"Bana olağanüstü hususiyetler atfetmeyiniz. Doğumumdaki tek fevkaladelik Türk olarak dünyaya gelmemdir." (Mustafa Kemal ATATÜRK)
30 Eylül 2009 Çarşamba
29 Eylül 2009 Salı
Onları Unutmayın - 2
DENİZLİ MÜFTÜSÜ AHMET HULUSİ EFENDİ
Kurtuluş savaşımızın bir başka kahramanı...
Memleketim olmakla övündüğüm Denizli, ulusal kurtuluş mücadelemizde örgütlenen ilk ildir. Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi de örgütlenen bu ilin en aktif önderlerinden biridir. Denizli müftüsü ve Millî Mücâdelenin ilk bayraktarı. 1861 (H.1278) yılında Denizli'de doğdu. 1931'de vefat etti.Dedesi Veli ve babası Osman efendiler de müftü ve müderris idiler. Tahsîlini Denizli Kayalık Müftüler Medresesinde yaptı. Babasından icâzet aldı. Bundan sonra medresede dersler vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. Sonra Denizli Müftülüğüne getirildi. Bu görevde iken Türkiye'nin paylaşılmasını içeren Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. Şubat 1919'da Paris'te bir araya gelen Îtilâf devletleri temsilcileri Balıkesir, Aydın ve İzmir'i Yunanistan'a vermeyi kararlaştırdılar. Bu gelişmeler üzerine Nureddîn Paşa, bölge ileri gelenleri ve din adamları liderliğinde, “İzmir Müdâfaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyeti” adı altında bir teşkilât kurdu. Bir kongre toplanmasını kararlaştıran cemiyet, Balıkesir, Aydın ve Denizli livâlarından delege gönderilmesini istedi. Denizli'den gönderilen delegeler arasında Ahmed Hulûsi Efendi de bulunuyordu. Kongreye İzmir vâli ve kolordu komutanı Nureddîn Paşa başkanlık etmiş ve ilhak tahakkuk ettiği takdirde mukâvemet edebilmek için teşkilât kurulması kararlaştırılmıştı. Paşa, İzmir'in Yunanistan'a verilmesi halinde silâhlı bir müdafaaya kalkışılacağını söylediği sırada Ahmed Hulûsi Efendi büyük bir uzak görüşlülükle kendisine şöyle demişti:"Paşa! İstanbul işgâl altındadır. İşgâl kuvvetleri İstanbul hükûmeti üzerinde tazyiklerde bulunarak sizi terfian veya memuriyetinizi nakil sûretiyle İzmir'den uzaklaştırırlar. Çünkü buradaki hıristiyan unsurlar işgâl kuvvetleriyle temas halindedirler. Sizin burada fiilî mukavemet için girişeceğiniz her hareketi onlara bildirirler. Onlar da hükûmete tesir ederek, bu teşebbüsü neticesiz bırakırlar. Bakınız Rum papazlarından metropolit Hrisostomos daha şimdiden bu şehrin fahrî vâlisi gibi hareket etmeye başlamış ve Yunan işgalinin hazırlıklarına girişmiş bulunmaktadır."Ahmed Hulûsi Efendinin söyledikleri çok geçmeden gerçekleşti. Nûreddîn Paşa azledilerek yerine vâliliğe Kambur İzzet, kumandanlığa da emekli paşalardan Nâdir Paşa tâyin edildi.Ahmed Hulûsi Efendi ise, İzmir Redd-i İlhak Kongresinden döndükten sonra memleketin elîm bir âkıbete sürüklenmekte olduğunu görerek derhâl yoğun bir teşkilâtlanma çalışmasına girişti.Onun bu faâliyetlerini Denizli mutasarrıfı Fâik Bey (Öztırak) şöyle anlatmaktadır:”Ahmed Hulûsi Efendi, benimle çok uzun ve mahrem görüşmelerde bulundu. Denizli sancağının kazaları olan Acıpayam, Buldan, Sarayköy, Tavas ve Çal'da bilhassa