Hikayelerin hepsi bir zamanda ve
bir yerde başlarlar. Anlatanın anlatma yeteneğine ve kelime zenginliğine göre,
dinleyenin de dayanma sınırlarına göre de uzar gider… Hikayelerin hepsi de
yayınlanmak için yazılmazlar elbette. Bazen içindekileri kağıda dökme heyecanı
ile yazarsın, bazen de bunları yazayım benden sonraya anı kalsın dersin. Niyet
ne olursa olsun bir şeyleri anlatmak her zaman önemlidir diye düşünüyorum.
Önem, kişiden kişiye ve zamana göre de değişkendir. Yazanın çok değerli
bulduğunu, okuyan belki dikkate bile almayabilir, kaldırıp atabilir de. Ama
hikaye edenin anlattığı ve yazdığı sürece aldığı keyifi hiçbir şey kaçıramaz,
okunmayacağını bilse bile.
Gençlik yaşlarında insan
çevresini ve geçmişi fazla sorgulamıyor galiba ya da ben mi öyleydim
bilmiyorum. Zaman ilerledikçe ve yaşadığımız toplumu daha yakından tanımaya
başladıkça giderek gelişti. Hani hep anlatırlar ya, biz hafızasız toplumuz. Ama
bunun sebebi “göçer ve göçmen bir toplum olmamızdan” dediklerinde kısmen hak
vermeye başladım. Ne geniş ölçekte, toplumsal bilgilerimizin birkaç yüzyıldan
geriye gidememesi ne de kişilerin mutlak bir çoğunluğunun geçmiş aile
tarihlerinin detaylarını bilememesi karşısında gelecek kuşaklara bir şeyleri
yazıp bırakma zorunluluğu doğuyor diye düşünmeye başladım. Balık hafızalı bir
toplumda geçmişi bilmek donanımlı yapar insanı.
Özellikle Avrupa toplumlarında
kişisel anıların yazılmasının yaygınlığı ve aile şecerelerini anlatan
kitapların bolluğu sanırım toplumsal hafızayı destekleyen yönlerden biri olmalı
ki, bu toplumlar bin ya da iki bin sene önceye giden aile soy kütüklerini
bilebiliyorlar. Elbette ülkelerinin, Roma İmparatorluğu’dan kaynaklanan arşiv
geleneğini devam ettirmelerinin büyük payı var. Ülkemizde, tarih kitaplarını
okumayı sevdiğimden, bu yolla öğrenebildiğim, 15. Yüzyılın sonlarına kadar
devlet arşivlerimiz ve bağımsız belgeler son derece yetersiz sebebiyle Osmanlı
devletinin resmi tarihi dahi net bilgilere göre yazılamıyor. Hala Osmanlı
devletinin kuruluş yılının 1299 mu yoksa 1302 mi olduğu tartışılmaya devam
ediliyorken, Gaius Julius Caesar (Jül Sezar)’ın doğum ve ölüm tarihlerini MÖ 12
Temmuz 100 – MÖ 15 Mart 44 olarak net bir biçimde verebilen Avrupa’nın bu
konudaki yetkinliğini kabul etmek gerekiyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün,
kurtuluş savaşının hemen ertesinde toplumumuzu, “muasır medeniyet seviyesine”
çıkarma hedefini ortaya koyduğunda elbette varmak istediği hedef, yüzyıllar
boyu tarih yazmış bir milleti, içinde bulunduğu zilletten kurtarmak, uygarlığın
sürükleyicisi olan bir toplum mertebesine yükseltmekti. Bu nasıl olacak? Değişik
yolları var. Yazın ve tarih de de dikkatli ve sabırlı olmak gerekiyor. Elbette
çalakalem, tam bilmediği, belki biraz hatırladığı, ya da birinden sohbet
esnasında duyduğu bilgilerle eserler ve kitaplar üretilmez. Araştırmak,
araştırmak ve yine araştırmak, giderek gerçeğe ulaşma yoluyla toplumu
bilgilendirici eserler üretmek ile mümkün olacak kültürel yapılanma. Belki
konudan biraz sapma olacak ama olayın bu kültürel boyutunu vurgulamak için bir
alıntı yapacağım izninizle;
“Geçen yıl Basel’de kitapçılarda dolaşırken iki kitap
buldum. Bu kitaplardan ikisi de Freud’un hayatındaki ayrıntılarla ilgiliydi. Freud’un baldızı Minna Bernays
kocasından boşandıktan sonra ablasının evinde yaşamaya başlar. Freud’un
biyografi yazarları baldızla bir aşkın yaşandığından neredeyse emin gibidirler
ama bununla ilgili net bir kanıt da yoktur. Psikanalizle ilgilenen bir tarihçi,
baldızıyla İsviçre ve Avusturya’da uzun tren yolculukları yapan Freud’un izini
sürer ve bir şeyler bulur sonunda. Freud ve baldızının İsviçre’nin Engadin
bölgesindeki bir dağ otelinde konakladığını öğrenir ve otelin kayıt
defterlerini inceler. Düşünün, otelin 1800’li yılların sonundan itibaren kayıt
defterleri korunmaktadır. Bu kayıt defterlerinde bir sayfada ‘Bay Freud ve
karısı’ ibaresine rastlar ve içinde çift kişilik bir yatağın bulunduğu bir
odada kaldıklarını öğrenir.
