25 Kasım 2009 Çarşamba

KASIM AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 3

KİTABIN ADI : Türklük ve Şamanlık
KİTABIN YAZARI : Wilhelm Radloff
KİTABIN ÇEVİRMENİ : A.Temir-T.Andaç-N.Uğurlu
KİTABIN YAYINEVİ : Örgün Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2008
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 473
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 9/10 (Çok az dizgi hatası var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 9/10 (Konusunda çok önemli bir kitap. Ayrıntılı bilgiler var. Benzerlerinin çok az olması karşısında eski de olsa değerini koruyor.)
ÖNERİ : Türk tarihi araştırmaları meraklıları açısından mutlaka edinilmesi gerekir.

20 Kasım 2009 Cuma

APOLET

İstanbul Hükümetinin Harbiye Nazırı Ziya Paşa, her zamanki yumuşaklığı ile;
- "Beyler.." dedi,-
".. İngilizlere kafa tutamayız. Adamların hiç şakası yok. Daha geçen gün,bir bahane icat ederek İzmit'i tekrar işgal ediverdiler."
Sarı Atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu.Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi,Anadolu'ya geçmeye çoktan hazır, Ankara'nın İstanbul'da kalmalarını gerekligördüğü namuslu askerlerdi.
Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü:
- 'Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim.'
- 'İçeri al.'
Nazır subaylara bilgi verdi:
- 'Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili.'
Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyensubayların arasında hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi:
- 'Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz.'
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı. Nazırönündeki yazıya bakarak yumuşak sesle,
'Oğlum..' dedi, '.. dün akşamBeyoğlu'nda, İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller'i, emre rağmenselamlamamışsın. Doğru mu?'
- 'Evet efendim, doğru.'
Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi:
- 'Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?'
- 'Hayır efendim, gördüm.'
Nazırın canı sıkıldı:
- 'Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti.'
- 'Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam. Askerlik töresince,önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?'
Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:
- 'Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarınıkullanıyorlar. İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti. Meseleçıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile. Olayı kapatalım.'
Başıyla çıkması için izin verdi. Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı:
- 'Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum.'
Nazır bıkkınlıkla,
'söyle bakalım' dedi.
'Balkan savaşında teğmendim. Çanakkale'de üsteğmen, Suriye cephesindeyüzbaşı oldum. Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım. Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var. Onların hakkını korumak namus borcumdur. Beni affedin, özür dileyemem.'
Harbiye Nazırı bozuldu:
- 'Anlamadın galiba. Harbiye Nazırı olarak emrediyorum.'
Yüzbaşı sükûnetle, 'Anladım efendim' dedi, apoletlerini bir hamlede söküpnazırın masasına bıraktı:
- 'Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!'
Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü. Oturan subayların, İstanbul'u tutanbirkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı. Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü.Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular...
Bu Cumhuriyeti böyle subaylar kurdular. Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu hiç unutmayın . .

KASIM AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 2

KİTABIN ADI : Buzların Sfenksi ( 2 cilt)
KİTABIN YAZARI : Jules Verne
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Ender Bedisel
KİTABIN YAYINEVİ : İthaki Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2008
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 320 + 351
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 8/10 (Yaklaşık 100 yıl önce yazıldığı göz önüne alınmalıdır)
ÖNERİ : Jules Verne okumanın tadına ve farkına varmak isteyenlere