müftüler ve müderrislerle eşrâfın rehberlik ettiği heyetlerin teşkîlini temin ettiğini söyleyip, artık mukadder olan Yunan işgâli önünde neler yapılması îcabettiğinin şimdiden düşünülüp lüzumlu tedbirlerin alınmasını teklif ve tavsiye etti. Bugün daha iyi anlıyorum ki, müftü efendinin sözlerinde hiç bir imkânın gerçekleşmesi şartı yoktu. Yapılması gereken vatanın istiklâli ve haysiyeti îcâbıydı. İlmi, irfânı, ahlâkı ile muhitin hürmet duyduğu muhterem şahsiyeti, sancağın her tarafında sevilen ve sayılan adamdı. Ahmed Hulûsi Efendi çok zor şartlar altında vazîfeye çağırdığı kimseleri meziyet ve husûsiyetleriyle çok iyi takdir ederek tâyin ve tespit etmişti. O müstesnâ günlerin bendeki en derin intibaı şudur: Çok güç şartlar altında girişilecek hizmetlere lâyık mânevî rehberler bulur ve onların telkinleri kalp ve vicdanlarda ümit izleri meydana getirebilirse elde edilemeyecek güzel netîceler, ufukların ardında demektir. Ben Ahmed Hulûsî Efendinin mübeccel ve muhterem varlığında bu ebedî hakîkatın en muhteşem misâlini görmüşümdür."Bu arada beklenen fecî âkıbet gerçekleşti. İzmir 15 Mayıs 1919 Perşembe sabahı Yunanlar tarafından işgâl edildi. Acı haber Denizli'ye ulaştığı zaman irkilmeyen, ümitsizlikle yıkılmayan tek insan Ahmed Hulûsi Efendiydi. Çünkü o, mukadder sonucu biliyor, din, vatan ve nâmus için neler yapılması gerektiğini düşünmüş bulunuyordu. İzmir'in işgâli üzerine ilk iş olarak Denizli'de bir protesto mitingi tertipledi. Müftülük dâiresinin yakınındaki bir câmide bulunan Sancak-ı şerîfi asılı bulunduğu yerden tekbirler ve salât-ü selâmlar ile indirdi. Etrafında şehrin ileri gelen şeyh ve imâmları olduğu hâlde câminin etrâfında bekleşen kalabalığın önüne geçti. Kalabalık Belediye Meydanına doğru yürümeye başladı. Tekbir seslerini işiten halk, işini gücünü bırakarak Belediye Meydanına koşuyordu. Müftü Hulûsi Efendi meydanı doldurmuş bulunan Denizlililere hitâben şöyle konuştu:
“Muhterem Denizlililer,
Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir, Yunanlar tarafından işgal edilmiştir. Bu tecavüze karşı hareketsiz kalmak, din ve devlete ihanettir!... Vatana karşı irtikap edilecek cürümlerin (işlenecek suçların) Allah ve tarih önünde affı imkansız günahtır. Cihat, tam manasıyla teşekkül etmiş dini fariza olarak karşımızdadır.
Hemşehrilerim,
Karşımıza çıkarılan dünkü tebamız Yunan’a biz mağlup olmadık. Onlar, öteki düşmanlarımızın vasıtasıdır. Yunan’ın bir Türk beldesini eline geçirmesinin ne manaya geldiğini, İzmir’de şu birkaç saat içinde işlenen cinayetler gösteriyor.
Silahımız olmayabilir, topsuz, tüfeksiz, sapan taşları ile de düşmanın karşısına çıkacağız. İstiklal aşkı, vatan sevgisi, haysiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazidir. Bu mutlak olarak cihad-ı mukaddestir.
Sizlere vatanımızı düşmana teslim etmenin çaresiz olduğu söyleyenler, düşman esareti altında olanlardır. Onlar irade ve kararlarına sahip değildirler. Bu vaziyette olanların emri ve fetvası aklen ve şeran caiz, makbul ve muteber değildir.
