuliano Maximo Afonso, bir tarih öğretmenidir. Sıradan bir yaşamı vardır. Bir gün bir öğretmen arkadaşının, bir video filminde ona çok benzeyen bir adamın rol almış olduğunu söylemesi üzerine bu filmi izleyen Afonso’nun tüm dünyası bir anda değişir. Konuşmasından vücudundaki yara izine kadar kendisinin aynısı olan bu 2. sınıf aktör Antonio Claro’yu sonunda bulan Afonso kendisiyle tanışır.
Artık kendi dünyasına dönmek isteyen Afonso’yu bu kez Claro bırakmaz ve olaylar bir anda denetimden çıkar. Roman nasıl mı bitiyor, inanamayacağınız bir final…


6 Temmuz 2010 Salı

MOTİVASYON KAYBI


Geçtiğimiz Cuma-Cumartesi-Pazar günleri Ankara Hukuk Fakültesi mezunları dönem gezimiz nedeniyle İstanbul Riva’da idik.

Arkadaşlarla birlikte geçen üç günden sonra ay sonu başlayacak adli tatil nedeniyle yoğun iş temposu bastırdı. İlave olarak Ağustos ayı büro nöbetçisi arkadaşımızı tatile gönderince büronun kişi başına düşen iş hacmi de yükselmiş oldu.

Bunların tümü beraberinde motivasyon kaybını getirince ne yazık ki blog güncellemelerimi yapamadığım gibi kardeş bloglarımı da izleyemez ve ziyaret edemez hale gelmiş bulunuyorum.

Tüm arkadaşlarımdan bu ay içinde zorunlu yavaşlama sebebiyle aflarını rica ediyorum. Fırsat bulduğumda elimden geldiğince izleme sözü veriyorum.

Tüm arkadaşlarım, iyi ki varsınız…

1 Temmuz 2010 Perşembe

MÜTEAHHİT: “ABD-İSRAİL KONSORSİYUMU”DUR!..

(SAYIN YAZARIN İZNİYLE)

MÜTEAHHİT: “ABD-İSRAİL KONSORSİYUMU”DUR!..

Kahramanlık edebiyatını da bir kalemde geçin. Dünya ile kurulan ilişkiler palavra ile yürümezler. Birkaç hafta önceden yaptırılmış olan gösterileri analiz etmek için basit bir mantık kurgusu yeter. O gün çok önemli gibi sunulan eylemlerin, bugün için ortaya çıkarttığı sonuçlar, hiç de gösterildikleri gibi olmadıklarını ortaya koydu.
İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmasını, bizim dışımızda bütün dünya kuşku ile karşıladı. Kuşkunun asıl nedeni, İranlı yetkililerin uluslar arası kuruluşlara “açık” davranmamış olmasıydı. Dolayısıyla uranyum zenginleştirme işi,’nükleer enerji’ üretmekten çok, ‘nükleer silah’ üretmek için yürütülen bir faaliyet olarak anlaşıldı. Nedendir bilinmez, bu durumdan en çok endişelenmesi gereken komşu Türkiye olması gerekirken, tam tersine bir tutum izlenerek, bütün dünya karşısında