Bu bilgiden yola çıkarak Freud’un o dönem yazdığı yazılar, üzerinde çalıştığı konular, eşiyle ilişkisi ve baldızıyla aşkı üzerinden onun ruh durumuyla ilgili bir kitap yazar. Bu kitabı yazdığı iki yıllık sürede ihtiyacı olan finansal kaynak bir vakıf tarafından karşılanır.
Diğer kitap Freud’un Viyana’daki yaşantısında çok özel bir döneme odaklanıyor. Freud her sabah saat sekizde seanslarına başlar. Dört seans yaptıktan sonra 12.00 – 14.00 arasında öğle arası verir. İlk saat ailesiyle yemek yer, ikinci saatte ise koltuğunun altında Wiener Zeitung bir kafeye oturur ve purosunu içerek günün haberlerini okur (1700’lü yıllardan beri yayınlanan günlük bir gazete). Bir araştırmacı Freud’un 2. Dünya Savaşı’ndan önce bu kafelerde otururken okuduğu haberleri gazete arşivinden bulur. Yine Freud’un o dönemdeki eserlerini de çantasına koyar ve o kafelerde kahve içerek Freud’un psikanalitik bir incelemesini yazmaya girişir. Bunun için de bir vakıftan yüklüce bir para alır ki bu dönemde nasıl yaşayacağını düşünmeden kendini kitabına adayabilsin.
Bu kitapları okuduğumuzda elimize ne geçer? Somut hiçbir şey! Bin sayfalık psikiyatri tarihini okuduğumda elime ne geçer? Somut hiçbir şey! Ama ben bu kitapları okuduğumda okumadan önceki insan değilimdir artık.” (Alper Hasanoğlu http://www.radikal.com.tr/yazarlar/alper-hasanoglu/uygarlik-ayrintida-gizli-1123641/)
Bu bilgiden yola çıkarak Freud’un o dönem yazdığı yazılar, üzerinde çalıştığı konular, eşiyle ilişkisi ve baldızıyla aşkı üzerinden onun ruh durumuyla ilgili bir kitap yazar. Bu kitabı yazdığı iki yıllık sürede ihtiyacı olan finansal kaynak bir vakıf tarafından karşılanır.
Diğer kitap Freud’un Viyana’daki yaşantısında çok özel bir döneme odaklanıyor. Freud her sabah saat sekizde seanslarına başlar. Dört seans yaptıktan sonra 12.00 – 14.00 arasında öğle arası verir. İlk saat ailesiyle yemek yer, ikinci saatte ise koltuğunun altında Wiener Zeitung bir kafeye oturur ve purosunu içerek günün haberlerini okur (1700’lü yıllardan beri yayınlanan günlük bir gazete). Bir araştırmacı Freud’un 2. Dünya Savaşı’ndan önce bu kafelerde otururken okuduğu haberleri gazete arşivinden bulur. Yine Freud’un o dönemdeki eserlerini de çantasına koyar ve o kafelerde kahve içerek Freud’un psikanalitik bir incelemesini yazmaya girişir. Bunun için de bir vakıftan yüklüce bir para alır ki bu dönemde nasıl yaşayacağını düşünmeden kendini kitabına adayabilsin.
Bu kitapları okuduğumuzda elimize ne geçer? Somut hiçbir şey! Bin sayfalık psikiyatri tarihini okuduğumda elime ne geçer? Somut hiçbir şey! Ama ben bu kitapları okuduğumda okumadan önceki insan değilimdir artık.” (Alper Hasanoğlu http://www.radikal.com.tr/yazarlar/alper-hasanoglu/uygarlik-ayrintida-gizli-1123641/)
Gelecekte iz bırakacak kitaplar
böyle yazılıyor. İşte, bir şeyler yazarken şiarım bu olsun diye düşünüyorum. Bu
satırlarla beraber kişisel geçmişimin tarihine başlarken kendime bazı
satırbaşları koyacağım. Ama bazen dilimin ucuna gelen bir kelime veya cümle
için belki daldan dala atlayıp bazı konulara da geçerim diye düşünüyorum.
Yazacaklarım şimdiki düşünceme göre bir “aile tarihi” veya “aile romanı”
olmayacak. Biraz kendimle sohbet, biraz geçmişi anmak olacak galiba. Yazılar
zamanla birleşip bir araya gelir mi bilmiyorum doğrusu. Zaman zaman bloga
koyacağım yazıların tarihsel yaşanmışlık sırası olmayacak. Hangi konuya
yoğunlaşmışsam oradan sürdüreceğim. Hatta bazı yazılarımız izninize sığınarak,
genişletip belki tekrar yazacağım. Bakalım süreç beni nereye götürecek.
Yazılarımın kendime göre özel
nitelikleri olmakla birlikte blog izleyenlerimin benimle aynı duygulara sahip
olmayacağını düşünerek yazılarımdan eş keyifler alacaklarını ummuyorum. Yalnız
belki yazıda geçen bir konuda ilginç fikri veya anısı oların, kuşkusuz
yazılarımın yetkinleşmesine büyük katkısı olacak. Umarım sabrınızı çok
zorlamam.
(30.09.2016)