KİTABIN ADI : İmparatorlar denizi Akdeniz
KİTABIN YAZARI : Roger Crowley
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Cihat Taşçıoğlu
KİTABIN YAYINEVİ : April Yayıncılık
KİTABIN BASKI YILI : 2008
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 408
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 9/10 (Çok az dizgi hataları var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 8/10
ÖNERİ : Türk-Osmanlı tarihİ meraklılarına
"Bana olağanüstü hususiyetler atfetmeyiniz. Doğumumdaki tek fevkaladelik Türk olarak dünyaya gelmemdir." (Mustafa Kemal ATATÜRK)
27 Ekim 2009 Salı
26 Ekim 2009 Pazartesi
MASAL BU YA...
Yıl 2060
kızım 18, ben 74 yaşındayım...
Baba bizim bayrağımızda sizin zamanınızda Ay-yıldız varmış neden şimdi haç işareti ve anlamını bilmediğim renkler var?
2 arkadaş okulda tavan arasında eski bir atlas bulmuştuk, o atlasta gördük daha önce Edirne'den Kars'a kadar Türkiye toprağı imiş, şimdi neden o haritanın 1/5'ine Türkiye diyoruz?
Eskiden her mahallede 1–2 cami varken, şimdi neden her ilde bir cami var, dedem bahsetmişti daha önce ezan denen bir şey varmış, günde 5 defa camilerden okunurmuş şimdi bu çan sesleri ne baba?
Filistinlilerin zamanında topraklarını parça parça satarak İsrail'in kurulmasına sebep olduklarını hiç mi bir yerde okumadınız da, topraklarımızı sattırıp şimdi bu ufacık alana bizi hapsettiniz? Siz atalarınızdan böyle mi aldınız bu toprakları? Emaneti böyle mi korudunuz? Günden güne topraklarımız satılırken siz uyuyor muydunuz baba?
Baba küçükken herkesin beni Ayşegül diye çağırdığını hatırlar gibiyim şimdi neden bana Angel diyorlar, beni kulağıma Angel ismini ezanla sen mi söyledin? Bizim evin önünden tanklarla geçen Amerikan askerleri kim baba? Her gün bize hakaret ederek ve sizi her gördükleri yerde coplayarak demokrasi mi getirdiler baba? Bize okulda demokrasinin tanımını daha farklı öğretiler sanki
Elime geçen gün bir kitap geçti baba, senin gençliğinden kalan. Biz Ankara'ya taşınmazdan önce memleketimizin ismi Gaziantep'miş ve 6317 şehit vererek 'Gazi' lik ünvanını kazanmış. Neden şimdi oraya kürdistan diyorlar baba. Baba hani sizlere kürtlerle Türkler kardeştir demişler, peki kardeşlerim neden bizi öldürüp ülkemizde ayrı devlet kurdular.
Baba o kitapta Atatürk diye birinden de bahsetmişti. O her kimse 1933'te Bursa'da bir nutuk vermiş, ben şimdi bile ne kastettiğini anlayabiliyorken, sizin gençliğiniz bu kadar mı cahildi de o uyarıları dikkate almadınız? Şimdiki kürdistan toprağında yer alan Süleymaniye'de askerimizin başına çuval geçirmişler ve sen o dönemde gençtin, hiç mi kanın donmadı baba? Neden hesap sormadınız? Bunları görmezden gelen yöneticilerinize?
O az önce bahsettiğim Atatürk size bir hitabe yazmış ve sizi hain yöneticilere ve uşaklara karşı uyarmış ve hitabenin sonunda da 'Muhtaçolduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur' demiş. Baba kanınız o kadar bozuk mu ki ülkemizi bu hale getirenlerin yakasına yapışmadınız?
Baba Türkiyeli ne demek? Biz Türk çocuğu değil miyiz? Soyumuz belli değil mi bizim?
O kitapta okumuştum 'Ne mutlu Türküm diyene' yazıyordu. Peki, baba ben neden mutlu değilim? Türküm demek suçsa ve kötü bir şeyse siz eskiden neden söylerdiniz? Baba biz Kurtuluş Savaşı denen bir şey yaşamışız. Kitaba göre dünyanın gördüğü en şanlı savaşmış ve o savaşta 4 milyon şehit vermişiz. Madem bu vatandan bu kadar kolay vazgeçecektiniz de neden o kadar şehit verdiniz? Hiç mi kitap okumadınız? Hiç mi sizi uyaran olmadı, hiç mi göremediniz ülkemizin peşkeş çekildiğini? eğer farkında olduysanız ve duygusuzca evinizde oturduysanız sizin o hainlerden ne farkınız kaldı? Allah'ın huzuruna hangi yüzle çıkacaksınız baba. 'Vatan sevgisi imandandır' diye bir hadis varken hadi diyelim ki Türklüğünüzden vazgeçtiniz bari İslam'ın emrine uysaydınız.
Senin eski cd'lerden dinledim baba, bizim de bir İstiklal Marşı'mız varmış. O marşı yanlızca körü körüne mi ezberlediniz? Atalarımız sizi her fırsatta uyarmış, demiş ki 'Ey Türk titre ve kendine dön'. Baba ne zaman titreyeceksiniz? Ankara'yı da kaybettikten sonra mı? Bundan 13 yıl önce titremediyseniz eğer artık hiç bir şey titretemez sizi. Baba sen son bağımsız olan Türkiye Cumhuriyetini gördün.'Ya devlet başa, ya kuzgun leşe' diyebilecek bir Hasan Tahsin, bir Şehit Şahin, bir Sütçü İmam yok muydu aranızda? Yazıklar olsun baba sizin gençliğinize!
Bu günleri göreceğime hiç doğmasaydım baba. Türklüğünüzden utanmadınız hiç olmazsa insanlığınızdan utansaydınız baba. Bu vatan göz göre göre altınızdan kayarken hiç olmazsa ŞEREFİNİZLE ÖLEMEDİNİZ Mİ?
HER GÜNÜM CENAZE HER GÜNÜM ŞEHiT
BUNLARIN SEBEBİ BİR İT OĞLU İT
UYAN TÜRK EVLADI UYUMA UYAN
OTUZ KUPONA ALINMADI BU VATAN
(alıntıdır)
kızım 18, ben 74 yaşındayım...
Baba bizim bayrağımızda sizin zamanınızda Ay-yıldız varmış neden şimdi haç işareti ve anlamını bilmediğim renkler var?
2 arkadaş okulda tavan arasında eski bir atlas bulmuştuk, o atlasta gördük daha önce Edirne'den Kars'a kadar Türkiye toprağı imiş, şimdi neden o haritanın 1/5'ine Türkiye diyoruz?
Eskiden her mahallede 1–2 cami varken, şimdi neden her ilde bir cami var, dedem bahsetmişti daha önce ezan denen bir şey varmış, günde 5 defa camilerden okunurmuş şimdi bu çan sesleri ne baba?
Filistinlilerin zamanında topraklarını parça parça satarak İsrail'in kurulmasına sebep olduklarını hiç mi bir yerde okumadınız da, topraklarımızı sattırıp şimdi bu ufacık alana bizi hapsettiniz? Siz atalarınızdan böyle mi aldınız bu toprakları? Emaneti böyle mi korudunuz? Günden güne topraklarımız satılırken siz uyuyor muydunuz baba?
Baba küçükken herkesin beni Ayşegül diye çağırdığını hatırlar gibiyim şimdi neden bana Angel diyorlar, beni kulağıma Angel ismini ezanla sen mi söyledin? Bizim evin önünden tanklarla geçen Amerikan askerleri kim baba? Her gün bize hakaret ederek ve sizi her gördükleri yerde coplayarak demokrasi mi getirdiler baba? Bize okulda demokrasinin tanımını daha farklı öğretiler sanki
Elime geçen gün bir kitap geçti baba, senin gençliğinden kalan. Biz Ankara'ya taşınmazdan önce memleketimizin ismi Gaziantep'miş ve 6317 şehit vererek 'Gazi' lik ünvanını kazanmış. Neden şimdi oraya kürdistan diyorlar baba. Baba hani sizlere kürtlerle Türkler kardeştir demişler, peki kardeşlerim neden bizi öldürüp ülkemizde ayrı devlet kurdular.
Baba o kitapta Atatürk diye birinden de bahsetmişti. O her kimse 1933'te Bursa'da bir nutuk vermiş, ben şimdi bile ne kastettiğini anlayabiliyorken, sizin gençliğiniz bu kadar mı cahildi de o uyarıları dikkate almadınız? Şimdiki kürdistan toprağında yer alan Süleymaniye'de askerimizin başına çuval geçirmişler ve sen o dönemde gençtin, hiç mi kanın donmadı baba? Neden hesap sormadınız? Bunları görmezden gelen yöneticilerinize?
O az önce bahsettiğim Atatürk size bir hitabe yazmış ve sizi hain yöneticilere ve uşaklara karşı uyarmış ve hitabenin sonunda da 'Muhtaçolduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur' demiş. Baba kanınız o kadar bozuk mu ki ülkemizi bu hale getirenlerin yakasına yapışmadınız?
Baba Türkiyeli ne demek? Biz Türk çocuğu değil miyiz? Soyumuz belli değil mi bizim?
O kitapta okumuştum 'Ne mutlu Türküm diyene' yazıyordu. Peki, baba ben neden mutlu değilim? Türküm demek suçsa ve kötü bir şeyse siz eskiden neden söylerdiniz? Baba biz Kurtuluş Savaşı denen bir şey yaşamışız. Kitaba göre dünyanın gördüğü en şanlı savaşmış ve o savaşta 4 milyon şehit vermişiz. Madem bu vatandan bu kadar kolay vazgeçecektiniz de neden o kadar şehit verdiniz? Hiç mi kitap okumadınız? Hiç mi sizi uyaran olmadı, hiç mi göremediniz ülkemizin peşkeş çekildiğini? eğer farkında olduysanız ve duygusuzca evinizde oturduysanız sizin o hainlerden ne farkınız kaldı? Allah'ın huzuruna hangi yüzle çıkacaksınız baba. 'Vatan sevgisi imandandır' diye bir hadis varken hadi diyelim ki Türklüğünüzden vazgeçtiniz bari İslam'ın emrine uysaydınız.
Senin eski cd'lerden dinledim baba, bizim de bir İstiklal Marşı'mız varmış. O marşı yanlızca körü körüne mi ezberlediniz? Atalarımız sizi her fırsatta uyarmış, demiş ki 'Ey Türk titre ve kendine dön'. Baba ne zaman titreyeceksiniz? Ankara'yı da kaybettikten sonra mı? Bundan 13 yıl önce titremediyseniz eğer artık hiç bir şey titretemez sizi. Baba sen son bağımsız olan Türkiye Cumhuriyetini gördün.'Ya devlet başa, ya kuzgun leşe' diyebilecek bir Hasan Tahsin, bir Şehit Şahin, bir Sütçü İmam yok muydu aranızda? Yazıklar olsun baba sizin gençliğinize!
Bu günleri göreceğime hiç doğmasaydım baba. Türklüğünüzden utanmadınız hiç olmazsa insanlığınızdan utansaydınız baba. Bu vatan göz göre göre altınızdan kayarken hiç olmazsa ŞEREFİNİZLE ÖLEMEDİNİZ Mİ?