13 Kasım 2009 Cuma

JULES VERNE ÜZERİNE

Çocukluğumuzda bizlere, serüven romanları yazarı olarak tanıtılan ve bazı kitapları “çocuk kitapları” adı altında yayınlanan Jules Verne’nin tüm eserlerinin tıpkı tercümeleri birkaç yıldan beri İthaki Yayınevi tarafından yayınlanmakta. Yazarın 100’ün üzerinde romanı olduğu bilinmekte. Halen yayınevi tarafından toplam 39 cilt, bildiğim kadarı ile yayınlanmış durumda. Bazı romanlar 2 ve 3 cilt olduğundan yayınlanan roman sayısı henüz 30 civarında.
Bu kitapları çocukluğumdaki anılara hürmeten tekrar alıyor ve okuyorum. Ancak okudukça bambaşka düşüncelere dalıyor, ilginç bilgiler öğreniyor ve bu değerli yazarı adete yeniden keşfediyorum. Bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmak isterim.
Öncelikle ifade edeyim ki Jules Verne, kitaplarını çocuklar için yazmamış. Bu açık bir gerçek. Yıllar önceki kitap çevirilerinin çok üstünkörü ve özet yapıldığı, son çevirilerden rahatça anlaşılıyor. Yazar romanlarında çok detay bilgiler veriyor. Bunların zamanında makaslanmış olması kitaplarının ruhlarını öldürmüş.
Romanlarında bir deha ile karşılaştım. Olağanüstü yaratıcı ve kanımca detaylara çok önem veren bir yazar. Büyük bir hayal gücüne, inanılmaz bir teknik bilgi eklemiş. (Teknik bilgiyi lütfen 1880-1900 arasındaki genel teknik bilgileri dikkate alarak düşünün )
Yazar, insanın yeryüzünün efendisi olduğu yargısına sahip. Başta bu sizi biraz ürkütüyor. Doğa, hayvan ya da bitkilerin ekosistemi onu düşündürmüyor. Kahramanları, hayvanları çekincesiz öldürüyor, doğayı dilediği gibi yok ediyor. Yok olan canlılar yazarı hiç kaygılandırmıyor. Ancak kahramanları doğada her türlü sorunlarının çözümünü bulabiliyorlar. Teknolojiye esir olan günümüz insanı ile karşılaştırıldıklarında o gaddar insan yok oluyor, doğayı kendisi için dönüştürebilen, doğa ile barışık insan ortaya çıkıyor. Bu ilginç tezat giderek sizi rahatsız etmez hale geliyor. Jules Verne’i ve kahramanlarını daha çok tanıdıkça “insan” yüzleri giderek ortaya çıkıyor.
Belki bilenleriniz vardır, Jules Verne’nin tüm romanlarını kütüphanede yazdığını biliyormusunuz? Hiçbir denizcilik kültürü olmayan (hatta hiç deniz seyahati yapmamış) yazarın bazı romanlarında verdiği inanılmaz denizcilik bilgisini sadece alkışlıyorsunuz. İnanılmaz coğrafya bilgisi karşısında şoka giriyorsunuz.
Yazar, Fransız. Ancak kahramanları her ülkeden. Çoğunluğu Amerikalı ve İngiliz. (Döneminin hegemon devletleri) Ancak Fransız, Alman, Avusturyalı hatta Osmanlı (evet yanlış duymadınız) kahramanları dahi var. Kahramanları genelde çok yönlü ve renkli kişilikler. Kahramanların hepsi de para sorunu yaşamayan, genelde serüvenler sırasında para derdi olmayan insanlar. Yazarın sınıfsal kaygıları yok. Zaten amacı insanın toplum içindeki konumu değil, insanın yeryüzündeki konumu. İnsanın rakipleri çoğunlukla doğa güçleri. Romanlardaki kötü insanlar bir şekilde kaybediyorlar, nedamet getiriyorlar, iyi kahramanın doğruluğunu kabul ediyorlar. İyi kahramanlar her zaman bağışlayıcı, intikam peşinde değil.
Bu kısacık yazı ile Jules Verne’i anlama ve tanıma şansınız yok. Diyebilirim ki gerçek bir roman kültürüne sahip olmak bu yazarı tanımaktan ve okumaktan geçer.
Sizi de Jules Verne deryasına dalmaya çağırıyorum.

12 Kasım 2009 Perşembe

KASIM AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 1

KİTABIN ADI : Çerkez Şahanı Ethem
KİTABIN YAZARI : Nurer Uğurlu
KİTABIN ÇEVİRMENİ : -
KİTABIN YAYINEVİ : Örgün Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2006
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 582
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 9/10 (Çok az dizgi hatası var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 9/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 6/10 (Bazı uzun yazı ve kısa yazılar ile Ethem Bey’in anıları arka arkaya verilmiş. Kitap bütünlüğü yok. Derleme havasında
ÖNERİ : Cumhuriyet tarihi ile ilgilenenlerin okuması gerekli