Meşru olan, münhasıran vatan müdafaası ve istiklal uğruna cihattır!... Korkmayınız!... Meyus (ümitsiz) olmayınız!...
Bu livay-ı hamd’ın altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız!...
Müftünüz olarak cihad-ı mukaddes fetvasını ilan ve tebliğ ediyorum.
Elinizde hiçbir silahınız olmasa dahi, üçer taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle, mutlaka fiili mukabelede bulununuz!...
Fetva veriyorum. İşgal edilen memleket halkının silaha sarılması farz-ı ayndır...”
Ahmed Hulûsi Efendi yalnız Denizli için değil, bütün civar, vilâyet ve kazâları da içine alan bir millî mukâvemet hareketi meydana getirmek istiyordu. Bu sûretle Aydın ve Nazilli'ye emin adamlarından birkaçını göndererek onlarla temasa geçti. Müftü Efendinin faâliyetlerini yakından tâkib eden Denizli Rumları ise; "Onun sarığını başına dolayacağız." diye haber göndermekteydiler. Ancak kahraman Denizli müftüsü bu tehditlerden korkacak ve din ve nâmus müdâfaasından geri duracak bir kimse değildi. Bizzât kendisi Dinar'a ve Afyonkarahisar'a gitti. Bu bölgelerdeki diğer müftü, vâiz ve müderrislerle temasa geçerek silahlı çeteler teşkil edip, ilerleyen Yunan kıtaları karşısında bir mukâvemet cephesi meydana getirmek husûsunda onları harekete geçirdi. Bu bölgede efeler, yedek subaylar, mütekaid (emekli) subaylar ve halktan herkes mahallî müftülerin idâre ettiği teşkilâta kaydolunarak kısa zamanda harbe hazır vaziyete getirildiler. Hazırlıklarını tamamlayan Hulûsi Efendi, Yunanların Nazilli'ye girmeleri üzerine emrindeki kuvvetle derhal harekete geçti. Nazilli'de bulunan Yunan kumandanı üç-beş bin kişilik bir kuvvetin üzerine geldiğini haber alınca derhal mevziini terkederek Aydın istikâmetine çekildi. Müftü Hulûsi Efendi kumandasındaki milis kuvvetleri Nazilli'yi kolaylıkla ele geçirdiler. Fakat burada durmayarak Aydın'a doğru gerilemiş bulunan Yunan kuvvetlerinin takibine başladılar. Nazilli'de ve yol boyunca uğranılan her köyde toplanan halka, heyecanlı nutuklar îrâd eden Müftü Efendinin emrindeki kalabalık gittikçe artıyordu.
Ahmed Hulûsi Efendi bu gayret, şevk ve inançla Aydın'ı Yunanlardan geri almaya muvaffak oldu. Bundan sonra artan kuvvetlerin idâresi işini kumandanlık vasıfları iyi bilinen Demirci Mehmed Efe’ye bıraktı. Ancak bu sırada toparlanan Yunanlar büyük kuvvetlerle gelerek Aydın'ı tekrar işgâl ile büyük katliamlarda bulundular. Bundan sonra bölgede tam bir ölüm kalım mücâdelesi başladı. Ahmed Hulûsi Efendi bizzât bir nefer gibi çarpışmalara katıldı. Verdiği vâazlarla da topladığı gönüllülerle milis kuvvetlerini devamlı destekledi. Böylece Denizli bölgesinde Yunan ilerleyişine set çekti. Bu müdâfaa hattı olmasaydı. Ankara'nın, düzenli askerî birliklerin kurulmasını sağlayamadan pek çok vatan toprağının Yunan birliklerinin eline geçmesi işten bile değildi. Ahmed Hulûsi Efendi Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra gelişen siyâsî olaylara karışmamış ve geri kalan ömrünü ibâdetle geçirmiş, gençlere dini öğretmeye çalışmıştır. 22 Kasım 1931'de yetmiş yaşının içinde hayâta vedâ etti. Denizli kabristanındaki kabrinin sağ cephesinde "Millî mücâdelenin ilk alemdârı Denizli Müftüsü Ahmed Hulûsi Efendi burada medfûndur" diye yazılıdır. Ahmed Hulûsi Efendi'nin beş oğlu ve bir kızı vardı. Soyadı kânununun çıkmasından sonra aile "Müftüler" soyadını almıştır.