yalnız bırakıldı. İran’daki ‘İslam Devrimi’nden sonra, bu rejimin başta Türkiye olmak üzere komşu ülkelere ihraç edilmek istendiği ise, çok tez unutuldu. Yıllarca süren Irak-İran Savaşının arkasında yatan temel neden bu olmasına rağmen, nedendir bilinmez Türkiye, İran’ın elinden uranyum zenginleştirme projesinin alınmaması için olağanüstü bir çaba sarf etti…
En çok merak edilen sorulardan biri, Türkiye ile birlikte hareket eden Brezilya’nın, dünyanın öteki köşesinden gelerek, İran olayına neden müdahil olduğu idi. Irak’ın işgalinden önce, ABD ve koalisyon ortakları, Saddam’ın elinde ‘kimyasal silahlar’ (kitle imha silahları)bulunduğunu ileri sürerek, Baas Rejimi’nin Ortadoğu ve bütün insanlık için çok tehlikeli göstermişlerdi. Irak ordusunun direniş göstermeden teslim olması üzerine, el konulan tesislerin hiç birinde, kimyasal silaha rastlanamamıştı. Bunun üzerine bütün dünyanın merak ettiği “O halde Irak neden işgal edildi?” sorusunu, Bush Yönetimi ‘bu konudaki CIA istihbaratının yanlış olduğunu’ cevabı ile geçiştirdi. Bu “hatalı istihbarata” rağmen, görüldüğü gibi Irak işgalinden vazgeçilmedi; İşgalin sebebi, Irak halkına “demokrasi “ getirme hedefine dönüştürülerek bugünlere kadar gelindi. İki milyona yakın insanın öldürüldüğü bu haksız ve kirli savaş devam ediyor…
İşgalci ABD, bölgedeki çıkarlarını korumak için, Kuzey’de bir de ‘Kürt Devleti’ kurulması için bütün hazırlıklarını sürdürüyor… Büyük Orta Doğu Projesi’nin bir parçası olan yeni ‘Kürt Devleti’nin, İran ve Suriye gibi Türkiye’nin de toprak bütünlüğünü tehdit ettiğini saklama gereğini bile duymuyorlar! Yeni oluşacak bölge haritası, ABD Ordusunun resmi yayın organları aracılığı ile bütün dünyaya duyuruldu… Böyle bir proje içinde AKP hükümeti aktif olarak neden yer alıyor? 1 Mart Tezkeresi’ni meclisten geçirmek için neredeyse üstlerini başlarını parçaladılar!.. Halkın karşısına geçip, sonuçta Türkiye’nin parçalanmasına neden olacak olan bu büyük projenin ‘eş başkanlığı’nı yapmakla övündüler… Bu son günlerde işgale direndiği için ABD tarafından öldürülen Iraklıların, ‘dul’ kalan kadınları ile Başbakanımızın ilgilenmesine nasıl inanalım? Başbakanın, arkasındaki desteği çekeceğini hissettiren ABD’nin yerine, İslam dünyasını geçirebilir miyim diye bir deneme yaptığı anlaşılıyor, ama boşuna!..