11 Kasım 2009 Çarşamba

Goriller ve Melekler

PROF. DR. TÜRKKAYA ATAÖV

Britanya eski başbakanlarından Benjamin Disraeli (1804-81) Avam Kamarasında şöyle bir soru sormuş: “İnsan goril midir, melek mi?” Şu “Ermenilerden özür” açıklamasını imzalayanlara göre, anlaşılan kimi insan gorildir, kimileri de melek! Bu ayrımda hangileri melek? Onlara göre, sanırım, Ermeniler...Ya Türkler? Bunun yanıtını da A.W. Williams adlı bir Amerikan Protestan din yayıcısıyla M.S. Gabriel adında New Yorklu bir Ermeni görevlisi 1896’da Şikago’da yayımladıkları ortak kitaplarında vermişler. Diyorlar ki: “Türk kafese konması gereken vahşi bir hayvandır...Onu anlatmak için köpekler, çakallar...ve benzeri hayvanların adlarını kullanırken bu hayvanlardan özür dileriz.” Ermeni yazarları ve yandaşları da yayınlarında genelde böyle bir ayrım yaparlar. Önce, Ermeni erkekleri bir yanağına vurunca ötekini çeviren İsa’nın aynasıdırlar. Zaten, tüm Hıristiyanlar öyle değil mi? İnanmayan Asyalılara, Afrikalılara sorsun! Ermeni kadınlarının birer iffet örneği olduğunu gene onların bir yayını şöyle anlatır: Türklerin ellerine düşmemek için tümü kucaklarında çocukları, ağızlarında ilâhiler ve gözlerinin önünde Tanrı-Oğul İsa-Ruh-ul Kudüs’ün üçlü simgesi kendilerini, aradaki vadi dolana değin, art arda önlerindeki uçuruma bırakmışlardır. Ne var ki, Amerikalı bayan ozan Hemans’ın (Türklerle ilgili olmayan) bir dizesi de aynen böyle. Anlaşılan, ozanın senaryosunu beğenen biri Türklerle Ermenileri başoyuncular yapıp sahneyi değiştirmiş. Ama uçuruma atlayan kadınlar imgesi gene de dinleyeni ve okuyanı etkiliyor. Birkaç yıl önce, Purdue Üniversitesinden Robert Melson diye biriyle aynı dinleyici karşısında bu konuda konuşmuştuk. 1915 yılının Osmanlı Ermenilerini zayıf, korumasız, yoksul, iyi yürekli, barışçı ve ensesine vur lokmayı ağızlarından al türünden (yaşlı ve çocuk ağırlıklı) siviller diye tanımlamıştı. Osmanlı ordusunu da karnı tok, sırtı pek, eksiksiz donanımlı ve toplu-tüfekli tümenler olarak göstermiş, güçlünün zayıfın üstüne durup dururken ve bütün ağırlığıyla çöktüğünü söylemişti. Emperyalist dünyada daha ağır basan görüş budur. Ancak, her Ermeni yanlısı da böylesine bir düşsel çelişki görünümü çizmez. Genç Ermeni yardımcısının ona aktardığı yorumlarla Ermeniler yararına tek yanlı iki kitap yayınlamış olan İngiliz David Marshall Lang bir yerde “onlara tam anlamıyla melek de denemez” biçiminde bir tümce ekler. Ama Ermenileri dünya uygarlığının kaynağı gösteren kitabında yalnız bir tek tümcecik; o kadar. Öte yandan, Alman generali Liman von Sanders Türkiye’ye yollanıp Osmanlı birliklerini denetlediğinde ayaklarında çarıkları bile olmayan alaylarımıza yakından bakıp “bu ordu savaşamaz” diye kestirip atar. Ama birçok Ermeni ve yandaşlarının yayınları “melek Ermeniler” ana konusunu sürdürür. Gene onlara göre, Türkler de tam karşıtıdır. “Özür açıklaması”nı imzalayanların da bu yorumlara temelde katıldıkları anlaşılıyor. Ama bu imza sahiplerinin bu konuda kesin kararlı olmaya hak kazanabilmeleri için çok daha fazla bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. Her birinin bu kümeye hangi düşünceyle katıldığını bilemeyiz. Belki içlerinde kendilerini sıradan Türkten ne denli farklı olduklarını gösterme, böylece insancıl ve uygar, çağdaş ve hoşgörülü, acımalı ve öz eleştiri sahibi, kısaca Avrupa çapında seçkin aydın olduklarını kanıtlamak isteyenler ya da dostunu ve iş arkadaşını kıramayanlar vardır. Ne var ki, tarih böyle incelenmiyor ve yazılmıyor. Bu konuda başka yorumları gerekli kılan belgeler, bilgiler ve hem eski hem yeni çok sayıda yayımlanmış ciddi araştırmalar bulunuyor. Dahası, sorumlu Ermenilerin Türklerle nasıl savaştıklarını ve onların yok edilmelerine ne denli destek verdiklerini anlatan anılar, incelemeler, kitaplar ve dizi yazıları var. Bunları gereği gibi görmeden ve okumadan kesin kararlar vermek olanaksız. Havadaki bulutlar üstüne bir şato kurma düşü görenlerin mimarlık kurallarına bağlı kalmalarına gerek yok, ama tarih rasgele öykü uydurmağa elvermez. Diyeceksiniz ki, dinleyenler sağırsa, musiki dinletmeğe çalışmanın ne yararı var?