HER GÜNÜM CENAZE HER GÜNÜM ŞEHiT
BUNLARIN SEBEBİ BİR İT OĞLU İT
UYAN TÜRK EVLADI UYUMA UYAN
OTUZ KUPONA ALINMADI BU VATAN
(alıntıdır)
21 Ekim 2009 Çarşamba
EKİM AYINDA BU KİTABI OKUDUM- 2
KİTABIN ADI : İlkçağ’da İzmir
KİTABIN YAZARI : Cecil John Cadoux
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Bilge Umar
KİTABIN YAYINEVİ : İletişim
KİTABIN BASKI YILI : 2003
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 515
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 9/10 (Tarih açısından eskimiş bazı bilgiler var)
ÖNERİ : Tarih meraklıları mutlaka okumalı
KİTABIN YAZARI : Cecil John Cadoux
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Bilge Umar
KİTABIN YAYINEVİ : İletişim
KİTABIN BASKI YILI : 2003
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 515
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 9/10 (Tarih açısından eskimiş bazı bilgiler var)
ÖNERİ : Tarih meraklıları mutlaka okumalı
20 Ekim 2009 Salı
ŞİFRE TELGRAF
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden 15 gün sonra dönemin İngiltere Büyükelçisi Percy Loraine’in Londra ya özel bir kuryeyle gönderdigi ve üzerine <<>> damgası vurulan mektubun tam metnidir.
G İ Z L İ Telgraf No: 608
İngiltere Büyükelçiliği,
Ankara, 25 Kasım 1938
Aziz Lordum,
1.Size Mösyö Kemal Atatürk’ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum.
2. Bu belgeye ek olarak, Büyükelçiliğimiz Müsteşarı tarafından hazırlanan ve Kemal Atatürk’ün geçmişteki kariyerini içeren belgeyi sizlere sunma onuru yanında, bu yazımda, Atatürk’ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım. Hiç şüphesiz toplum bilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır. Ancak bunların birçoğu, Atatürk’ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki; onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır.
3. Bu bilginin toplanmasında, ben belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Her ne kadar, rahmetli Cumhurbaşkanı ile çok nadir karşılaşmış olsam da, bu görüşmeler diğer diplomatik temsilciliklerinkine nazaran daha sık ve daha uzun olmuştur. Bütün bunlar bir yana, görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır. Galiba, onun yeteneklerini ortaya çıkartan becerikli yaklaşımlarım vardı, bu yüzden olsa gerek görüştüğümüz konu hakkındaki fikirlerine ya da o konu ile ilgili sunduğu sonuca karşı çıktığımda benim bu tavrıma direnmezdi. Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum.
4. Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen kabinedeki bazı bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu.
5. Atatürk’ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalısmalıyım.
6. Sanırım bunu temelde <<çift karakterli>> olarak açıklayabiliriz. Bu ülkede nefret uyandıran ve yasaklanan H.C.Armstrong un Grey Wolf (Bozkurt) adlı kitabını okuyan çoğu insan, çok yetenekli; inatçı bir enerjiye sahip, ancak insafsız, itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ahlak dışı ihtirasları olan; dahası, dostluğu tanımayan bir adamın portresiyle karşılaşmaktadır. Bu tesbiti doğrular görünecek kanıtları toplamak hiç de zor olmayacaktır; ancak şahsen ben, bir insanın bu şekilde tanıtılmasını tamamıyla yanıltıcı buluyorum. Gözle görülen bir dizi
Kural dışılığı sadece ayrı karakterlilikle anlatabileceğime inanıyorum. Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil, yüzyıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek, sadece artık kölelik çekilmemesi gerektiğine inandığı için çok sayıda kuvveti harekete geçirip, bir insanın büyüklüğünün ve sıra dışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir on beş yıl gibi kısa bir sürede bu insan birçok iyi şey yapmıştır. Gerisi ayrıntıdan ibarettir; sadece dedikoducu zihniyetin üzerinde duracağı ancak bir tarihçinin gerektiği kadarını vereceği ayrıntılar.
7. Atatürk’ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok, bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türk ırkının tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır. Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum: Bu da; Atatürk’ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi, faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi.
8. Atatürk’ün tüm karakterinde veya en azından mevcut şeklinde, bazı çelişkilerle karşılaşılmaktadır. İddia edilen acımasızlığı, onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi, vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır. Tensel günahlar ve geçici ilişkilere duydugu varsayılan zevklere karşın, toplumda kadının rolü kavramı, halk devrimlerinde en çarpıcı savunmayı ortaya koyduğu kadın hakları ve önemi ile bağdaşmamaktadır. Zira bir iki sene içinde çokeşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdirde harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açik olduğunu ortaya koymuştur. (Kimi zaman toplum içinde de olsa) özel hayatını tanımlayan ve göz ardı edilmiş resmiyeti, giyiminin kusursuzluğu, olağanüstü tavırları ve resmi görevlerdeki asaleti ile garip bir çeliski yaratmaktadır. Sadece bir kaç büyük adam daha rahat ve daha güvenli hissetmenizi sağlayabilir; sanirim yok denecek kadar azı da gerektiğinde sizi bu kadar rahatsız hissettirebilir.
9. Atatürk, Batı da "yes-men" ve uzun süredir Türkiye de "evetçi" olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor, bu tür insanlari aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı. Kendisi zaten ülkesi, ırkı ve insanları için yaşıyor, onlar için düşünüp, onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa, görevlerini yerine getiremedikleri kanaatına varıyordu.
10. Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi -ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum. Ancak Hitler ve Mussolininin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına
sahip değildi. Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve tüm devlet meselelerinde onun isteklerinin hakim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz. Doğru, ancak daha çok o konudan sorumlu kişilerin onayının hakimiyeti şeklinde karşımıza çıkıyordu. Olayların gidişi, Atatürk’ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil. Ancak onu Mussolini, Hitler veya Primo de Rivera gibi diktatörlerden ayıran belki de en büyük özellik, başından beri isteyerek ve çok emek sarf ederek, kendini yaşatacak bir sistem kurmaya çalısmasıdır. Atatürk ten sonraki cumhurbaşkanı seçiminin sessizce hallolması ve ölümünden sonra kurduğu rejimin sakınce sürmesi bir kriterse, evet başarılı olmuştur.
11. Atatürkün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı; küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinçaltının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dimdikliğinin bir başka parçasıydı.
12. Müslüman olarak doğmuş, ancak din karşıtı bir kişi olmuştu, doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti; işini iyi bilen, istidat sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı. Türkiye’nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyetin dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur. Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkelerarası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır.
13. Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı. O, Türk Milleti’ne hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır. İnsanlara hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de tüm bunlardan daha önemlisi bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır. Lordum, en derin saygılarımla, sizin en sadık ve en mütevazi hizmetkarınız olduğumu bildirmekten seref duyarım.
Percy Loraine
G İ Z L İ
G İ Z L İ Telgraf No: 608
İngiltere Büyükelçiliği,
Ankara, 25 Kasım 1938
Aziz Lordum,
1.Size Mösyö Kemal Atatürk’ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum.
2. Bu belgeye ek olarak, Büyükelçiliğimiz Müsteşarı tarafından hazırlanan ve Kemal Atatürk’ün geçmişteki kariyerini içeren belgeyi sizlere sunma onuru yanında, bu yazımda, Atatürk’ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım. Hiç şüphesiz toplum bilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır. Ancak bunların birçoğu, Atatürk’ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki; onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır.
3. Bu bilginin toplanmasında, ben belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Her ne kadar, rahmetli Cumhurbaşkanı ile çok nadir karşılaşmış olsam da, bu görüşmeler diğer diplomatik temsilciliklerinkine nazaran daha sık ve daha uzun olmuştur. Bütün bunlar bir yana, görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır. Galiba, onun yeteneklerini ortaya çıkartan becerikli yaklaşımlarım vardı, bu yüzden olsa gerek görüştüğümüz konu hakkındaki fikirlerine ya da o konu ile ilgili sunduğu sonuca karşı çıktığımda benim bu tavrıma direnmezdi. Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum.
4. Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen kabinedeki bazı bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu.
5. Atatürk’ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalısmalıyım.
6. Sanırım bunu temelde <<çift karakterli>> olarak açıklayabiliriz. Bu ülkede nefret uyandıran ve yasaklanan H.C.Armstrong un Grey Wolf (Bozkurt) adlı kitabını okuyan çoğu insan, çok yetenekli; inatçı bir enerjiye sahip, ancak insafsız, itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ahlak dışı ihtirasları olan; dahası, dostluğu tanımayan bir adamın portresiyle karşılaşmaktadır. Bu tesbiti doğrular görünecek kanıtları toplamak hiç de zor olmayacaktır; ancak şahsen ben, bir insanın bu şekilde tanıtılmasını tamamıyla yanıltıcı buluyorum. Gözle görülen bir dizi
Kural dışılığı sadece ayrı karakterlilikle anlatabileceğime inanıyorum. Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil, yüzyıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek, sadece artık kölelik çekilmemesi gerektiğine inandığı için çok sayıda kuvveti harekete geçirip, bir insanın büyüklüğünün ve sıra dışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir on beş yıl gibi kısa bir sürede bu insan birçok iyi şey yapmıştır. Gerisi ayrıntıdan ibarettir; sadece dedikoducu zihniyetin üzerinde duracağı ancak bir tarihçinin gerektiği kadarını vereceği ayrıntılar.
7. Atatürk’ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok, bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türk ırkının tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır. Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum: Bu da; Atatürk’ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi, faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi.
8. Atatürk’ün tüm karakterinde veya en azından mevcut şeklinde, bazı çelişkilerle karşılaşılmaktadır. İddia edilen acımasızlığı, onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi, vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır. Tensel günahlar ve geçici ilişkilere duydugu varsayılan zevklere karşın, toplumda kadının rolü kavramı, halk devrimlerinde en çarpıcı savunmayı ortaya koyduğu kadın hakları ve önemi ile bağdaşmamaktadır. Zira bir iki sene içinde çokeşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdirde harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açik olduğunu ortaya koymuştur. (Kimi zaman toplum içinde de olsa) özel hayatını tanımlayan ve göz ardı edilmiş resmiyeti, giyiminin kusursuzluğu, olağanüstü tavırları ve resmi görevlerdeki asaleti ile garip bir çeliski yaratmaktadır. Sadece bir kaç büyük adam daha rahat ve daha güvenli hissetmenizi sağlayabilir; sanirim yok denecek kadar azı da gerektiğinde sizi bu kadar rahatsız hissettirebilir.
9. Atatürk, Batı da "yes-men" ve uzun süredir Türkiye de "evetçi" olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor, bu tür insanlari aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı. Kendisi zaten ülkesi, ırkı ve insanları için yaşıyor, onlar için düşünüp, onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa, görevlerini yerine getiremedikleri kanaatına varıyordu.
10. Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi -ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum. Ancak Hitler ve Mussolininin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına
sahip değildi. Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve tüm devlet meselelerinde onun isteklerinin hakim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz. Doğru, ancak daha çok o konudan sorumlu kişilerin onayının hakimiyeti şeklinde karşımıza çıkıyordu. Olayların gidişi, Atatürk’ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil. Ancak onu Mussolini, Hitler veya Primo de Rivera gibi diktatörlerden ayıran belki de en büyük özellik, başından beri isteyerek ve çok emek sarf ederek, kendini yaşatacak bir sistem kurmaya çalısmasıdır. Atatürk ten sonraki cumhurbaşkanı seçiminin sessizce hallolması ve ölümünden sonra kurduğu rejimin sakınce sürmesi bir kriterse, evet başarılı olmuştur.