Kurtuluş savaşımızın bir başka kahramanı...
Memleketim olmakla övündüğüm Denizli, ulusal kurtuluş mücadelemizde örgütlenen ilk ildir. Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi de örgütlenen bu ilin en aktif önderlerinden biridir. Denizli müftüsü ve Millî Mücâdelenin ilk bayraktarı. 1861 (H.1278) yılında Denizli'de doğdu. 1931'de vefat etti.Dedesi Veli ve babası Osman efendiler de müftü ve müderris idiler. Tahsîlini Denizli Kayalık Müftüler Medresesinde yaptı. Babasından icâzet aldı. Bundan sonra medresede dersler vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. Sonra Denizli Müftülüğüne getirildi. Bu görevde iken Türkiye'nin paylaşılmasını içeren Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. Şubat 1919'da Paris'te bir araya gelen Îtilâf devletleri temsilcileri Balıkesir, Aydın ve İzmir'i Yunanistan'a vermeyi kararlaştırdılar. Bu gelişmeler üzerine Nureddîn Paşa, bölge ileri gelenleri ve din adamları liderliğinde, “İzmir Müdâfaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyeti” adı altında bir teşkilât kurdu. Bir kongre toplanmasını kararlaştıran cemiyet, Balıkesir, Aydın ve Denizli livâlarından delege gönderilmesini istedi. Denizli'den gönderilen delegeler arasında Ahmed Hulûsi Efendi de bulunuyordu. Kongreye İzmir vâli ve kolordu komutanı Nureddîn Paşa başkanlık etmiş ve ilhak tahakkuk ettiği takdirde mukâvemet edebilmek için teşkilât kurulması kararlaştırılmıştı. Paşa, İzmir'in Yunanistan'a verilmesi halinde silâhlı bir müdafaaya kalkışılacağını söylediği sırada Ahmed Hulûsi Efendi büyük bir uzak görüşlülükle kendisine şöyle demişti:"Paşa! İstanbul işgâl altındadır. İşgâl kuvvetleri İstanbul hükûmeti üzerinde tazyiklerde bulunarak sizi terfian veya memuriyetinizi nakil sûretiyle İzmir'den uzaklaştırırlar. Çünkü buradaki hıristiyan unsurlar işgâl kuvvetleriyle temas halindedirler. Sizin burada fiilî mukavemet için girişeceğiniz her hareketi onlara bildirirler. Onlar da hükûmete tesir ederek, bu teşebbüsü neticesiz bırakırlar. Bakınız Rum papazlarından metropolit Hrisostomos daha şimdiden bu şehrin fahrî vâlisi gibi hareket etmeye başlamış ve Yunan işgalinin hazırlıklarına girişmiş bulunmaktadır."Ahmed Hulûsi Efendinin söyledikleri çok geçmeden gerçekleşti. Nûreddîn Paşa azledilerek yerine vâliliğe Kambur İzzet, kumandanlığa da emekli paşalardan Nâdir Paşa tâyin edildi.Ahmed Hulûsi Efendi ise, İzmir Redd-i İlhak Kongresinden döndükten sonra memleketin elîm bir âkıbete sürüklenmekte olduğunu görerek derhâl yoğun bir teşkilâtlanma çalışmasına girişti.Onun bu faâliyetlerini Denizli mutasarrıfı Fâik Bey (Öztırak) şöyle anlatmaktadır:”Ahmed Hulûsi Efendi, benimle çok uzun ve mahrem görüşmelerde bulundu. Denizli sancağının kazaları olan Acıpayam, Buldan, Sarayköy, Tavas ve Çal'da bilhassa müftüler ve müderrislerle eşrâfın rehberlik ettiği heyetlerin teşkîlini temin ettiğini söyleyip, artık mukadder