Ama gene de, tarih yöntemini anımsatmak zorundayız. Bu konunun incelenmesinde Osmanlı belgelerinin çok önemi var. Nedeni şu: Sorulan soru 1915 dolaylarında Osmanlı devletinin siyasetinin ne olduğu ise, bunun yanıtı ve kanıtları bizim zengin belgeliklerimizden çıkar. “Osmanlı arşivleri” diye bilinen hazinenin kapsamına ilişkin ben de yayın yaptım, başkaları da. Ayrıntısına burada giremem; bu ancak bir kitap konusu olabilir. Hangi kentlerde nelerin olduğunu ve kaç bin dosya ya da kaç yüz cildin nerelerde bulunabileceğini belirttik ve Ermeni sorunuyla ilgili birçok gerçek ve güvenilir belgenin filmini dünyanın önde gelen kitaplıkları ile bilimsel araştırma kurumlarına yıllar önce armağan ettik. Bu imzacıların bir bölüğünün o geçmiş yıllarda çocuk olduğunu düşünelim. Ama Sezar ya da Napolyon’u öğrenmek için kitaplıklara gidiyorlarsa, Ermeni sorununa da kapsamlı biçimde eğilmek için bunca kaynağı elden geçirmeleri gerekmez miydi? Benim iki yanı camla kaplanmış yüzlerce film karesini ağır bavullar içinde Cenevre, Brüksel ve Strasburg gibi yerlerde katıldığım toplantılara bunca yıl taşımış olmaktan doğan rahatsızlıklarım bugün de sürüyor.
Bu ilk elden kaynakların okunmasının yıllar alan bir uzmanlık ve bir takım çalışması işi olduğunu bilenlerdenim. Bunlar da zamanında yapılmış, birçok ilgili belge günümüz Türkçesi ve alfabesiyle de cilt cilt yayımlanmıştır. Bunların önemlilerini yabancılar için ben de yayımladım. Özür açıklamasını imzalayanlar bunlardan yeterli sayıda hangilerini gördüler ve okudular? Dört Ermeni teröristinin Fransız başkentindeki başkonsolosluğumuzu basarak içindekileri rehine alması, bir Türkü öldürüp başka bir Türkü de yaralaması nedeniyle açılan 1984 Paris davasına (o devletin hukukuna göre) “uzman tanık” olarak tek başıma katıldığımda, terörist avukatlarından eski Paris Belediye Başkanı konuşmam sırasında sözümü keserek “belgeliklerinizi açın, kanıtlar ortaya çıksın” diye bağırmıştı. Dosyamdan birkaç belge çıkardığımda, bunlar onun görüşlerine ters düştüğünden hiç ilgilenmedi. Ne var ki, tarih belgelere göre inceleniyor, baskı örgütlerinin, terörist eylemcilerin ve emperyalist çevrelerin isteklerine göre değil.
Öte yandan, özür açıklamasını imzalayanlar bu konuya eski kuşaklardan ve çağımızda eğilen ve bizi bütünüyle ya da önemli ölçüde haklı gören tarihçi ya da yazarlardan William L. Langer, Lord Warkworth, Sidney Whitman, Louis Rambert, A.G. Hume-Beaman, Sir Edward Pears, M.A. Ubicini, Leon Arpée, C.F. Dickson-Johnson, Stanford J. Shaw, Justin McCarthy, Heath W. Lowry, Bernard Lewis, Robert F. Zeidner, Erich Feigl, Pierre A. Moser, Guenter Lewy, Samuel A. Weems, Edward J. Erickson ve benzerlerinin kitaplarının ya da yazılarının hangilerini okudular? Ben tüm bu kaynaklara yıllardır yeri geldikçe göndermeler yaptım.
Dahası, sorumlu Ermenilerin kendi yazdıkları, yani kendi kalemleriyle ya anı ya da savaş tarihçisi görünümünde değerlendirmeler olarak, “itirafları” var. Önce, belirtmeliyim ki, birçok yabancı kaynağın da gösterdiği gibi, Amerikan Ermenisi K.S. Papazian da Ermenilerin Doğu Anadolu’da hiçbir yerde çoğunluğu oluşturmadıkları gerçeğinin yalnız Osmanlı değil, bütün başka ülkeler belgeliklerindeki sayılamalarla da saptanmış olduğunu doğru olarak yazmaktadır. Özür açıklamasını imzalamış olanlar bu kitabı ya da benim üç dilde yaptığım özet yayınımı gördüler mi?
Ermeniler 1924’de Amerika’da yaptıkları bir kitap yayınında “200.000 kişilik” ordular kurduklarını yazıyor. 1926’da çıkan ikinci bir yayın da bu sayıyı “200.000’den fazla” olarak gösteriyor. Bu kalabalık Ermeni güçlerine Garo Pastırmacıyan ve Antranik Ozanyan gibi kişiler general rütbesiyle kumanda ettiler. Onların anı ya da değerlendirme kitapları, yaptıkları açıklamalar ve onlarla yapılan yayımlanmış söyleşiler var. Özür açıklamasını imzalayanlar bu yayınları gördüler mi? Bendeki nüshaları biraz şaşırarak okumuştum. Örneğin, Pastırmacıyan Birinci Dünya Savaşında İngiliz-Fransız cephesinin zaferini Ermenilerin Kafkasya, Doğu Anadolu, Süveyş, Sina Yarımadası, Kudüs ve Suriye cephelerinde Türklere karşı savaşmış olmalarına bağlıyor. Toplam 200.000’lik ordularla bu denli çok cephede bir hayli Türk öldürmüş olmalılar. Kendi kitaplarında da bunu açık ya da kapalı biçimde söylemiyorlar mı? Bu katkıdan ötürü Rus Çarı İkinci Nikola, Kafkasya’daki Rus Ermenisi generaller, İngiliz ve Fransız başbakanları ve o yıllardaki Britanya Uluslar Topluluğu ileri gelenleriyle E.H.H. Allenby gibi komutanları Ermenilere teşekkür etmişler ve “200.000’den fazla askerle” verdikleri desteği övmüşlerdir. Bu sayılar ve övgüler gerçektir ve tümü Ermeni yayınlarının