11. Atatürkün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı; küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinçaltının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dimdikliğinin bir başka parçasıydı.
12. Müslüman olarak doğmuş, ancak din karşıtı bir kişi olmuştu, doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti; işini iyi bilen, istidat sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı. Türkiye’nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyetin dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur. Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkelerarası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır.
13. Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı. O, Türk Milleti’ne hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır. İnsanlara hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de tüm bunlardan daha önemlisi bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır. Lordum, en derin saygılarımla, sizin en sadık ve en mütevazi hizmetkarınız olduğumu bildirmekten seref duyarım.
Percy Loraine
G İ Z L İ
19 Ekim 2009 Pazartesi
EKİMDE BU KİTABI OKUDUM- 1
KİTABIN ADI Karanlık çökerken neredeydiniz
KİTABIN YAZARI Mario Levi
KİTABIN ÇEVİRMENİ -
KİTABIN YAYINEVİ Doğan Kitap
KİTABIN BASKI YILI 2009
KİTABIN BASKI SAYISI 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI 586
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ 9/10 (Çok az dizgi hatası var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ 9/10
ÖNERİ MUTLAKA OKUYUN
KİTABIN YAZARI Mario Levi
KİTABIN ÇEVİRMENİ -
KİTABIN YAYINEVİ Doğan Kitap
KİTABIN BASKI YILI 2009
KİTABIN BASKI SAYISI 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI 586
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ 9/10 (Çok az dizgi hatası var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ 9/10
ÖNERİ MUTLAKA OKUYUN
13 Ekim 2009 Salı
KARAMSAR DÜŞÜNCELER:
BAŞBAKAN- Bugün TBMM'de yaptığı parti meclisi konuşmasında “Sarı Gelin”i ermeni türküsü yaptı. Konuyu hiç araştırmadığı belli de danışmanları nasıl bu kadar hatalı konuşma metni yazıyorlar anlamıyorum. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi danışmanlar insanı nerelere sürüklüyor!
ERGENEKON DAVASI- Hakim, savcı ve polis, birlikte yemek yedikten sonra boğaz turu yapıyorlar. …..… (Pardon) dediklerinizi duyamıyorum.
ERMENİ PROTOKOLÜ- Protokol, meclisten onay çıktıktan iki ay sonra sınır kapısının açılmasını öngörüyor. Sayın Başbakan, önümüzdeki hafta onay için meclise sevkedilecek dedi. Ermeniler, önce siz onaylayın deyip kenara çekildi. Hani Azerbaycan Parlamentosunda kardaşlarımıza söz vermiştik. TBMM’den geçirirsek onların yüzüne nasıl bakacağız? Hadi onaylamadık… O zaman protokolü niye yaptık?
KÜRT AÇILIMI- Daha ortada açılım yok. Başbakan mektuplaşıyor. Biraz daha sabredersek nerelere açılacağımızı göreceğiz…
TERÖR- Gündemde yok.
İŞSİZLİK- Şimdilik gündemde yok.
PAHALILIK- Şimdilik gündemde HİÇ yok.
DENİZ FENERİ- O ne ki?
KAÇIRILAN ÇOCUKLAR- İnanıyorum, Cem gibi 197 günde bulunurlar.
ERGENEKON DAVASI- Hakim, savcı ve polis, birlikte yemek yedikten sonra boğaz turu yapıyorlar. …..… (Pardon) dediklerinizi duyamıyorum.
ERMENİ PROTOKOLÜ- Protokol, meclisten onay çıktıktan iki ay sonra sınır kapısının açılmasını öngörüyor. Sayın Başbakan, önümüzdeki hafta onay için meclise sevkedilecek dedi. Ermeniler, önce siz onaylayın deyip kenara çekildi. Hani Azerbaycan Parlamentosunda kardaşlarımıza söz vermiştik. TBMM’den geçirirsek onların yüzüne nasıl bakacağız? Hadi onaylamadık… O zaman protokolü niye yaptık?
KÜRT AÇILIMI- Daha ortada açılım yok. Başbakan mektuplaşıyor. Biraz daha sabredersek nerelere açılacağımızı göreceğiz…
TERÖR- Gündemde yok.
İŞSİZLİK- Şimdilik gündemde yok.
PAHALILIK- Şimdilik gündemde HİÇ yok.
DENİZ FENERİ- O ne ki?
KAÇIRILAN ÇOCUKLAR- İnanıyorum, Cem gibi 197 günde bulunurlar.
12 Ekim 2009 Pazartesi
ONLARI UNUTMAYIN - 4
ŞAHİN BEY
Şahin Bey'in asıl adı Mehmed Said'tir. 1877 yılında Gaziantep'in Bostancı Mahallesinde 55 nolu evde doğmuştur. Babası Abdullah Efendi, annesi Ayyuş hanımdır.
Mehmet Said, 1917 Ekim'inde Sina cephesinde vazife almıştır. Başçavuş iken mensup olduğu alayla, “Ayn-ül Cebel” denilen bir kalede Araplar tarafından sarılmıştır. Muhasara uzun sürmüş, erzak bitmiş, cephane azalmış, Alay Komutanı da şehit olunca açlık ve sefaletten biten birlikler arasında Araplara teslim olmak eğilimi belirmeye başlamıştır. Mehmet Said birkaç arkadaşıyla teslim olmak isteyenleri yakalayıp, hapsetmiş ve bir gece karanlıkta faydalanarak çok sarp ve çetin bir geçitten askerleri muhasara dışına geçirmek suretiyle alayı kurtarmıştır. Bu fevkalede hizmetine karşılık ordu komutanlığınca Mülazim-ı Sani (Üsteğmen)'liğe terfi olunmuştur. 1918 yılında İngilizlerle Sina cephesinde cereyan eden şiddetli bir muharebe neticesinde esir düştü. Mısır'daki İngiliz esir kampında 1919 Aralık ayı başlarına kadar esir olarak kaldı, ateşkesden sonra serbest bırakıldı.
Şahinbey, 13 Aralık 1919 tarihinde İstanbul'a gelmiş, Harbiye Nezaretine müracaat ederek vazife istemiştir. Harbiye Nezareti tarafından Antep'e yakın Nizip kazası askerlik şube başkanlığına tayin olup Antep'e gelmiştir. Antep Heyet-i Merkeziyesi'ne müracaat ederek vazife isteyen Şahinbey, Heyetin kendisine Kilis-Antep yolunu kontrol altında tutma vazifesini vermesi üzerine, derhal çalışmaya başlamıştır.
30 Kasım 1919'da Sivas'tan ayrılan Ali Fuat Paşa, 4 Aralık 1919'da Kayseri'ye uğruyor. Adana cephesiyle görevlendirilen bazı subaylar ve sivillerle görüşüyor. Adana güney cephesinin milli Teşkilat ve mücadelesi yolunda kararlar alınıyor. Bazı subaylar Adana, Güney ve Doğu cephesi için Mustafa Lütfi Bey,Bülbülzade Abdullah Hoca,Sinan, Tufan, Selim, Şahin ve Doğan gibi müstear (takma) isimlerle Teşkilat ve mücadele için bölgeye gönderiliyor. Cephenin Kuva-i Milliye Kumandanı Ali Fuat Paşa'dır.
Kilis-Antep yolunu tutarak Fransızların Antep'e yardım göndermesini 28 Mart 1920'ye kadar 100 kişilik birliğiyle engelledi. Kilis'ten hareket eden Fransızlar'ın Şahin Bey'in kontrolündeki savunma noktalarına 26 Mart 1920'de 3 piyade alayı 200 süvari bir batarya top, 4 tank ile saldırmasıyla çatışmalar başladı. Birinci gün Fransızlar Şahin Bey ve kuvvetlerinin tuttuğu siperlere akşama kadar top ve tank ateşi yağdırdı. Şahin Bey ve kuvvetleri silahlarının yetersizliğinden mukabale edemedi. Aynı günün gecesi Şahin Bey bir gece baskını yapmaya çalıştıysada başarılı olamadı. Savunma hattını geri çekti. Son kurşununa kadar savaştı, 28 Mart 1920'de bu çatışmalar sırasında şehit oldu.
“ Müsterih olunuz, düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep'e giremez”
5 Kasım 1919'da İngilizlerden işgal hareketini devralan Fransızlar, bir türlü Anadolu'nun bu güzel beldesini işgale muvaffak olamamakta, şehir halkı, sınırlı imkanlarıyla karşı koymaktadır. Fransızlar bütün ümitlerini Kilis'ten gelecek takviye kuvvetlerine bağlamışlardır. Fakat, o yolu da Şahinbey bir avuç serdengeçtisi ile tutmuştur. Şahinbey ve fadaileri 3 Şubat ve 18 Şubat 1920'de tam donanımlı Fransız birliklerini perişan etmişlerdir. Şahinbey zaferin ardından düşman kumandanına gönderdiği mektup'ta şöyle demektedir:
“Kirli ayaklarınızın bastığı şu toprakların her zerresinde şüheda kanı karışıktır... Din için, namus için, hürriyet için ölüme atılmak bize ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir. Birgün evvel topraklarımızdan savuşup gidiniz. Yoksa kıyarız canınıza.”
Saldıran düşman kuvvetleri bir avuç yiğit karşısında perişan olmanın şaşkınlığına düşmüşlerdi. Bu şaşkınlık yerini öfkeye terketmiş ve Antep'e ulaşmak düşman kuvvetleri için bir prestij meselesi olmuştur.
Fransız kuvvetleri 25 Mart 1920'de Andrea kumandasında yola çıkar. Bu Fransız kuvvetleri sekizbin piyade ve ikiyüz süvariden oluşmaktaydı. Ayrıca, bu Fransız birliğinde, 1 batarya top, 16 ağır makinalı tüfek, çok miktarda otomatik tüfek ve 4 tank mevcuttu.
Kahraman Şahinbey ancak 100 kişi kalan fedaileriyle düşmanın karşısına dikilmişti. 25 Mart günü sabahtan akşama kadar çatışma devam etmiş ve Şahinbey düşmana ağır kayıplar vermiştir.
Şahinbey gece gündüz uyumuyor, çatışma esnasında her tarafa yetişerek fedailerin manevi kuvvetlerini yükseltmeye çalışıyordu. Sırtındaki kaputu çıkartıp, nöbet bekleyen yiğitlerin üzerine örten Şahinbey, her hareketiyle örnek olmaktaydı.
28 Mart sabahına kadar düşmana aman vermeyen Şahinbey, durumun gittikçe kritik hal almasından sonra kendisine geri çekilmeye edenlere şöyle diyordu:
“Düşman burdan geçerse, ben Ayıntap'a ne yüzle dönerim? Düşman ancak benim vucudum üzerinden geçebilir.” Çatışmanın dördüncü günü öğleye doğru Şahinbey'in yanında 18 kişi kalmıştı. Onlarında şahadet şerbetini içmelerinden sonra tek başına kalan Şahinbey, son kurşunu kalıncaya kadar düşman ateşine karşılık vermiştir.
Atacak kurşunu kalmayan Şahinbey, tüfeğini yere çarparak kırmış ve sel gibi üzerine hücum eden düşmanlara karşı yumruklarını sıkarak karşı durmuştur. (Olayı Yavuz Bülent Bakiler şiirinde şöyle anlatmıştır).