olan Yunan işgâli önünde neler yapılması îcabettiğinin şimdiden düşünülüp lüzumlu tedbirlerin alınmasını teklif ve tavsiye etti. Bugün daha iyi anlıyorum ki, müftü efendinin sözlerinde hiç bir imkânın gerçekleşmesi şartı yoktu. Yapılması gereken vatanın istiklâli ve haysiyeti îcâbıydı. İlmi, irfânı, ahlâkı ile muhitin hürmet duyduğu muhterem şahsiyeti, sancağın her tarafında sevilen ve sayılan adamdı. Ahmed Hulûsi Efendi çok zor şartlar altında vazîfeye çağırdığı kimseleri meziyet ve husûsiyetleriyle çok iyi takdir ederek tâyin ve tespit etmişti. O müstesnâ günlerin bendeki en derin intibaı şudur: Çok güç şartlar altında girişilecek hizmetlere lâyık mânevî rehberler bulur ve onların telkinleri kalp ve vicdanlarda ümit izleri meydana getirebilirse elde edilemeyecek güzel netîceler, ufukların ardında demektir. Ben Ahmed Hulûsî Efendinin mübeccel ve muhterem varlığında bu ebedî hakîkatın en muhteşem misâlini görmüşümdür."Bu arada beklenen fecî âkıbet gerçekleşti. İzmir 15 Mayıs 1919 Perşembe sabahı Yunanlar tarafından işgâl edildi. Acı haber Denizli'ye ulaştığı zaman irkilmeyen, ümitsizlikle yıkılmayan tek insan Ahmed Hulûsi Efendiydi. Çünkü o, mukadder sonucu biliyor, din, vatan ve nâmus için neler yapılması gerektiğini düşünmüş bulunuyordu. İzmir'in işgâli üzerine ilk iş olarak Denizli'de bir protesto mitingi tertipledi. Müftülük dâiresinin yakınındaki bir câmide bulunan Sancak-ı şerîfi asılı bulunduğu yerden tekbirler ve salât-ü selâmlar ile indirdi. Etrafında şehrin ileri gelen şeyh ve imâmları olduğu hâlde câminin etrâfında bekleşen kalabalığın önüne geçti. Kalabalık Belediye Meydanına doğru yürümeye başladı. Tekbir seslerini işiten halk, işini gücünü bırakarak Belediye Meydanına koşuyordu. Müftü Hulûsi Efendi meydanı doldurmuş bulunan Denizlililere hitâben şöyle konuştu:
“Muhterem Denizlililer,
Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir, Yunanlar tarafından işgal edilmiştir. Bu tecavüze karşı hareketsiz kalmak, din ve devlete ihanettir!... Vatana karşı irtikap edilecek cürümlerin (işlenecek suçların) Allah ve tarih önünde affı imkansız günahtır. Cihat, tam manasıyla teşekkül etmiş dini fariza olarak karşımızdadır.
Hemşehrilerim,
Karşımıza çıkarılan dünkü tebamız Yunan’a biz mağlup olmadık. Onlar, öteki düşmanlarımızın vasıtasıdır. Yunan’ın bir Türk beldesini eline geçirmesinin ne manaya geldiğini, İzmir’de şu birkaç saat içinde işlenen cinayetler gösteriyor.
Silahımız olmayabilir, topsuz, tüfeksiz, sapan taşları ile de düşmanın karşısına çıkacağız. İstiklal aşkı, vatan sevgisi, haysiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazidir. Bu mutlak olarak cihad-ı mukaddestir.
Sizlere vatanımızı düşmana teslim etmenin çaresiz olduğu söyleyenler, düşman esareti altında olanlardır. Onlar irade ve kararlarına sahip değildirler. Bu vaziyette olanların emri ve fetvası aklen ve şeran caiz, makbul ve muteber değildir.