ABD’nin desteği ile iktidara gelen ve bu durumunu da bir övünç vesilesi olarak sunan Erdoğan, ‘model ortak’ sözleriyle kamuoyunu da aldattı. AKP yönetimi, ABD’ye olan diyet borcunu tam olarak ödeyebildi mi, bunu bilemiyoruz. Irak’taki milyonlarca kadının, ‘dul’ kalmasının sorumlusu olarak, sadece ABD’yi suçlaması inandırıcı olmadığı gibi, aralarının pek de iyi olmadığını gösteriyor… AKP’lilerin aklı başlarına şimdi mi geldi? Elbette ki, hayır. Durumu yönetim baştan beri biliyordu. “Eş başkan”ın projeden haberdar olmaması diye bir şey söz konusu olamaz zaten. Aksine bir düşünce ‘eş başkanlık’ kavramı ile bağdaşmaz…
Bu açıklamalardan sonra, gelelim cevabını aradığımız temel soruya: Bütün dünyayı da karşımıza alacak şekilde, sadece Brezilya ile birlikte yürütülen bu dış politikaya ne gerek vardı? Ve bunda Türkiye’nin ne gibi bir yararı olacaktı? Başbakan her ne kadar, yapılanların Beyaz Saray’ın bilgisi içinde ve isteği üzerine yapılmış olduğunu söylese de, ABD yönetiminin tutumu bu savunmaları doğrulamıyor. Kaldı ki, öyle olsa bile, bir ülkenin başbakanı ABD’nin isteği üzerine dış politikasını oluşturabilir mi? Başbakan ABD’nin diplomatı olmadığına göre, ileri sürülen bu özür kabahatten de büyük! Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’de kullandığı ‘Hayır’ oyundan sonra, Beyaz Sarayın sözcüsü “Tebessüm edilerek çekilen bu üçlü fotoğrafı ABD hiçbir zaman unutmayacak!” şeklinde ifade ettiği sitemi, daha da anlaşılır bir şekle getirdi. Güneydoğu’da her terör olayı olduğunda hükümetimizin çevirdiği 911 imdat telefonunun, bundan böyle cevap vermeyeceğini söylemesi bir tür tehdit de içeriyordu! ‘Stratejik’ ortak diplomatik bir dille ‘sıcak istihbarat’ vermeyeceğini duyuruyordu. Son günlerdeki PKK saldırılarını bu söylemlerle bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir...
İran ve Brezilya ile yürütülen üçlü diplomasiye paralel olarak; İsrail’in Hamas’a uyguladığı ambargonun delinmesi için, İHH Yardım Vakfı öncülüğünde yürütülen ‘sivil’ diplomasi(!) bir karşı hamle gibidir; buna ayrı bir ittifak arayışı çabası da denebilir... Nitekim ABD’deki Yahudi lobisi de, İsrail ve İran’a yönelik tutumu nedeniyle, AKP hükümetine karşı harekete geçti. 100 üyeli Senato’nun 87 üyesi, İHH İnsani Yardım Vakfı’nın ABD Hazine Bakanlığı’nın terör örgütü listesinde bulunan “İyilik Birliği” yardım koalisyonunun üyesi olduğunu belirterek, terör örgütü listesine eklenmesini istedi. Obama’ya gönderilen mektupta “Türkiye ile ilgili soru işaretleri doğduğu” görüşlerine de yer verildi… Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin nükleer programı nedeniyle, İran’a yönelik yaptırım kararının ardından, 99 senatör ve 408 milletvekilinin desteklediği tek taraflı bir başka yaptırım kararı da ABD Kongresi tarafından onaylandı. Kongre İran’da enerji sektöründe yatırım yapan yabancı kuruluşların, ABD ile iş yapmalarını yasaklandı…
Bu gelişmeler aynı zamanda Türkiye aleyhine de hızla ilerlerken, Erdoğan yeniden Obama’nın huzuruna çıkarak, Birleşmiş Milletler’de kullandırdığı “Hayır” oyunun ne anlama geldiğini açıklayıverdi!.. Erdoğan’ın açıklamasına göre; o gün kullanılan “Hayır” oyu aslında ABD’nin politikasına karşı geldiğimiz anlamında gelmiyordu!?.. Açıklama ne kadar inandırıcı değil mi?.. Bu açıklama ile Başbakan, ABD için “Evet” anlamında kullandırdığı “Hayır” oyunu, gerçekte Türk ve Arap halklarının gönlünü hoş tutmak için kullandırttığını da itiraf ediyordu...