Ben Antepliyim, Şahinim Ağam
Mavzer omzuma yük,
Ben yumruklarımla dövüşeceğim,
Yumruklarım memleket kadar büyük.
Silahsız Şahinbey'in yanına yaklaşamayan düşman askerleri, uzaktan ateş ederek Şahinbey'i şehit etmişler, ardından süngü darbeleri ile aziz naaşını parça parça etmişlerdir.
28 Mart 1920 'de 43 yaşında şehadet şerbetini içen Şahinbey'in şehadet haberi şehre gelince, yanık bağırlardan şu mısralar dökülmüştür:
Şahin'i sorarsan otuz yaşında,
Süngüyle delindi köprü başında.
Çeteler toplanmış ağlar başında,
Uyan Şahin uyan, gör neler oldu.
Sevgili Ayıntap'a Fransız doldu.
Antepliler düşmana tek bir taş vermemek için 11 ay düşmana kan kusturmuşlar ve millet için, vatan için 6.000'den fazla şehit vermişlerdir.
Şahinbey, İstiklal meşalesini tutuşturmuş, Onbinlerce Şahin, tutuşturulan bu meşaleyi söndürmemek için var güçleriyle vuruşmaya koşmuşlardır...
Gaziantep ve yöresinde milli mücadalenin destanlaşan isimlerindendi. Adına pekçok türkü, şiir yazılmıştır. Şahinbey İlçesi'nin Düztepe semtindeki lise de Şehit Şahin Lisesi adını taşımaktadır.
Şahin Bey'in asıl adı Mehmed Said'tir. 1877 yılında Gaziantep'in Bostancı Mahallesinde 55 nolu evde doğmuştur. Babası Abdullah Efendi, annesi Ayyuş hanımdır.
Mehmet Said, 1917 Ekim'inde Sina cephesinde vazife almıştır. Başçavuş iken mensup olduğu alayla, “Ayn-ül Cebel” denilen bir kalede Araplar tarafından sarılmıştır. Muhasara uzun sürmüş, erzak bitmiş, cephane azalmış, Alay Komutanı da şehit olunca açlık ve sefaletten biten birlikler arasında Araplara teslim olmak eğilimi belirmeye başlamıştır. Mehmet Said birkaç arkadaşıyla teslim olmak isteyenleri yakalayıp, hapsetmiş ve bir gece karanlıkta faydalanarak çok sarp ve çetin bir geçitten askerleri muhasara dışına geçirmek suretiyle alayı kurtarmıştır. Bu fevkalede hizmetine karşılık ordu komutanlığınca Mülazim-ı Sani (Üsteğmen)'liğe terfi olunmuştur. 1918 yılında İngilizlerle Sina cephesinde cereyan eden şiddetli bir muharebe neticesinde esir düştü. Mısır'daki İngiliz esir kampında 1919 Aralık ayı başlarına kadar esir olarak kaldı, ateşkesden sonra serbest bırakıldı.
Şahinbey, 13 Aralık 1919 tarihinde İstanbul'a gelmiş, Harbiye Nezaretine müracaat ederek vazife istemiştir. Harbiye Nezareti tarafından Antep'e yakın Nizip kazası askerlik şube başkanlığına tayin olup Antep'e gelmiştir. Antep Heyet-i Merkeziyesi'ne müracaat ederek vazife isteyen Şahinbey, Heyetin kendisine Kilis-Antep yolunu kontrol altında tutma vazifesini vermesi üzerine, derhal çalışmaya başlamıştır.
30 Kasım 1919'da Sivas'tan ayrılan Ali Fuat Paşa, 4 Aralık 1919'da Kayseri'ye uğruyor. Adana cephesiyle görevlendirilen bazı subaylar ve sivillerle görüşüyor. Adana güney cephesinin milli Teşkilat ve mücadelesi yolunda kararlar alınıyor. Bazı subaylar Adana, Güney ve Doğu cephesi için Mustafa Lütfi Bey,Bülbülzade Abdullah Hoca,Sinan, Tufan, Selim, Şahin ve Doğan gibi müstear (takma) isimlerle Teşkilat ve mücadele için bölgeye gönderiliyor. Cephenin Kuva-i Milliye Kumandanı Ali Fuat Paşa'dır.
Kilis-Antep yolunu tutarak Fransızların Antep'e yardım göndermesini 28 Mart 1920'ye kadar 100 kişilik birliğiyle engelledi. Kilis'ten hareket eden Fransızlar'ın Şahin Bey'in kontrolündeki savunma noktalarına 26 Mart 1920'de 3 piyade alayı 200 süvari bir batarya top, 4 tank ile saldırmasıyla çatışmalar başladı. Birinci gün Fransızlar Şahin Bey ve kuvvetlerinin tuttuğu siperlere akşama kadar top ve tank ateşi yağdırdı. Şahin Bey ve kuvvetleri silahlarının yetersizliğinden mukabale edemedi. Aynı günün gecesi Şahin Bey bir gece baskını yapmaya çalıştıysada başarılı olamadı. Savunma hattını geri çekti. Son kurşununa kadar savaştı, 28 Mart 1920'de bu çatışmalar sırasında şehit oldu.
“ Müsterih olunuz, düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep'e giremez”
5 Kasım 1919'da İngilizlerden işgal hareketini devralan Fransızlar, bir türlü Anadolu'nun bu güzel beldesini işgale muvaffak olamamakta, şehir halkı, sınırlı imkanlarıyla karşı koymaktadır. Fransızlar bütün ümitlerini Kilis'ten gelecek takviye kuvvetlerine bağlamışlardır. Fakat, o yolu da Şahinbey bir avuç serdengeçtisi ile tutmuştur. Şahinbey ve fadaileri 3 Şubat ve 18 Şubat 1920'de tam donanımlı Fransız birliklerini perişan etmişlerdir. Şahinbey zaferin ardından düşman kumandanına gönderdiği mektup'ta şöyle demektedir:
“Kirli ayaklarınızın bastığı şu toprakların her zerresinde şüheda kanı karışıktır... Din için, namus için, hürriyet için ölüme atılmak bize ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir. Birgün evvel topraklarımızdan savuşup gidiniz. Yoksa kıyarız canınıza.”
Saldıran düşman kuvvetleri bir avuç yiğit karşısında perişan olmanın şaşkınlığına düşmüşlerdi. Bu şaşkınlık yerini öfkeye terketmiş ve Antep'e ulaşmak düşman kuvvetleri için bir prestij meselesi olmuştur.
Fransız kuvvetleri 25 Mart 1920'de Andrea kumandasında yola çıkar. Bu Fransız kuvvetleri sekizbin piyade ve ikiyüz süvariden oluşmaktaydı. Ayrıca, bu Fransız birliğinde, 1 batarya top, 16 ağır makinalı tüfek, çok miktarda otomatik tüfek ve 4 tank mevcuttu.
Kahraman Şahinbey ancak 100 kişi kalan fedaileriyle düşmanın karşısına dikilmişti. 25 Mart günü sabahtan akşama kadar çatışma devam etmiş ve Şahinbey düşmana ağır kayıplar vermiştir.
Şahinbey gece gündüz uyumuyor, çatışma esnasında her tarafa yetişerek fedailerin manevi kuvvetlerini yükseltmeye çalışıyordu. Sırtındaki kaputu çıkartıp, nöbet bekleyen yiğitlerin üzerine örten Şahinbey, her hareketiyle örnek olmaktaydı.
28 Mart sabahına kadar düşmana aman vermeyen Şahinbey, durumun gittikçe kritik hal almasından sonra kendisine geri çekilmeye edenlere şöyle diyordu:
“Düşman burdan geçerse, ben Ayıntap'a ne yüzle dönerim? Düşman ancak benim vucudum üzerinden geçebilir.” Çatışmanın dördüncü günü öğleye doğru Şahinbey'in yanında 18 kişi kalmıştı. Onlarında şahadet şerbetini içmelerinden sonra tek başına kalan Şahinbey, son kurşunu kalıncaya kadar düşman ateşine karşılık vermiştir.
Atacak kurşunu kalmayan Şahinbey, tüfeğini yere çarparak kırmış ve sel gibi üzerine hücum eden düşmanlara karşı yumruklarını sıkarak karşı durmuştur. (Olayı Yavuz Bülent Bakiler şiirinde şöyle anlatmıştır).
Ben Antepliyim, Şahinim Ağam
Mavzer omzuma yük,
Ben yumruklarımla dövüşeceğim,
Yumruklarım memleket kadar büyük.
Silahsız Şahinbey'in yanına yaklaşamayan düşman askerleri, uzaktan ateş ederek Şahinbey'i şehit etmişler, ardından süngü darbeleri ile aziz naaşını parça parça etmişlerdir.
28 Mart 1920 'de 43 yaşında şehadet şerbetini içen Şahinbey'in şehadet haberi şehre gelince, yanık bağırlardan şu mısralar dökülmüştür:
Şahin'i sorarsan otuz yaşında,
Süngüyle delindi köprü başında.
Çeteler toplanmış ağlar başında,
Uyan Şahin uyan, gör neler oldu.
Sevgili Ayıntap'a Fransız doldu.
Antepliler düşmana tek bir taş vermemek için 11 ay düşmana kan kusturmuşlar ve millet için, vatan için 6.000'den fazla şehit vermişlerdir.
Şahinbey, İstiklal meşalesini tutuşturmuş, Onbinlerce Şahin, tutuşturulan bu meşaleyi söndürmemek için var güçleriyle vuruşmaya koşmuşlardır...
Gaziantep ve yöresinde milli mücadalenin destanlaşan isimlerindendi. Adına pekçok türkü, şiir yazılmıştır. Şahinbey İlçesi'nin Düztepe semtindeki lise de Şehit Şahin Lisesi adını taşımaktadır.
9 Ekim 2009 Cuma
TARİHİ SİNOP CEZAEVİ - TÜRKİYE (OLD PRİSON OF SİNOP - TÜRKİYE
Türkiye'de Okuma ve İzleme Oranları
Dergi okuma oranı % 4
Kitap okuma oranı % 4,5
Gazete okuma oranı % 22
Radyo dinleme oranı %25
Televizyon izleme oranı %94
TÜRKİYE'DE YILLARA GÖRE KARŞILAŞTIRMA
1996 2001
Kütüphane Sayısı 1.260 1.412
Kitap Sayısı 10.899.127 12.221.392
Okuyucu Sayısı 22.523.449 11.698.602
Kayıtlı Üye Sayısı 1.004.681 254.007
Ödünç Verilen Kitap Sayısı 4.507.508 2.164.324
Satın Alınan Kitap Sayısı 129.450 13.862
Kitap Üzerine İstatistik Bilgiler
- Toplam nüfusu sadece 7 milyon olan Azerbaycan'da kitaplar ortalama 100.000 tirajla basılırken, Türkiye'de bu rakam 2000 - 3000 civarında basılmaktadır.
- Gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen yıllık kitap alımı, ortalama 100 ABD doları, Türkiye'de ise bu rakam 10 ABD dolarının altındadır.
- Türkiye'de her 100 kişiden sadece 4,5 kişi kitap okuyor.
- Japonya'da yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılıyor. Türkiye'de sadece 23 milyon.
- Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu'nda, kitap okuma oranında Türkiye, Malezya, Libya ve Ermenistan gibi ülkelerin bulunduğu 173 ülke arasında 86. sırada.
- Japonya'da kişi başına düşen kitap sayısı yılda 25, Fransa'da 7. Türkiye'de ise yılda 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşüyor.
- Türkiye'de yüksek öğrenim görenlerin oranı 1965'e göre 14 kat arttı. Ama Yüksek Öğrenim mezunlarının kitap okuma oranı 1965'in de altında kaldı.
Dünyada Bir Yılda Ders Kitapları Hariç Basılan Kitap Sayısı
Amerika 72 000
Almanya 65 000
İngiltere 48 000
Fransa 39 000
Brezilya 13 000
Türkiye 6 031
Eğer yukarıdaki tüm bilgiler bir Türk olarak sizi üzüyor ise, gelin hep birlikte bu oranları tersine çevirmeye başlayalım. Bu gayreti göstermezsek AB için kendimizi paralamamıza hiç gerek yok... Çağdaş uygarlığı Türk insanının önce kendi kafasında yakalaması lazım. Beyin olarak hazır olmadığımız hiçbir toplumda lider olamayız olsa olsa eşikte bekleyen yanaşma oluruz.
Kitap okuma oranı % 4,5
Gazete okuma oranı % 22
Radyo dinleme oranı %25
Televizyon izleme oranı %94
TÜRKİYE'DE YILLARA GÖRE KARŞILAŞTIRMA
1996 2001
Kütüphane Sayısı 1.260 1.412
Kitap Sayısı 10.899.127 12.221.392
Okuyucu Sayısı 22.523.449 11.698.602
Kayıtlı Üye Sayısı 1.004.681 254.007
Ödünç Verilen Kitap Sayısı 4.507.508 2.164.324
Satın Alınan Kitap Sayısı 129.450 13.862
Kitap Üzerine İstatistik Bilgiler
- Toplam nüfusu sadece 7 milyon olan Azerbaycan'da kitaplar ortalama 100.000 tirajla basılırken, Türkiye'de bu rakam 2000 - 3000 civarında basılmaktadır.
- Gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen yıllık kitap alımı, ortalama 100 ABD doları, Türkiye'de ise bu rakam 10 ABD dolarının altındadır.
- Türkiye'de her 100 kişiden sadece 4,5 kişi kitap okuyor.
- Japonya'da yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılıyor. Türkiye'de sadece 23 milyon.
- Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu'nda, kitap okuma oranında Türkiye, Malezya, Libya ve Ermenistan gibi ülkelerin bulunduğu 173 ülke arasında 86. sırada.
- Japonya'da kişi başına düşen kitap sayısı yılda 25, Fransa'da 7. Türkiye'de ise yılda 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşüyor.
- Türkiye'de yüksek öğrenim görenlerin oranı 1965'e göre 14 kat arttı. Ama Yüksek Öğrenim mezunlarının kitap okuma oranı 1965'in de altında kaldı.
Dünyada Bir Yılda Ders Kitapları Hariç Basılan Kitap Sayısı
Amerika 72 000
Almanya 65 000
İngiltere 48 000
Fransa 39 000
Brezilya 13 000
Türkiye 6 031
Eğer yukarıdaki tüm bilgiler bir Türk olarak sizi üzüyor ise, gelin hep birlikte bu oranları tersine çevirmeye başlayalım. Bu gayreti göstermezsek AB için kendimizi paralamamıza hiç gerek yok... Çağdaş uygarlığı Türk insanının önce kendi kafasında yakalaması lazım. Beyin olarak hazır olmadığımız hiçbir toplumda lider olamayız olsa olsa eşikte bekleyen yanaşma oluruz.
6 Ekim 2009 Salı
GÜNÜN SÖZÜ
Disce quasi semper victurus, vive quasi cras moriturus
Hep yaşayacakmış gibi öğren,yarın ölecekmiş gibi yaşa.
Hep yaşayacakmış gibi öğren,yarın ölecekmiş gibi yaşa.
2 Ekim 2009 Cuma
1 Ekim 2009 Perşembe
Atatürk ve Recep Çavuş
Savaş sonrasında Atatürk etrafı gezer ve halkla diyaloglara girer...
Bu diyaloglardan bir tanesi ise, savaşın hangi şartlarda ve kimlerin sayesinde kazanıldığını gözler önüne sermektedir.
-Bu villa kimin?
-Kirkor Efendi`nin paşam!
-Şu köşk?
-Dimitri Efendi`nin paşa hazretleri!
-Ya şu ilerideki konak?
-Solomon Efendi`nin.
Az ötedeki toprak damlı, virane bir evi işaret ederek;
-Peki ya şu ev?
-Recep Çavuş`un paşam!
-Çağırın şu Recep Çavuş`u!
*Recep Çavuş getirilir*
-Emredin paşam!
-Bu villa Kırkor Efendi`nin, bu köşk Dimitri Efendi`nin, şu konak
Solomon Efendi`nin, o virane de seninmiş! Bu Ermeniler, Rumlar, Yahudiler şu binaları dikerken sen neredeydin!?
-Sizinle beraberdim paşam! Trablusgarp`da, Çanakkale`de, Sakarya`da...
Bu diyaloglardan bir tanesi ise, savaşın hangi şartlarda ve kimlerin sayesinde kazanıldığını gözler önüne sermektedir.
-Bu villa kimin?
-Kirkor Efendi`nin paşam!
-Şu köşk?
-Dimitri Efendi`nin paşa hazretleri!
-Ya şu ilerideki konak?
-Solomon Efendi`nin.
Az ötedeki toprak damlı, virane bir evi işaret ederek;
-Peki ya şu ev?
-Recep Çavuş`un paşam!
-Çağırın şu Recep Çavuş`u!
*Recep Çavuş getirilir*
-Emredin paşam!
-Bu villa Kırkor Efendi`nin, bu köşk Dimitri Efendi`nin, şu konak
Solomon Efendi`nin, o virane de seninmiş! Bu Ermeniler, Rumlar, Yahudiler şu binaları dikerken sen neredeydin!?
-Sizinle beraberdim paşam! Trablusgarp`da, Çanakkale`de, Sakarya`da...
Onları Unutmayın - 3
Milli Şehidimiz Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey
“10 NİSAN 1919 BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI (YOZGAT MUTASARRIF VEKİLİ) MEHMET KEMAL BEY’İN ERMENİLERE KÖTÜ DAVRANDIĞI VE GÖREVİNİ YAPMADIĞI ASILSIZ İDDİALARIYLA İLGİLİ OLARAK DAHA ÖNCE YARGILANARAK AKLANDIĞI, BUNA RAĞMEN GÖREV YAPTIĞI YERDEN USULSÜZ ŞEKİLDE TUTUKLANARAK İSTANBUL’A GETİRİLDİĞİ VE BURADA HUKUKA UYGUN OLMAYAN DIŞ ETKİLERİN VE ERMENİLERİN BASKISI ALTINDA KALAN NEMRUT MUSTAFA PAŞA DİVANI HARBİNCE VERİLEN İDAM KARARININ UYGULANDIĞI GÜNDÜR.”
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, 1884’te bugün Yunanistan sınırları içinde bulunanYenişehir'de doğdu. Antalya ve İzmir Liselerinde okudu. Mülkiye’den pekiyi derece ile mezun oldu. Mülkiye’yi bitirdikten sonra 1908’de Beyrut Vilayeti Maiyet Memurluğuna dahil oldu. Babası, Sirkeci Gümrüğü Yolcu Salonu Müdürü Arif Bey’dir. Arif Bey, aslen Yenişehir Teselya eşrafındandır.Kemal Bey, 1909 yılında Cezair-i Bahri Sefid (12 Adalar Valiliği) maiyet memurluğunda stajını bitirip kaymakam olmuştur. Bununla birlikte bir yıl Rodos İdadisinde Türkçe ve Sosyal Bilimler öğretmenliği yaptı. 18 Aralık 1911’de asıl mesleğine dönerek sırasıyla Doyran, 1912’de Gebze, 1913’de Karamürsel, 1915’de Boğazlıyan Kaymakamı olmuştur.
Milli Şehit Kemal Bey ülkesini çok seven kendisine verilen kamu görevlerini en iyi şekilde yerine getirmekten başka düşüncesi olmayan zeki, ileri görüşlü, başarılı, millet, hürriyet ve istiklal kavramlarını çok iyi bilen ve uygulayan bir Mülki İdare Amirimizdir.Kemal Bey, 20.08.1915/ 09.10.1915 tarihleri arasında Yozgat Sancağı Mutasarrıfı Vekilliğinde bulundu. Nisan 1916 da 2000 kuruş maaşla Batraski –Şam Kazası Kaymakamlığına, 26.10.1916 İzmit Sancağı Muhacirin Müdürlüğüne atanmıştır. 13.06.1917 bu görevini ifa ederken Boğazlıyan Kaymakamlığı’nda bulunduğu sırada tehcir sırasında ihmali bulunduğu gerekçesiyle Ankara Valiliği İdare Kurulunun Lüzumu Muhakemesi kararı ile görevden alınarak azledilmiştir. Konya’da yargılanmış İstinaf Mahkemesinin kararı üzerine aklanarak azil kararı kaldırılmış ve Tarım Müfettişi olarak görevlendirilmiştir. Görevini yaparken Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin kararı ile aynı konuda hiçbir gerekçe gösterilmeden yargılanmak üzere 7 Ocak 1919 da gözaltına alınmış ve 30 Ocak 1919’da İstanbul’a getirilmiştir.I.Dünya Savaşı sırasında iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Hükümetinin önde gelenleri kaçmış, Hürriyet ve İtilaf Partisi iktidara gelmiştir. İşbirlikçi Hürriyet ve İtilaf Partisi, Ermenilere ve onlarla bir olan Batılı devletlere yaranmak için, önceki dönemin ileri gelenlerini Harp Divanına sevkeder.
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey döneminde İstanbul’u işgal edenler Türk arşivlerine, her türlü bilgi ve belgeye el koymuşlardır. O zamanki asılsız Ermeni savlarını doğru kabul ederek gerek Malta’da gerekse İstanbul’da yapmayı düşündükleri yargılamalardan sonuç alamayacaklarını bilerek hareketlerini buna göre düzenleyenlerin, bugün olmamış olayları hiç araştırma yapılmadan doğru sayarak aksini iddia etmenin suç teşkil ettiği konusunda yasa çıkarmaları çok anlamlı olup, konunun bilimsel incelemeden kaçılarak, çok başka amaçlarla ele aldığının tam bir göstergesidir.