Meşru olan, münhasıran vatan müdafaası ve istiklal uğruna cihattır!... Korkmayınız!... Meyus (ümitsiz) olmayınız!...
Bu livay-ı hamd’ın altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız!...
Müftünüz olarak cihad-ı mukaddes fetvasını ilan ve tebliğ ediyorum.
Elinizde hiçbir silahınız olmasa dahi, üçer taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle, mutlaka fiili mukabelede bulununuz!...
Fetva veriyorum. İşgal edilen memleket halkının silaha sarılması farz-ı ayndır...”
Ahmed Hulûsi Efendi yalnız Denizli için değil, bütün civar, vilâyet ve kazâları da içine alan bir millî mukâvemet hareketi meydana getirmek istiyordu. Bu sûretle Aydın ve Nazilli'ye emin adamlarından birkaçını göndererek onlarla temasa geçti. Müftü Efendinin faâliyetlerini yakından tâkib eden Denizli Rumları ise; "Onun sarığını başına dolayacağız." diye haber göndermekteydiler. Ancak kahraman Denizli müftüsü bu tehditlerden korkacak ve din ve nâmus müdâfaasından geri duracak bir kimse değildi. Bizzât kendisi Dinar'a ve Afyonkarahisar'a gitti. Bu bölgelerdeki diğer müftü, vâiz ve müderrislerle temasa geçerek silahlı çeteler teşkil edip, ilerleyen Yunan kıtaları karşısında bir mukâvemet cephesi meydana getirmek husûsunda onları harekete geçirdi. Bu bölgede efeler, yedek subaylar, mütekaid (emekli) subaylar ve halktan herkes mahallî müftülerin idâre ettiği teşkilâta kaydolunarak kısa zamanda harbe hazır vaziyete getirildiler. Hazırlıklarını tamamlayan Hulûsi Efendi, Yunanların Nazilli'ye girmeleri üzerine emrindeki kuvvetle derhal harekete geçti. Nazilli'de bulunan Yunan kumandanı üç-beş bin kişilik bir kuvvetin üzerine geldiğini haber alınca derhal mevziini terkederek Aydın istikâmetine çekildi. Müftü Hulûsi Efendi kumandasındaki milis kuvvetleri Nazilli'yi kolaylıkla ele geçirdiler. Fakat burada durmayarak Aydın'a doğru gerilemiş bulunan Yunan kuvvetlerinin takibine başladılar. Nazilli'de ve yol boyunca uğranılan her köyde toplanan halka, heyecanlı nutuklar îrâd eden Müftü Efendinin emrindeki kalabalık gittikçe artıyordu.
Ahmed Hulûsi Efendi bu gayret, şevk ve inançla Aydın'ı Yunanlardan geri almaya muvaffak oldu. Bundan sonra artan kuvvetlerin idâresi işini kumandanlık vasıfları iyi bilinen Demirci Mehmed Efe’ye bıraktı. Ancak bu sırada toparlanan Yunanlar büyük kuvvetlerle gelerek Aydın'ı tekrar işgâl ile büyük katliamlarda bulundular. Bundan sonra bölgede tam bir ölüm kalım mücâdelesi başladı. Ahmed Hulûsi Efendi bizzât bir nefer gibi çarpışmalara katıldı. Verdiği vâazlarla da topladığı gönüllülerle milis kuvvetlerini devamlı destekledi. Böylece Denizli bölgesinde Yunan ilerleyişine set çekti. Bu müdâfaa hattı olmasaydı. Ankara'nın, düzenli askerî birliklerin kurulmasını sağlayamadan pek çok vatan toprağının Yunan birliklerinin eline geçmesi işten bile değildi. Ahmed Hulûsi Efendi Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra gelişen siyâsî olaylara karışmamış ve geri kalan ömrünü ibâdetle geçirmiş, gençlere dini öğretmeye çalışmıştır. 22 Kasım 1931'de yetmiş yaşının içinde hayâta vedâ etti. Denizli kabristanındaki kabrinin sağ cephesinde "Millî mücâdelenin ilk alemdârı Denizli Müftüsü Ahmed Hulûsi Efendi burada medfûndur" diye yazılıdır. Ahmed Hulûsi Efendi'nin beş oğlu ve bir kızı vardı. Soyadı kânununun çıkmasından sonra aile "Müftüler" soyadını almıştır.