içindedir. Bu yayınlar benim kitaplığımda vardır. Özür açıklamasını imzalayanlar bunları acaba gördüler mi? Ya çeşitli illerimizde Ermenilerin döktükleri kana ilişkin çok sayıda kitabı. Ermeniler melek de, yüz binlerce Türk ölüsü onların gözünde sinek mi? Ermeniler 1914-22 arasındaki sekiz yıl içinde bir düzineden fazla savaşa katıldılar, bu çatışmalarda öldürdüler ve öldüler. Bunların içinde Ruslarla Kafkasya ve Doğu Anadolu’da, İngilizlerle Süveyş’ten Suriye’ye değin tüm cephelerde ve Fransızlarla Adana ve çevresinde savaşları vardır. Çok sayıda Azeri ve Gürcü de öldürdüler; karşılığında vuruldular da. Hattâ, “komünist” ve “burjuva” diye iki kümeye ayrılıp birbirilerinin kanına da girdiler. Bunların hesabını da mı biz vereceğiz? Batı Anadolu’daki kimi Ermeniler işgâlci Yunanlılarla bile işbirliği yaptılar. İzmir’in Avusturyalı yangın söndürme örgütü yöneticisi Paul Grescovich ile Yakın Doğu Yardım Kuruluşu temsilcisi Mark O. Prentiss’in saptamalarına göre, Ege’nin bu kentini 14 Eylül 1922’de yakanlar da Rumlardan ve Yunanlılardan destek alan Ermenilerdir. Özür imzacıları bu konuda yaptığım yayınları görmediler mi?
Neden oldukları kan dökümünün ilk önemli olayı, önemli bir İngiliz kaynağına göre, “Türkler henüz seferberlik hazırlıkları içindeyken, Ermenilerin doğuda Ermeni olmayan 120.000 kişiyi boğazlamalarıdır.” İngiliz kaynağı “öldürme” sözcüğü yerine mezbahada hayvan keser gibi, daha sert bir anlatım olan “boğazlama” sözcüğünü kullanmaktadır. Bu tümce 2003 yılında yayımlanan İngiliz kaynağındadır. Aynı kaynak Nisan 1915’de Van’daki silâhlı Ermenilerin Türk ve öteki Müslüman mahallelerini basarak orada oturanları öldürdüklerini ya da göçe zorladıklarını ve Van kentini Osmanlı devletinden ayırarak geçici bir yönetim kurduklarını ve 1917’den sonra da 50.000 kişi daha öldürdüklerini ekliyor. Stephen Pope ile Elizabeth-Anne Wheal’in askerî başyapıtlar arasında çıkan bu ortak kitapları kana bulaşmış Ermenilerin yerlerinin değiştirilmeden önceki bu eylemleri üstünde durmaktadır. Bu belgeyi ben Türkçe bastırdığım bir kitabımda da, New York’ta İngilizce olarak yayımlanan başka bir kitabımda da gereği gibi kullandım. Özür açıklamasını imzalayanların doğrudan bu kitaptan ya da benim aktarmamdan haberleri var mı?
Özür açıklamasına imza koymuş olanlar bu kaynakları neden elden geçirmediler? Geçirdilerse, bu kanıtları niçin dengeli biçimde değerlendirmiyorlar? Bu imzalar üstüne düşünen birçok yurttaş yapanların ipliğinin artık ama adam akıllı pazara çıkmış olduğunu “Mustafa” filmi gibi adımlar arasında bağlantılar kurarak Cumhuriyete, devrimcilere, eşsiz Mustafa Kemâl Atatürk’e saldırıların ve dış destekli Ermeni ve PKK isteklerinin ardında ulusumuzun kendine güvenini ve giderek tüm varlığını ortadan kaldırma tasarısının varlığını görüyor. Atatürk, onun halk yararına devrimleri ve ulusa kendine güven duygusu vermesi kendinin putlaşması değil, halkın kendi gözünde de kimliğini bulmasıdır. Ulusu “Ne mutlu Türküm diyene!” yüceltmesinden “biz özür dilememiz gereken bir halkız” düzeyine düşürmek bunu yapanlar için bebeklik aşamasından ileriye geçememektir. Büyük Atatürk ulusun ve bireylerin kimlik kazanmasında vazgeçilmez bir anıt, bir ülkü kaynağı ve ileri atılım önderidir. Bu bağlamda, görevli subaylarımızın katıldıkları uluslararası toplantılarda sınırlarımızı da çiğneyen yeni Orta Doğu haritalarının dağıtılmasından kentlerimizde ayaklanma sınamalarına, ulusun önderi olan kişinin karalanmasından kadınların çarşafa hapsolmalarına, eğitimin Orta Çağ düşünüşüne geri çekilmesi saldırılarından ulusal dilimiz Türkçenin bile göz ardı edilmesine değin, tüm bu gericilik ve işbirliği oyunlarını “demokrasinin gereği” gibi sunmak kendimizi yadsımada sorumsuzluğun doruğudur.
Düşten kurtulmanın yolu uyanmaktır! Türk devrimcisi ve aydınına yaraşan olgunluk ölçüsü hangi köprünün aşılacağına ve hangisinin yıkılması gerektiğine karar vermesini öğrenmektir. Yönümüzü yanımızdan geçenlere göre değil, inancımızın parlayan yıldızlarına göre saptamak zorundayız. Evde beslediği köpeğin kendine hayran olduğunu gören kişi bu hayranlığı kendinin yetkin olduğunun kanıtı sayamayacağı gibi, sırtında başkasını taşımağa razı olan da bunu ancak eğilince yapabileceğini bilmelidir. Kesin seçeneklerle karşı karşıyayız. Önemli olan dört yol ağzında nerede durduğumuz ve hangi yöne gitmemiz gerektiğini görmektir.