Yozgat’ta faaliyet gösteren Ermeniler 1886′da kurulan Hınçak Komitesi’nin direktifleri ile hareket ediyorlardı. Ermenilerin Yozgat’ta en fazla faaliyette bulundukları yer ise Boğazlıyan Kazası’ydı. Propagandalarına haklılık kazandırmak ve taraftar toplamak için Türkler aleyhine hayali tehcir davası açan Ermeniler bu faaliyetlerini, Yozgat Mutasarrıfı olan Leon Efendi kanalıyla İngilizlere de aktarmışlar, İstanbul Hükümeti üzerinde baskı kurmaya çalışmışlardır.Hınçak Komitesi’nin Orta Anadolu’da faaliyet gösteren merkezi Merzifon’du. Merzifon “Küçük Ermenistan İhtilal Merkezi” adını almıştı. Komitenin reisi ise Merzifon’daki Amerikan Koleji’nde öğretmenlik yapın Karabet Tomayan ve sekreteri de yine aynı okulda öğretmen olan Ohannes Kayayan‘dı. Bu öğretmenlerin her ikiside Protestan Ermeni idiler. Söz konusu bu kişilerle beraber Protestan vaizi Mardiros, faaliyete geçmek için önce Çorum, Burhaniye, Sivas, Tokat ve Amasya’yı gezerek Ermenilere telkinlerde bulunmuşlar, yaptıkları konuşmalarda 1877 - 1878 Osmanlı- Rus harbi sırasında Ermenilerini katledildiğini ileri sürerek mevcut Ermenilerin birleşmelerini istemişlerdir. Ayrıca, yabancı devletlerin dikkatini çekmek için de çeşitli olaylar tezgahlamışlardır.Maddi yönden oldukça güçlü olan ve oluşturdukları dayanışma sonucu silahlanan Ermeniler çeteler oluşturarak Anadolu’nun ve Yozgat yöresinin içinde bulunduğu kötü durumdan da faydalanarak soygun ve talan işlerine girişmişlerdir. Onların bu soygun ve talan hareketlerinin amacı karışıklık çıkararak dikkatleri üzerlerine çekmekti. Ermenilerin bu faaliyetlerinin artması üzerine çekmekti. Ermenilerin bu faaliyetlerinin artması üzerine, Osmanlı Devleti 14 Mayıs 1915′te 3 maddeden oluşan “Tehcir Kanunu”nu çıkarmıştır. Bu kanuna göre; ”1- Savaş vaktinde ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunların vekilleri ile müstakil mevki komutanları ahali tarafından herhangi bir surette hükümet emirlerine ve memleketin savunmasına ve asayişin korunmasına dair işlere ve tertiplere karşı muhalefet ve silahla tecavüz ve direnme görülürse hemen askeri kuvvetle bastırılması ve tecavüz ve mukavemeti yok etmeye mezun ve mecburdur.2- Ordu ve müstakil kolordu ve tümen komutanları askerlik icaplarından dolayı veya casusluk ve hıyanetlerini sezdikleri köyler ve kasabalar ahalisini tek tek veya toplu diğer mahallere sevk ve iskan ettirebilirler.3- Bu kanun çıktığı günden itibaren muteberdir.”Osmanlı Devleti’nin çıkardığı bu kanunu da dinlemeyen Ermeniler 2 Eylül 1915′te Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesine bağlı köyleri yine ateşe vermişler, duruma müdahale etmek üzere bölgeye jandarma kuvvetleri gönderilmiş ancak, Ermeniler, Jandarmalara da ateş açmışlardır. Durum, zamanın İçişleri Bakanlığı’na bildirilmiş, Bakanlık da bir telgraf emri ile buradaki Ermenilerin 24 saat içinde bölgeden çıkarılarak Suriye istikametine sevk edilmelerini emretmiştir.Bu olayların meydana geldiği sırada Boğazlıyan ilçesinin kaymakamı Kemal Bey’di. Kemal Bey, bu emir üzerine Jandarma Komutanı ile birlikte verilen emri yerine getirmiştir.Yıllardan beri Türk vatanını parçalamaya çalışan ve her türlü hareketi gayeleri için meşru sayan Ermeniler, Mondros Mütarekesi’ni takip eden günlerde gadre uğramış insanlar pozunda ortaya atılırlar. Kendilerini sürgüne tabi tutanların cezalandırılmasını isterler. Bu isteklerin Mister Brown’un telkiniyle Padişaha da kabul ettirirler. Durumun yatıştırılması için suçlu aranmaya başlanır. Bu suçlulardan birinin de Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey olduğu kanaatine varılır. Böyle bir tertibin kurbanı olarak, vatanhaini Nemrut Mustafa Paşa’nın başkanlığındaki Harp Divanında yargılanır.
Mahkemede sanık sandalyesinde bulunan ve avukatlığını Saadettin Ferit Bey’in yaptığı Kemal Bey'in savunması ise tarihe geçmiştir:
“Düne kadar hakimler heyeti halinde olan sizler, şu dakikada bir tarih mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz. Ermeniler tarafından öldürülen dindaşlarının ve soydaşlarının matemi müslümanların yüreklerinin sızlattığı ve her gün gelen kara haberlerin halkı tahrik etmekten geri kalmadığı malumdur. Ermeniler ise, Rus ordularının kah önüne geçerek, kah arkasında kalarak, ekseriya memleketin asker kuvvetinden mahrum kalmasına güvenerek facialar meydana getirmekten çekinmiyorlardı. Yozgat Vilayeti dahilinde sevk edilen bazı Ermeni - Muhacir kafilelerine, Ermenilerin Müslümanlara reva gördükleri facialara şahit olmuş, bazı asker kaçaklarının tecavüzü ihtimal dahilindedir.
Ancak, savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla iddia makamının da isteği üzerine, kurbanlar verilmesi bir siyaset icabı sayılıyorsa, bu kurban, ben olamam. Siz kurban seçmekte değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdani görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa, herhalde bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir.”
Getirilen şahitlere ise şu şekilde cevap vermiştir:
“Hepsi yalandır, uydurmadır. Reis Paşa, ben ne bunların söyledikleri Keller köyüne gittim ne de oradan geçtim. Burada vuku bulduğunu iddia ettikleri cinayetlerden de haberim yok. Hele parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesmek; rica ederim, bu vahşeti kim yapar? Bu derece şem’i bir işi yapacak bir insan tasavvur edemiyorum. Esasen, hiçbirini ispat edemezler. Çünkü, hepsi iftiradan ibarettir. Benim haberim olmadan bir şey olmuşsa bilemem. Fakat bu ana kadar bu mevzuda hiç bir şikayetçi gelmemiştir. İlk defa burada Mahkeme huzurunda bu şikayetlerle karşılaşıyorum.”
Mahkeme bu şekilde devam ederken, İngilizler ve Ermeniler Kemal Bey’in asılması için Mahkeme Başkanı Hayret Paşa’ya baskı yaptıklarından, Hayret Paşa istifa etmiş yerine “Nemrut” lakabıyla anılan Mustafa Paşa getirilmiştir. Mahkeme sonradan bu hakimin adı ile özdeşleşecek ve "Nemrut Mustafa Divanı" veya "Kürt Mustafa Divanı" şeklinde hafızalarda kalacaktır.
Nemrut Mustafa önceden verilmiş bir emri yerine getiren bir memur tavrıyla mahkemeyi sonuçlandırarak 8 Nisan 1919’da Kemal Bey’i idama mahkum eder. Önceden hazırlanmış olan bu idam kararı tasdik edilmek üzere saraya gönderilir. Padişah VI. Mehmet Vahdettin, “Damat Ferit Paşa Millet ile Padişah arasına siyah bir perde çekti” diyerek, bu kararı önce imzalamaz. Sonradan, “İş intikam ve bilahare mukatale şeklini alabilir. Yolun şimdiden önünü kesmek üzere fetva-yı şerife talebine mecbur oldum” der. Seyhülislam Mustafa Sabri “Divan-Harb-ı Örfi tarafından idama mahkum edilen Kemal’ın mahkemesi hak ve adle muvafık bir surette icra edilmiş olduğu takdirde, hakkında sadır olan hükm-i idamın derun-i varakada muharrer fetva ve mükul-i şer’iyeye muvafık olduğu veraste-i arzdır” şeklinde bir fetva verir.
Cezası infaz edilmek üzere İstanbul’a getirilmiş olan Mehmet Kemal Bey, Bekirağa Bölüğü’nden alınarak cezasının infaz edileceği yer olan Beyazıt Meydanı’na getirilir. Kemal Bey’in asılacağını duyan İstanbullular Beyazıt Meydanı’ndan toplanırlar. Kemal Bey’e idam sehpasının önünde son sözünü ne olduğunda, o halka şöyle der:
“Sevgili vatandaşlarım, Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet”
Kemal Bey’in bu sözlerine katılan halk da aynen cevap vererek, “Kahrolsun böyle adalet” diye bağırmaya başlamışlardır. Kemal Bey, bu son sözlerine devam ederek:
“Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Amin. Borcum var, servetim yok üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet...”
Son sözlerini söylerken Kemal Bey vasiyetini verip kendi eliyle sonsuz yolculuğuna çıkarken meydanda bulunan Türk Halkı matem havasına bürünmüşken Ermeni Komitecilerinin yaptığı sevinç gösterileri Polis ve Jandarma tarafından bekletilmeksizin doğrudan dağıtılmıştır.
Bu acıklı olaylar cereyan ederken zamanın Adalet Bakanlığı Müsteşarı (aynı zamanda İngiliz Muhipleri Cemiyetinin Başkanı)Sait Molla’da “asın bu haini, söyletmeyin, sallandırın” diye bağırarak, bu sahnenin nefretle anılacak kişileri arasında yer almaktadır
Herşeyden habersiz, tutuklu olan oğluna yemek getiren babası Arif bey meydandaki kalabalığı görünce merak eder ve oraya gider.
-Bu kalabalık nedir, bir şey mi var?
-Bir adam asıldı, ona bakıyoruz'
Bu cevabı duyan Arif bey, birdenbire irkildi ve kalabalığı yararak, önüne çıkanları ite kaka sehpaya doğru yaklaştı.
Sehpada sallanan, oğlu Kemal bey'in cesediydi.
Bir feryad kopararak yığıldı.
İdamda hazır bulunmak üzere Beyazıt'a gelmiş olan merkez kumandanı Osman Şakir Paşa, o tarafa doğru koştu. Arif bey'in perişan halini görünce sordu:
-Kimsiniz?
Yaşlı adamın ağzından bir inilti çıkti:
-Babasıyım...
Osman Şakir Paşa birden kıpkırmızı kesildi, titremeye başladı:
-Emriniz?
-Evladımı bana veriniz!
Bu isteği yerine getirildi ve oğlunun cesedi kendisine teslim edildi
Ertesi gün cenazesi çok kalabalıktı. Kemal Bey’in idam hadisesi, İngilizlerin hiç beklemediği şekilde büyük tepki ile karşılanır. Kemal Bey’in cenazesi vasiyeti üzerine, Kadıköy Kuşdili Çayırı’ndaki oğlunun mezarı yanına gömülmesi için, ailesine teslim edilir. Kadıköy’de büyük bir cenaze töreni yapılır İstanbul ayaklanmıştı. Özellikle okumuş ve aydın gençler çok üzüntülüydü. Gençler, üzerinde “Türklerin Büyük Şehidi Kemal Bey” yazılı çelenk bırakmıştı. cenazenin başucunda konuşanlar genç, milliyetçi öğrencilerdi. Bir tıbbiyeli gencin feryadını, arkadaşları gözyaşları içinde dinlediler:
“Kemal! sen, şu anda toprağa verdiğimiz bir çiçeksin. orada büyüyecek dalların o kadar dikenli olacak ki, seni bu akıbete layık görenlerin hepsini paramparça edecektir. intikamın behemahal alınacaktır.”
Tabut, Karaköy İtfaiye Karakolu önünden geçerken bir manga asker bayrağı yarıya indirerek selam durur. Alışılmışın dışında, tabut eller üzerinde defnedileceği yere kadar götürülerek, 10 Nisan 1919 Perşembe günü akşam üzeri toprağa verilir.