25 Eylül 2009 Cuma
“ONLARI UNUTMAYIN” yazı dizisi üzerine:
Vatanımızın, 19. Yüzyıl sonlarından itibaren girdiği ölümcül kavgadan, “hasta adam”ın ne zaman öleceği konusunda batılı ve çağdaş (!) devletlerin yaptığu tahminlerden, bir büyük adam sayesinde nasıl kurtulduğunu hepimiz okuduğumuz kitaplardan yada okullarda aldığımız derslerden biliriz. O korkunç iradenin, milletine olan sarsılmaz güvenini arkasına alan inanmış adamın, yanındaki sayıca az ama mangal yürekli, boyunlarında “idam fermanı”nın yağlı urganıyla menzilden menzile cepheden cepheye koşturan, halkın içinde ve halkla beraber atan yürekleriyle kan, ter ve gözyaşı ile hiçbir maddi kaygı gütmeden sadece inandıkları değerleri uğruna savaşan, öncesi ve sonrasıyla tam 10 yılı aşan bir kurtuluş mücadelesini yürüten o “Çılgın Türkler”den kaçını tanıyorsunuz?
Hayır, size bildiğiniz isimleri sormayacağım. Zaten yazımızın konusu bu değil. Burada anlatılacak insanlar, yükselen o büyük eserin gerçekte “biz” olan insanları. Ne yaptılarsa, nasıl yaşadılarsa, kaygıları; kendileri, aileleri yada geleceğe kalacak adları için değildi. Her birisi gücü yettiğince katkısını koydu. Çıkar gözetmediler, mevki yada makam peşinde koşmadılar. Gereği budur dediler. Gereğini yaptılar. Çekinmediler. Hiçbirisi geri adım atmadı. Kaderlerinin üzerine yürüdüler.
Aradan neredeyse 90 yıl geçti. Artık onların tümü bağımsız vatan toprağında, özgür ve sonsuz huzur içindeler. Bizlere ise onları unutmamak, anılarını yaşatmak düşüyor. Eğer bugün 85 yıllık Cumhuriyetimizin topraklarında yaşıyor, bağımsız, özgür, laik, çağdaş bir toplumda, tüm dünya nimetlerinden bir şekilde yararlanıyor ve vatanımızda mutlu isek onların her birisinin payı var. Onlar unutulmayı haketmiyorlar...
Hazırladığımız bu dizi içerisinde kesinlikte tamamını yazamayacağımızı biliyoruz. Bu nedenle çok küçük bir kısmını araştırabildiğimiz bu isimlerden herbiri için ayrıntılı öyküler derlediğimiz iddiasında değiliz. Kimi kısmen uzun kimi kısa anekdotlar halinde bu özel insanlarımızı anmaya, anılarını yadetmeye, onları hatırlamaya HAZIRMISINIZ?
Hayır, size bildiğiniz isimleri sormayacağım. Zaten yazımızın konusu bu değil. Burada anlatılacak insanlar, yükselen o büyük eserin gerçekte “biz” olan insanları. Ne yaptılarsa, nasıl yaşadılarsa, kaygıları; kendileri, aileleri yada geleceğe kalacak adları için değildi. Her birisi gücü yettiğince katkısını koydu. Çıkar gözetmediler, mevki yada makam peşinde koşmadılar. Gereği budur dediler. Gereğini yaptılar. Çekinmediler. Hiçbirisi geri adım atmadı. Kaderlerinin üzerine yürüdüler.