10 Kasım 2009 Salı

10 KASIM 1938


HEDEF ÇİZDİĞİN ÇAĞDAŞ UYGARLIK YOLUNDA YILMADAN, BIKMADAN, ÇIKACAK TÜM ENGELLERİ YIKARAK, EMANET ETTİĞİN CUMHURİYETİ SONSUZA DEK KORUYACAĞIMIZA, ÇAĞDAŞ TÜRK GENÇLİĞİ OLARAK NAMUSUMUZ VE ŞEREFİMİZ ÜZERİNE ANDİÇERİZ.

9 Kasım 2009 Pazartesi

YEDİGÖLLER - BOLU - TÜRKİYE

Yedigöllerde, orman bitki örtüsü keşfedilecek binbir güzelliği ile bizi çağırıyor.
Yedigöller , büyükgölde ormanın göle yansıması ve renk cümbüşü büyüleyici.

Yedigöllerde sonbahar bütün ihtişamı ve renkleriyle görsel bir şölene davet ediyor bizleri.






6 Kasım 2009 Cuma

ONLARI UNUTMAYIN - 5

Ahmet Esat Tomruk (d. 1892-1893, İstanbul - ö. 14 Şubat 1966) Bu isimle belki hiç tanımayacaksınız ancak lakabını yazarsak, bileceksiniz:

İNGİLİZ KEMAL

Cerrahpaşa’nın Altımermer semtinde doğdu. Babası Evkaf Nezareti Varidat Kalemi Müdürü Mehmet Reşit Beydir. Annesi ise, Sıdıka Hanımdır. Babası öldüğünde, Ahmet Esat, beş yaşındaydı. Sarışın ve mavi gözlüydü O ve annesi, dayısı Sezai Bey'in himayesine girdi.
Ahmet Esat, ilköğrenimini Emirgan'da tamamladıktan sonra dayısı tarafından 679 numara ile Galatasaray Lisesi'ne kaydedildi. Parlak bir öğrenciydi. Fransızcasını geliştirmiş; yurt dışından edindiği arkadaşları ile hemen her konuda mektuplaşmaya başlamıştı.
Yurt dışından sık sık mektupların gelmesi iktidarın dikkatini çekince, hafiyeler tarafından takibe alındı. Hatta bir ara hafiyelerce tutuklanıp Yıldız Sarayı'na götürülmüşse de; sonra serbest bırakılmıştı. Bunun üzerine bir süre ülkeden uzaklaşmak isteyen macera ruhlu Ahmet Esat 1908'de İngiltere'ye hareket etti.
İngiltere'de Navy College'e kayıt yaptırmıştı. Galatasaray'da boksa ilgi duyan genç Türk, Navy College'de artık profesyonel olarak boks yapmaya başlamıştı. İngiltere’de çok popüler bir spor olan boksta iyi olması hemen dikkati çekmiş ve bu sporda çok da başarılı olmuştu. Ahmet Esat, 1914'te Navy College'dan mezun oldu.
Mezuniyetten sonra İngiltere'de bir müddet kalmış; bu arada Fransa başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerini de gezmişti. İngilizce bilgisini çok geliştirmiş; bir İngiliz'den daha fazla bu dilin ayrıntılarını, gramer kurallarını öğrenmişti.
O kadar ki, İngiliz dilinin her türlü şivesini rahatlıkla konuşabilecek düzeye gelmişti. Yalnız dilinden değil hal ve tavrından da onu bir Avrupalı'dan ayırmak mümkün değildi. Kağıt oyunlarında yetenekli ve eline çabukluğu olağanüstüydü.
1914'te İstanbul'a dönmüş ve Teşkilat-ı Mahsusa'ya üye olmuş ve ünlü ittihatçılardan Kara Kemal ile Dramalı Rıza Bey'lerden çetecilik dersleri almıştı. Bir ara Kuttul -Ammare'de esir edilen İngiliz Generali Thowshend'in yanına hapsedilerek ondan gerekli bilgileri almakla görevlendirilmişti.
1918'de İstanbul işgal edilmiş, İngilizler'in şehirdeki baskıları giderek artmıştı. Bu sırada İngiliz boksörlerle de ringlerde mücadele edip başarılar kazanan Ahmet Esat Tomruk; sporcu İngiliz askerlerinin de ilgisini çekmişti.
Ahmet Esat tutuklu İttihatçılar'ı kurtarmak için çabalamış, ancak bu yüzden İngiliz istihbaratı tarafından tutuklanarak Beyoğlu'ndaki İngiliz hapisanesine atılmıştı. Pek çok işkenceye maruz kalan Ahmet Esat Bey; bir ara firar teşebbüsünde bulunmuş; yabancı bir gemiyle yurtdışına kaçarken Çanakkale Boğazı'nda yakalanmış ve tekrar İstanbul'da hapse atılmıştı.
Bir süre sonra Çanakkale'deki sahra hapisanesine gönderilmişti. Orada Hintli Müslüman askerlerle yakın ilişkiye girip; onların sempatisini kazanmış; bir müddet sonra da buradan kaçmayı başarmıştı.
Ahmet Esat Bey, İngiliz Sahra Hapishanesi'nden kaçtıktan sonra Biga'da Kuvva-yı Milliyeciler'e sığındı. Bu arada ona geçmişteki maceralarından ve dil konusundaki olağanüstü yeteneğinden dolayı “İngiliz Kemal” kod adı, ”Balıkesir Reddi İlhak ve Kuvay-i Milliye Cemiyeti İdare Heyeti” tarafından takıldı.
Yunan ileri harekatı başlayınca Ankara'ya giden İngiliz Kemal, Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey ve Fevzi Paşa tarafından da kabul edilmiş ve İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Rumca bildiği için Genelkurmay İstihbarat Şubesi'nde görevlendirilmişti.
Albay İsmet Bey'in huzuruna çıkarılan Ahmet Esat burada tabanca, bayrak ve Kuran-ı Kerim üzerine elini koyarak, sadakat yemini etti.
Görevi Yunan ordusu karargahına girip gerekli bilgileri toplamaktı. Önce Antalya yoluyla Rodos'a geçti. Burada kendini Amerikalı gazeteci olarak tanıttı. Milli mücadelenin mali imkanlarını zorlamadan, Rodos kumarhanelerinde kumarda hileyle kazandığı 45 bin frank ile kendi deyimiyle İzmir'deki vatan görevine başlar.
Ahmet Esat Bey'in İzmir'deki hayatı bonkör bir Amerikalı gibi geçmiş; kısa sürede gece hayatının aranan siması olan Ahmet Esat Bey, üst düzey Yunan subaylarıyla da samimiyetini arttırmış; hatta onların en gizli toplantılarına dahi katılmış, (Hatta Yunan Ordusu Başkomutanı Papulas’tan mülakat bile alır.) aldığı bilgileri İzmir'deki kendisi gibi görevli bulunan Uşaklı Alaattin (Tiritoğlu) vasıtasıyla Antalya mutasarrıfı Aşir Bey'e aktarmıştı.
Ancak bir süre sonra ihbar sonucu yakalandı. Fakat o bu tutukluluk dönemi sırasında hiçbir şekilde Türkçe konuşmayarak kimliğinin meçhul kalmasını sağlayarak milli mücadele ile bağlantısını saklamayı başardı. Hatta Yunanlı hakimler bile onun Amerikalı olduğuna kanaat getirmişlerdi.
Bilahare Yunanistanda bir hapishaneye nakledildi. Ama o Atina'daki hapishaneden de yolunu bulup kaçmayı başarmış ve el becerileri konusunda mahir biri olduğundan caddede avare avare dolaşan birisinden çarptığı parayla bir Fransız şilebine kaçak olarak binip İzmir'e dönmeyi başardı.
Ankara, onu bu kez de Batı Trakya’ya yollar. O sırada Yunan ordusunun emrinde olan Ermeni General Antranik’in karargâhına girer. Ulusal Kurtuluş Savaşındaki istihbarat görevleri sırasında, İtalyan vatandaşı Celep, Trablusgarplı Abdullah Paşazade Mahmut Sait ve Amerikalı yazar Harry Willy kimliklerini kullandığı söylenir.
Ahmet Esat Bey, 1924 yılında Genelkurmaydaki istihbarat görevinden ayrılmış, Milli Mücadele dönemini içeren anılarını yazıp yayınlamıştı. "Tomruk" soyadını alacak olan Ahmet Esat Bey, İstanbul'a yerleşmiş ve tercuman-rehber olarak çalışmış; bu arada 1932'ye kadar da hafif sıklet boks şampiyonluğunu kimseye bırakmamıştı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Balkan ve Avrupa ülkelerinde casusluk yapması için tekrar göreve çağrılır. 1919’da Arap çöllerinde başlayan kariyerini 1950′lerin sonlarında yaşanan Kıbrıs sorununa kadar sürdürür. “Soğuk Savaş” yılları, Ahmet Esat Tomruk gibi kahramanlara ihtiyaç duymaz. Kumarhanelerde kazandığı paraları da mücadele için harcar. Devletten para ve mevki talep etmez. Bazen dansör, bazen boksör, bazen şoför, bazen de kurupiye olarak çalışır. Dünyanın dört bucağını dolaşır. Bin bir surat Ahmet Esat Tomruk, son yıllarında sahipsizdir. Beş parasız kalır. Yoksulluk içindedir. Yıllar sonra, 26 Haziran 1964’te, 487 sayılı kanunla TBMM tarafından vatani hizmet tertibinden 500 Lira aylık bağlanır kendisine.
İlk eşi Mevhibe Hanım'dan Günseli adında bir kızı olduğu rivayet edilen Ahmet Esat Tomruk, bu eşinden ayrıldıktan sonra 11 Şubat 1943 yılında Dorothy Minnic adlı bir İngiliz aktrisle evlenmiş, 14 Şubat 1966'ta vefat etmişti. Mezarı Çankırı’dadır.

Ruhu Şad, Mekanı Cennet Olsun !

(Sağlığında gazetecilere anlattığı tüm anıları tıpkı bir macera romanı havasında, kitaplar halinde yayınlanmıştır. Bir dönemin yarattığı eşsiz insanlardan biri olan İngiliz Kemal’i hiç unutmayın.)