Sonuç itibariyle denebilir ki, ABD kucağında oluşturulmuş bir dış politika uygulanır halde iken, Başbakan ve Dışişleri Bakanının İran’la ‘flört’ etmeyi denemeleri, ellerinde patladı!.. ABD cephesinde “AKP’nin Türkiye’nin çıkarlarına değil de bir ideolojiye hizmet eden dış politika uyguladığı” görüşü daha çok taraftan buldu. Bu politikanın oluşturulmasında dışişlerinin ‘monşer’leri devre dışında tutulmuştu. Böyle olunca da hiçbir kıvırma payı kalmayacak şekilde Erdoğan’ın dış politikada doğrudan duvara tosladığını söylemek yanlış değildir. ‘Monşer’lerle Başbakanın arası da büyük olasılıkla bu yüzden açıktır. O ‘müthiş’ fikirlerini onlara kabul ettirmekte zorlandığı için, bundan böyle dışişleri personelini yenilemek üzere, neredeyse de bütün üniversitelere kapıları aralayıp, personel alımı için mevzuatı değiştirmeye girişti… Hayreti muciptir ki, hazret bu defa İmam-Hatip mezunlarını unutmuştur!..
Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük politikasını, El Aksa Camisinde namaz kılmaya endeksleyen bir anlayış, Türkiye’ye ne kadar yakışmıştır, varın onu da siz takdir edin. Bu ‘kafaların’ ödemesi gereken bir bedel mutlaka olmalıdır. Ne yazık ki, kısa vadeli olanları, Mavi Marmara adlı gemideki 9 zavallı yurttaşımız ödemiştir. Uzun vadeli bedeli, AKP’ye sandıkta ödetmek zamanı çoktan gelmiştir…
Söylentilere göre, Mersin’de Deniz Kuvvetleri personeline yapılan roketli saldırı ile, Mavi Marmara gemisine yapılanın birbiri ile bağlantısı varmış. Bu olasılığı güçlendiren pek çok da kanıt ortalıkta dolaşıyor. Pentagon’a yakınlığı ile tanınan ABD’li düşünce kuruluşu RAND, bu konuda şu fikirleri ortaya atmış:”Örneğin İsrail’in bölgede PKK’ya destek vermeye başladığını düşünün. Bu Ortadoğu’daki durumu iyice karıştırır. Bunun olacağını söylemiyorum, ama bunu dışlayamayız ve olursa çok kötü olur” Buyurun bakalım, sözler son derece açık; anlaşılır şekilde de tercüme edilmiş. İşte burada kullanılandır ‘diplomatik dil’. Bizim ‘monşer’leri beğenmeyenlere bir kez daha hatırlatılır!..
Buraya kadar söylediklerimizi bir yere not ederek, biraz da Brezilya Dışişleri Bakanı Celso Amonim’in sözlerine kulak verelim. Amonim,”Ülkesinin İran’ın nükleer programına ilişkin ihtilafta artık rol oynamak istemediğini” söyledikten sonra, “Herkesin işe yarayacağını söylediği şeyleri yaptık, ama elimiz yandı. Sonunda bazı insanların “Evet”i yanıt olarak kabul etmediklerini anladık” diyerek ‘ayı ile aynı yatağa girmenin’ zorluklarına işaret edip, ABD’yi eleştirdi. Brezilya’nın elinin ‘yandığı’ aynı olayların içinde biz, hala elimizin ‘güçlendiği’(!) iddiasındayız!.. Galiba ‘monşer’lerin anlayamadığı yer de burasıdır!.. ABD’nin Avrupa ve Avrasya işlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon’un “Türkiye’nin Batıya bağlılığını kanıtlamaması halinde ABD’nin desteğini yitireceği” şeklindeki uyarısı AKP’deki ‘alarmı’ üst seviyelere çıkarttı. Türkiye “Hayır” oyunu “Evet” anlamında kullandık savunmasını bu uyarıdan sonra yapmaya başlaması ile elimiz bayağı bir “güçlendi”!..
Bu arada İran yönetiminin, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEK) 2 denetçisinin ülkeye girişini yasaklaması; vaktiyle Saddam’ın saraylarında ‘kitle imha silahı’ aramak isteyen uzmanlara yapılanlarla benzerlik gösteriyor. ABD’nin Birleşmiş Milletleri arkasına alarak, İran’a saldırmasına her türlü olanak hazırlanıyor. Ahmedinejat’ın TRT ile yaptığı bir mülakatta, bir soru üzerine söylediği “Biz onların efendilerine kafa tutuyoruz” şeklindeki cümleleri ise, bir zamanlar “ABD askerlerini ‘yaban eşekleri’ gibi bağırtacağız” diyen o tarihteki Irak Devlet Başkanı Saddam’ın yardımcısı Taha Yasin Ramazan’ın sözlerini hatırlatıyor… Dilerim aynı felaketler onların da başına gelmez!..
Ortadoğu’da yakılan ateş, bizi de her gün biraz daha içerisine alıyor. ABD’li düşünce kuruluşu RAND’ın düşüncesi, -olmasını istemese de- gün be gün hayata geçiriliyor. Son günlerde artan terör olayları üzerine, Hükümet’in PKK için “taşeron” nitelemesi yapması da bu yüzden olsa gerekir. Hükümetin tek söyleyemediği, bu ‘taşeron’un müteahhidinin kim olduğu. Dilerseniz onu da ben söyleyeyim: “Genişletilmiş ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin müteahhitliğini ‘stratejik model’ ortağımız ABD-İsrail Konsorsiyumu” yürütüyor!..
Irak’taki milyonlarca insanın ölümünde ciddi şekilde sorumluluğu bulunan bu hükümet, aynı hatayı olası ABD-İran savaşı öncesinde de yapıyor!.. İran’a soğukkanlı ve sorumlu bir politika önerme yerine, Ahmedinejat’ın ‘kabadayı’ tavırlarına onay vermek, İranlıların başlarını belaya sokmaktan başka bir şeye hizmet edemez!..

Av. Cemil Can