Kemal Bey’in üzerinde çıkan vasiyeti tarihe bir belge olarak kalacaktır.
“Merhum sevgili oğlum Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdili Çayır’ndaki kabristanda yavrumun yanına gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’ünde sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar Caddesinde 67 numaralı hanedir. Adı İsmet Hanım’dır. Defin masrafı teyzeme tevdi buyurulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve Memleket uğruna şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna fatiha. Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyurulmasını vatandaşlarımdan beklerim.
Babam, Karamürsel Aşar Memur-u Sabıkı Arif Bey de acizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir. Bunlara da muavenet olunursa, memnun olurum. Türk Milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah, millet ve memlekete zeval vermesin. Fertler ölür, millet yaşar. İnşaallah Türk Milleti ebediyete kadar yaşayacaktır.” (30 Mart 1335 Boğazlıyan Kaymakam- Sabıkı Kemal)
Kemal Bey'in hatırası millî vicdanda unutulmadı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 14 ekim 1922'de çıkardığı özel bir kanunla, kendisini "milli şehit" olarak kabul etti. Bunun üzerine babası Arif Bey Atatürk’ü makamında ziyaret eder. Orada ‘vatanın babası’ iltifatlarıyla karşılanır. Atatürk, torunlarını evlat edinmek istediğini söyler. Arif Bey ise, “Onlar bana oğlumun bediasıdır. Müsaade edin, bende kalsınlar. Nafakalarını karşılamanız yeterlidir.” der. Bu görüşmenin bir sonucu olarak TBMM’de kanun çıkarılır ve Beşiktaş’ta dört daireli bir apartman, Beyoğlu’nda bir ev ve kayd-ı hayat şartıyla tüm çocuklarına maaş bağlanır. Boğazlıyan'da bir mahalleye yıllar sonra "Kaymakam Kemal Bey Mahallesi" adı verildi. aynı kasabada 1972'de Kemal Bey'in adını taşıyan bir ilkokul açıldı. Başöğretmenin odasında "millî şehit”in resmi asılıdır.Kemal Bey'in kabri Mülkiyeliler Birliği tarafından yaptırıldı. adına "anıt-mezar" denildi. 15 aralık 1973 günü mezar sade bir törenle açıldı.
Milli Şehit Kemal Bey ve aynı gerekçe ile idam edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey bizlerin hafızasında Ermeni Komitacılığın ve işbirlikçi vatanhainlerinin zulmüne bir isyan sembolü olarak kazınmıştır. Bu iki değerli Mülki Amirimizi (geçmişi unutturarak, bizleri yapmadığımız bir olaydan dolayı suçlayan Ermeni Diasporasını ve hiçbir geçerli kanıta dayanmadan, araştırmadan asılsız Ermeni iddialarını gerçek sayan ve buna destek veren herkesi ve her devleti kınayarak), “Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğümüzün kayıtlarına göre 1914- 1921 yılları arasında Ermeni Komitacılarınca şehit edilen 518.105 Türkle birlikte” saygı ve rahmetle anıyor, aziz hatıraları önünde bir kez daha eğiliyoruz.
“10 NİSAN 1919 BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI (YOZGAT MUTASARRIF VEKİLİ) MEHMET KEMAL BEY’İN ERMENİLERE KÖTÜ DAVRANDIĞI VE GÖREVİNİ YAPMADIĞI ASILSIZ İDDİALARIYLA İLGİLİ OLARAK DAHA ÖNCE YARGILANARAK AKLANDIĞI, BUNA RAĞMEN GÖREV YAPTIĞI YERDEN USULSÜZ ŞEKİLDE TUTUKLANARAK İSTANBUL’A GETİRİLDİĞİ VE BURADA HUKUKA UYGUN OLMAYAN DIŞ ETKİLERİN VE ERMENİLERİN BASKISI ALTINDA KALAN NEMRUT MUSTAFA PAŞA DİVANI HARBİNCE VERİLEN İDAM KARARININ UYGULANDIĞI GÜNDÜR.”
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, 1884’te bugün Yunanistan sınırları içinde bulunanYenişehir'de doğdu. Antalya ve İzmir Liselerinde okudu. Mülkiye’den pekiyi derece ile mezun oldu. Mülkiye’yi bitirdikten sonra 1908’de Beyrut Vilayeti Maiyet Memurluğuna dahil oldu. Babası, Sirkeci Gümrüğü Yolcu Salonu Müdürü Arif Bey’dir. Arif Bey, aslen Yenişehir Teselya eşrafındandır.Kemal Bey, 1909 yılında Cezair-i Bahri Sefid (12 Adalar Valiliği) maiyet memurluğunda stajını bitirip kaymakam olmuştur. Bununla birlikte bir yıl Rodos İdadisinde Türkçe ve Sosyal Bilimler öğretmenliği yaptı. 18 Aralık 1911’de asıl mesleğine dönerek sırasıyla Doyran, 1912’de Gebze, 1913’de Karamürsel, 1915’de Boğazlıyan Kaymakamı olmuştur.
Milli Şehit Kemal Bey ülkesini çok seven kendisine verilen kamu görevlerini en iyi şekilde yerine getirmekten başka düşüncesi olmayan zeki, ileri görüşlü, başarılı, millet, hürriyet ve istiklal kavramlarını çok iyi bilen ve uygulayan bir Mülki İdare Amirimizdir.Kemal Bey, 20.08.1915/ 09.10.1915 tarihleri arasında Yozgat Sancağı Mutasarrıfı Vekilliğinde bulundu. Nisan 1916 da 2000 kuruş maaşla Batraski –Şam Kazası Kaymakamlığına, 26.10.1916 İzmit Sancağı Muhacirin Müdürlüğüne atanmıştır. 13.06.1917 bu görevini ifa ederken Boğazlıyan Kaymakamlığı’nda bulunduğu sırada tehcir sırasında ihmali bulunduğu gerekçesiyle Ankara Valiliği İdare Kurulunun Lüzumu Muhakemesi kararı ile görevden alınarak azledilmiştir. Konya’da yargılanmış İstinaf Mahkemesinin kararı üzerine aklanarak azil kararı kaldırılmış ve Tarım Müfettişi olarak görevlendirilmiştir. Görevini yaparken Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin kararı ile aynı konuda hiçbir gerekçe gösterilmeden yargılanmak üzere 7 Ocak 1919 da gözaltına alınmış ve 30 Ocak 1919’da İstanbul’a getirilmiştir.I.Dünya Savaşı sırasında iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Hükümetinin önde gelenleri kaçmış, Hürriyet ve İtilaf Partisi iktidara gelmiştir. İşbirlikçi Hürriyet ve İtilaf Partisi, Ermenilere ve onlarla bir olan Batılı devletlere yaranmak için, önceki dönemin ileri gelenlerini Harp Divanına sevkeder.
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey döneminde İstanbul’u işgal edenler Türk arşivlerine, her türlü bilgi ve belgeye el koymuşlardır. O zamanki asılsız Ermeni savlarını doğru kabul ederek gerek Malta’da gerekse İstanbul’da yapmayı düşündükleri yargılamalardan sonuç alamayacaklarını bilerek hareketlerini buna göre düzenleyenlerin, bugün olmamış olayları hiç araştırma yapılmadan doğru sayarak aksini iddia etmenin suç teşkil ettiği konusunda yasa çıkarmaları çok anlamlı olup, konunun bilimsel incelemeden kaçılarak, çok başka amaçlarla ele aldığının tam bir göstergesidir.
Yozgat’ta faaliyet gösteren Ermeniler 1886′da kurulan Hınçak Komitesi’nin direktifleri ile hareket ediyorlardı. Ermenilerin Yozgat’ta en fazla faaliyette bulundukları yer ise Boğazlıyan Kazası’ydı. Propagandalarına haklılık kazandırmak ve taraftar toplamak için Türkler aleyhine hayali tehcir davası açan Ermeniler bu faaliyetlerini, Yozgat Mutasarrıfı olan Leon Efendi kanalıyla İngilizlere de aktarmışlar, İstanbul Hükümeti üzerinde baskı kurmaya çalışmışlardır.Hınçak Komitesi’nin Orta Anadolu’da faaliyet gösteren merkezi Merzifon’du. Merzifon “Küçük Ermenistan İhtilal Merkezi” adını almıştı. Komitenin reisi ise Merzifon’daki Amerikan Koleji’nde öğretmenlik yapın Karabet Tomayan ve sekreteri de yine aynı okulda öğretmen olan Ohannes Kayayan‘dı. Bu öğretmenlerin her ikiside Protestan Ermeni idiler. Söz konusu bu kişilerle beraber Protestan vaizi Mardiros, faaliyete geçmek için önce Çorum, Burhaniye, Sivas, Tokat ve Amasya’yı gezerek Ermenilere telkinlerde bulunmuşlar, yaptıkları konuşmalarda 1877 - 1878 Osmanlı- Rus harbi sırasında Ermenilerini katledildiğini ileri sürerek mevcut Ermenilerin birleşmelerini istemişlerdir. Ayrıca, yabancı devletlerin dikkatini çekmek için de çeşitli olaylar tezgahlamışlardır.Maddi yönden oldukça güçlü olan ve oluşturdukları dayanışma sonucu silahlanan Ermeniler çeteler oluşturarak Anadolu’nun ve Yozgat yöresinin içinde bulunduğu kötü durumdan da faydalanarak soygun ve talan işlerine girişmişlerdir. Onların bu soygun ve talan hareketlerinin amacı karışıklık çıkararak dikkatleri üzerlerine çekmekti. Ermenilerin bu faaliyetlerinin artması üzerine çekmekti. Ermenilerin bu faaliyetlerinin artması üzerine, Osmanlı Devleti 14 Mayıs 1915′te 3 maddeden oluşan “Tehcir Kanunu”nu çıkarmıştır. Bu kanuna göre; ”1- Savaş vaktinde ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunların vekilleri ile müstakil mevki komutanları ahali tarafından herhangi bir surette hükümet emirlerine ve memleketin savunmasına ve asayişin korunmasına dair işlere ve tertiplere karşı muhalefet ve silahla tecavüz ve direnme görülürse hemen askeri kuvvetle bastırılması ve tecavüz ve mukavemeti yok etmeye mezun ve mecburdur.2- Ordu ve müstakil kolordu ve tümen komutanları askerlik icaplarından dolayı veya casusluk ve hıyanetlerini sezdikleri köyler ve kasabalar ahalisini tek tek veya toplu diğer mahallere sevk ve iskan ettirebilirler.3- Bu kanun çıktığı günden itibaren muteberdir.”Osmanlı Devleti’nin çıkardığı bu kanunu da dinlemeyen Ermeniler 2 Eylül 1915′te Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesine bağlı köyleri yine ateşe vermişler, duruma müdahale etmek üzere bölgeye jandarma kuvvetleri gönderilmiş ancak, Ermeniler, Jandarmalara da ateş açmışlardır. Durum, zamanın İçişleri Bakanlığı’na bildirilmiş, Bakanlık da bir telgraf emri ile buradaki Ermenilerin 24 saat içinde bölgeden çıkarılarak Suriye istikametine sevk edilmelerini emretmiştir.Bu olayların meydana geldiği sırada Boğazlıyan ilçesinin kaymakamı Kemal Bey’di. Kemal Bey, bu emir üzerine Jandarma Komutanı ile birlikte verilen emri yerine getirmiştir.Yıllardan beri Türk vatanını parçalamaya çalışan ve her türlü hareketi gayeleri için meşru sayan Ermeniler, Mondros Mütarekesi’ni takip eden günlerde gadre uğramış insanlar pozunda ortaya atılırlar. Kendilerini sürgüne tabi tutanların cezalandırılmasını isterler. Bu isteklerin Mister Brown’un telkiniyle Padişaha da kabul ettirirler. Durumun yatıştırılması için suçlu aranmaya başlanır. Bu suçlulardan birinin de Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey olduğu kanaatine varılır. Böyle bir tertibin kurbanı olarak, vatanhaini Nemrut Mustafa Paşa’nın başkanlığındaki Harp Divanında yargılanır.