4 Kasım 2009 Çarşamba

EKİM AYINDA BU KİTABI OKUDUM- 5

KİTABIN ADI : Osmanlı peşinde bir yaşam (Suraiya Faroqhi’ye armağan)
KİTABIN YAZARI : (9 yazara ait makaleler)
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Derleyen: Onur Yıldırım
KİTABIN YAYINEVİ : İmge Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2008
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 389
KİTABIN BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 7/10
ÖNERİ : Osmanlı tarihi ile ilgilenenlere

EKİM AYINDA BU KİTABI OKUDUM- 4

KİTABIN ADI : Tarihte Türk Dünyası
KİTABIN YAZARI : Wilhelm Barthold
KİTABIN ÇEVİRMENİ : A.Yalman-T.Andaç-N.Uğurlu
KİTABIN YAYINEVİ : Örgün Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2008
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 448
KİTABIN BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 7/10
ÖNERİ : Tarih meraklısına

2 Kasım 2009 Pazartesi

ERGENEKON OPERASYONU NEDEN YAPILDI?

Ecevit’in Başbakanılığını yaptığı koalisyon hükümeti, 1 Temmuz 1974 tarihinde haşhaş ekimini serbest bıraktı. 20 Temmuz 1974 günü’de, Türk Silahlı Kuvvetleri, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan haklarını kullanarak Kıbrıs’a çıktı.
ABD, Türkiye Cumhuriyeti’ne “Silah Ambargosu” uygulamaya kalkınca olan bitenleri Yıldırım Koç şu şekilde belgelemişti;
“Türkiye, dışişleri tarihimize onurlu birer sayfa olarak geçecek iki adım attı. Birincisi, Kıbrıs’tan çekilme baskılarının arttığı bir dönemde 13 Şubat 1975 günü Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulmasıdır. İkincisi ise ABD ile Türkiye arasındaki askeri işbirliği anlaşmasının tek taraflı olarak feshedilmesidir. 21 Amerikan üssü ve tesisinin faaliyeti durduruldu ve bu tesisler Türk Silahlı kuvvetleri’nin tam denetim ve gözetimine devredildi.
Hürriyet Gazetesi’nin 26 Temmuz 1975 tarihli sayısının manşeti şöyleydi; “ÜSLERE EL KOYDUK” Hürriyet imzalı başyazıda da şunlar söyleniyordu:
‘Türkiye için artık Amerika yok... Bizim kiralık toprağımız yoktur. Önce ikili anlaşmaların sona erdiğini dünya bilmek zorundadır. Türkiye’deki tatlı Amerikan efsanesi kökünden yıkılmıştır. Amerika artık sevimsiz veya çirkin değil, üstelik hain hale gelmiştir... Kim ne derse desin; artık Türkiye için pek çok şey vardır, fakat Amerika yoktur... Dost Amerika, dünden itibaren yerine hain Amerika’ya tek etmiştir.’
ABD gerçek yüzünü o zaman gösterdi. İçimizdeki işbirlikçileri kullanarak, ülkemizde bir kardeş kavgasının ve kargaşanın zeminini yarattılar. Yıldırım Koç, olanları özetledikten sonra yazısına şöyle son veriyor;
“26 Aralık 1978 ile 11 Eylül 1979 tarihleri arasındaki olaylarda 869 vatandaş ve 29 güvenlik görevlisi öldürüldü. 3.633 kişi yaralandı.
Tüm bu gelişmelere bağlı olarak, CHP iktidardan düşürüldü. Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki azınlık hükümeti kuruldu.
ABD ile Türkiye arasında savunma ve işbirliği anlaşması 29 Mart 1980 tarihinde imzalandı.
Ancak başbakan Demirel, bu anlaşmayı Meclis onayından geçiremediği için anlaşma yürürlüğe girmedi ve ABD, eliden alınmış olan üslerine kavuşamadı.
Aynı dönemde terör daha da tırmandırıldı. 12 Eylül 1979 ile 11 Eylül 1980 tarihleri arasında 2.677 vatandaş ve 135 güvenlik görevlisi öldürüldü ve 6.784 kişi yaralandı.
12 Eylül 1980 sonrasında ise tüm bu sorunlar çözüldü. 18 Kasım 1980 tarihli Bakanlar Kurulu Kararıyla Türkiye ile ABD arasında dışişleri bakanları düzeyinde imzalanmış olan bu anlaşma onaylandı ve 1 Şubat 1981 tarihli Resmi Gazete’de de yayımlanarak yürürlüğe girdi. ABD, üslerine kavuştu. Tarihimizdeki onurlu bir sayfa da böylece yırtılıp atıldı” (Yıldırım Koç, “Türkiye’deki ABD üslerini kapatmıştık, Hatırlıyormusunuz? Jeopolitik Dergisi)
ABD’nin yeni planlarının hayata geçirmesi için Türk aydınlarını dize getirmesi ve AKP’yi iktidarda tutmaya devam etmesi gerekiyor.
ERGENEKON OPERASYONUNUN NEDEN YAPILDIĞINI HALA ANLAYAMADINIZ MI?

(Vural Savaş, Yüce Divan Dosyası syf 214-216)