Mahkemede sanık sandalyesinde bulunan ve avukatlığını Saadettin Ferit Bey’in yaptığı Kemal Bey'in savunması ise tarihe geçmiştir:
“Düne kadar hakimler heyeti halinde olan sizler, şu dakikada bir tarih mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz. Ermeniler tarafından öldürülen dindaşlarının ve soydaşlarının matemi müslümanların yüreklerinin sızlattığı ve her gün gelen kara haberlerin halkı tahrik etmekten geri kalmadığı malumdur. Ermeniler ise, Rus ordularının kah önüne geçerek, kah arkasında kalarak, ekseriya memleketin asker kuvvetinden mahrum kalmasına güvenerek facialar meydana getirmekten çekinmiyorlardı. Yozgat Vilayeti dahilinde sevk edilen bazı Ermeni - Muhacir kafilelerine, Ermenilerin Müslümanlara reva gördükleri facialara şahit olmuş, bazı asker kaçaklarının tecavüzü ihtimal dahilindedir.
Ancak, savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla iddia makamının da isteği üzerine, kurbanlar verilmesi bir siyaset icabı sayılıyorsa, bu kurban, ben olamam. Siz kurban seçmekte değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdani görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa, herhalde bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir.”
Getirilen şahitlere ise şu şekilde cevap vermiştir:
“Hepsi yalandır, uydurmadır. Reis Paşa, ben ne bunların söyledikleri Keller köyüne gittim ne de oradan geçtim. Burada vuku bulduğunu iddia ettikleri cinayetlerden de haberim yok. Hele parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesmek; rica ederim, bu vahşeti kim yapar? Bu derece şem’i bir işi yapacak bir insan tasavvur edemiyorum. Esasen, hiçbirini ispat edemezler. Çünkü, hepsi iftiradan ibarettir. Benim haberim olmadan bir şey olmuşsa bilemem. Fakat bu ana kadar bu mevzuda hiç bir şikayetçi gelmemiştir. İlk defa burada Mahkeme huzurunda bu şikayetlerle karşılaşıyorum.”
Mahkeme bu şekilde devam ederken, İngilizler ve Ermeniler Kemal Bey’in asılması için Mahkeme Başkanı Hayret Paşa’ya baskı yaptıklarından, Hayret Paşa istifa etmiş yerine “Nemrut” lakabıyla anılan Mustafa Paşa getirilmiştir. Mahkeme sonradan bu hakimin adı ile özdeşleşecek ve "Nemrut Mustafa Divanı" veya "Kürt Mustafa Divanı" şeklinde hafızalarda kalacaktır.
Nemrut Mustafa önceden verilmiş bir emri yerine getiren bir memur tavrıyla mahkemeyi sonuçlandırarak 8 Nisan 1919’da Kemal Bey’i idama mahkum eder. Önceden hazırlanmış olan bu idam kararı tasdik edilmek üzere saraya gönderilir. Padişah VI. Mehmet Vahdettin, “Damat Ferit Paşa Millet ile Padişah arasına siyah bir perde çekti” diyerek, bu kararı önce imzalamaz. Sonradan, “İş intikam ve bilahare mukatale şeklini alabilir. Yolun şimdiden önünü kesmek üzere fetva-yı şerife talebine mecbur oldum” der. Seyhülislam Mustafa Sabri “Divan-Harb-ı Örfi tarafından idama mahkum edilen Kemal’ın mahkemesi hak ve adle muvafık bir surette icra edilmiş olduğu takdirde, hakkında sadır olan hükm-i idamın derun-i varakada muharrer fetva ve mükul-i şer’iyeye muvafık olduğu veraste-i arzdır” şeklinde bir fetva verir.
Cezası infaz edilmek üzere İstanbul’a getirilmiş olan Mehmet Kemal Bey, Bekirağa Bölüğü’nden alınarak cezasının infaz edileceği yer olan Beyazıt Meydanı’na getirilir. Kemal Bey’in asılacağını duyan İstanbullular Beyazıt Meydanı’ndan toplanırlar. Kemal Bey’e idam sehpasının önünde son sözünü ne olduğunda, o halka şöyle der:
“Sevgili vatandaşlarım, Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet”
Kemal Bey’in bu sözlerine katılan halk da aynen cevap vererek, “Kahrolsun böyle adalet” diye bağırmaya başlamışlardır. Kemal Bey, bu son sözlerine devam ederek:
“Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Amin. Borcum var, servetim yok üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet...”
Son sözlerini söylerken Kemal Bey vasiyetini verip kendi eliyle sonsuz yolculuğuna çıkarken meydanda bulunan Türk Halkı matem havasına bürünmüşken Ermeni Komitecilerinin yaptığı sevinç gösterileri Polis ve Jandarma tarafından bekletilmeksizin doğrudan dağıtılmıştır.
Bu acıklı olaylar cereyan ederken zamanın Adalet Bakanlığı Müsteşarı (aynı zamanda İngiliz Muhipleri Cemiyetinin Başkanı)Sait Molla’da “asın bu haini, söyletmeyin, sallandırın” diye bağırarak, bu sahnenin nefretle anılacak kişileri arasında yer almaktadır
Herşeyden habersiz, tutuklu olan oğluna yemek getiren babası Arif bey meydandaki kalabalığı görünce merak eder ve oraya gider.
-Bu kalabalık nedir, bir şey mi var?
-Bir adam asıldı, ona bakıyoruz'
Bu cevabı duyan Arif bey, birdenbire irkildi ve kalabalığı yararak, önüne çıkanları ite kaka sehpaya doğru yaklaştı.
Sehpada sallanan, oğlu Kemal bey'in cesediydi.
Bir feryad kopararak yığıldı.
İdamda hazır bulunmak üzere Beyazıt'a gelmiş olan merkez kumandanı Osman Şakir Paşa, o tarafa doğru koştu. Arif bey'in perişan halini görünce sordu:
-Kimsiniz?
Yaşlı adamın ağzından bir inilti çıkti:
-Babasıyım...
Osman Şakir Paşa birden kıpkırmızı kesildi, titremeye başladı:
-Emriniz?
-Evladımı bana veriniz!
Bu isteği yerine getirildi ve oğlunun cesedi kendisine teslim edildi
Ertesi gün cenazesi çok kalabalıktı. Kemal Bey’in idam hadisesi, İngilizlerin hiç beklemediği şekilde büyük tepki ile karşılanır. Kemal Bey’in cenazesi vasiyeti üzerine, Kadıköy Kuşdili Çayırı’ndaki oğlunun mezarı yanına gömülmesi için, ailesine teslim edilir. Kadıköy’de büyük bir cenaze töreni yapılır İstanbul ayaklanmıştı. Özellikle okumuş ve aydın gençler çok üzüntülüydü. Gençler, üzerinde “Türklerin Büyük Şehidi Kemal Bey” yazılı çelenk bırakmıştı. cenazenin başucunda konuşanlar genç, milliyetçi öğrencilerdi. Bir tıbbiyeli gencin feryadını, arkadaşları gözyaşları içinde dinlediler:
“Kemal! sen, şu anda toprağa verdiğimiz bir çiçeksin. orada büyüyecek dalların o kadar dikenli olacak ki, seni bu akıbete layık görenlerin hepsini paramparça edecektir. intikamın behemahal alınacaktır.”
Tabut, Karaköy İtfaiye Karakolu önünden geçerken bir manga asker bayrağı yarıya indirerek selam durur. Alışılmışın dışında, tabut eller üzerinde defnedileceği yere kadar götürülerek, 10 Nisan 1919 Perşembe günü akşam üzeri toprağa verilir.
Kemal Bey’in üzerinde çıkan vasiyeti tarihe bir belge olarak kalacaktır.
“Merhum sevgili oğlum Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdili Çayır’ndaki kabristanda yavrumun yanına gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’ünde sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar Caddesinde 67 numaralı hanedir. Adı İsmet Hanım’dır. Defin masrafı teyzeme tevdi buyurulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve Memleket uğruna şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna fatiha. Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyurulmasını vatandaşlarımdan beklerim.
Babam, Karamürsel Aşar Memur-u Sabıkı Arif Bey de acizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir. Bunlara da muavenet olunursa, memnun olurum. Türk Milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah, millet ve memlekete zeval vermesin. Fertler ölür, millet yaşar. İnşaallah Türk Milleti ebediyete kadar yaşayacaktır.” (30 Mart 1335 Boğazlıyan Kaymakam- Sabıkı Kemal)
Kemal Bey'in hatırası millî vicdanda unutulmadı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 14 ekim 1922'de çıkardığı özel bir kanunla, kendisini "milli şehit" olarak kabul etti. Bunun üzerine babası Arif Bey Atatürk’ü makamında ziyaret eder. Orada ‘vatanın babası’ iltifatlarıyla karşılanır. Atatürk, torunlarını evlat edinmek istediğini söyler. Arif Bey ise, “Onlar bana oğlumun bediasıdır. Müsaade edin, bende kalsınlar. Nafakalarını karşılamanız yeterlidir.” der. Bu görüşmenin bir sonucu olarak TBMM’de kanun çıkarılır ve Beşiktaş’ta dört daireli bir apartman, Beyoğlu’nda bir ev ve kayd-ı hayat şartıyla tüm çocuklarına maaş bağlanır. Boğazlıyan'da bir mahalleye yıllar sonra "Kaymakam Kemal Bey Mahallesi" adı verildi. aynı kasabada 1972'de Kemal Bey'in adını taşıyan bir ilkokul açıldı. Başöğretmenin odasında "millî şehit”in resmi asılıdır.Kemal Bey'in kabri Mülkiyeliler Birliği tarafından yaptırıldı. adına "anıt-mezar" denildi. 15 aralık 1973 günü mezar sade bir törenle açıldı.
Milli Şehit Kemal Bey ve aynı gerekçe ile idam edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey bizlerin hafızasında Ermeni Komitacılığın ve işbirlikçi vatanhainlerinin zulmüne bir isyan sembolü olarak kazınmıştır. Bu iki değerli Mülki Amirimizi (geçmişi unutturarak, bizleri yapmadığımız bir olaydan dolayı suçlayan Ermeni Diasporasını ve hiçbir geçerli kanıta dayanmadan, araştırmadan asılsız Ermeni iddialarını gerçek sayan ve buna destek veren herkesi ve her devleti kınayarak), “Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğümüzün kayıtlarına göre 1914- 1921 yılları arasında Ermeni Komitacılarınca şehit edilen 518.105 Türkle birlikte” saygı ve rahmetle anıyor, aziz hatıraları önünde bir kez daha eğiliyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)