Aradan neredeyse 90 yıl geçti. Artık onların tümü bağımsız vatan toprağında, özgür ve sonsuz huzur içindeler. Bizlere ise onları unutmamak, anılarını yaşatmak düşüyor. Eğer bugün 85 yıllık Cumhuriyetimizin topraklarında yaşıyor, bağımsız, özgür, laik, çağdaş bir toplumda, tüm dünya nimetlerinden bir şekilde yararlanıyor ve vatanımızda mutlu isek onların her birisinin payı var. Onlar unutulmayı haketmiyorlar...
Hazırladığımız bu dizi içerisinde kesinlikte tamamını yazamayacağımızı biliyoruz. Bu nedenle çok küçük bir kısmını araştırabildiğimiz bu isimlerden herbiri için ayrıntılı öyküler derlediğimiz iddiasında değiliz. Kimi kısmen uzun kimi kısa anekdotlar halinde bu özel insanlarımızı anmaya, anılarını yadetmeye, onları hatırlamaya HAZIRMISINIZ?
ONLARI UNUTMAYIN-1
Şehit Albay Reşat Bey ( 1879 - 27 Ağustos 1922 )
1879'da İstanbul'da doğan Reşat Bey, 1896'da Harp Okulu'nu bitirdikten sonra, Türk Ordusu'nun farklı komuta kademelerinde görev yapmış; Trablusgarp ve Balkan Savaşları'na katılmıştır. Askeri Mahkeme üyeliği de yapan ve Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi'nde olağanüstü kahramanlığı ile dikkatleri çektikten sonra getirildiği 17. Alay Komutanlığı görevindeyken Muş'un Rus işgalinden kurtarılmasında da önemli rol oynayan Reşat Bey, XVI Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'nın takdirlerini kazanmıştır. Ünlü Ziya Paşa'nın oğlu olan Reşat Bey, daha sonra 53. Tümen Komutanlığı'na getirilerek Suriye Cephesi'nde görevlendirilmiştir. 1918'de İngilizlere esir düşen Reşat Bey, daha sonra esaretten kurtulur kurtulmaz Aralık 1919'da Milli Mücadele'ye katılmak üzere İnebolu'dan "İstiklal Yolu" üzerinden Ankara'ya geçmiştir. Reşat Bey, Mustafa Kemal Paşa tarafından 11. Kafkas Tümeni (sonradan 21. Tümen) Komutanlığı'na getirilmiştir. Yarbay rütbesi ile İnönü ve Sakarya muharebelerine de iştirak eden ve olağanüstü başarı gösteren Reşat Bey’e, son olarak 57. Alay Komutanlığı görevi verilmiş; bizzat Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından, Büyük Taaruzun ikinci gününde, muharebenin ve de ülkenin-ulusun kaderini etkileyecek en kritik mevkide yeralan -Sincanlı Ovasından Dumlupınar'a kadar tüm yolların önündeki en stratejik engel olan- Çiğiltepe'yi düşmandan temizlemesi emredilmiştir. Ne var ki, bu tepenin önemini çok iyi bilen Yunan Başkomutanı Trikopis ise, en zinde kuvvetlerini, üstün ateş gücüyle bu tepeye yığmış; tahkimatı tamamlamıştır. 27 Ağustos 1922 sabahı 57. Alay bu tepeyi kuşatmış, saat 10.30'da Mustafa Kemal telefonda komutana; - Reşat Bey, bu önemli tepeyi ne zaman alacaksınız? - Komutanım, yarım saat sonra alacağız. - Başarılar diliyorum. (2)10.45 Mustafa Kemal:
- Düşmanın halen direndiğini görüyorum. Gözümüz o tepede, çok önemli. - Komutanım tepeye düşman bir tümen yığmış direniyorlar. Ama alacağız komutanım, mutlaka alacağız. 11.00 Mustafa Kemal:
- Reşat Beyi istiyorum. - Komutanım Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti. Okuyorum, komutanım. “Yarım saat zarfında bu tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam komutanım.” Mustafa Kemal'in gözlerinden yaşlar boşanır: -Allah rahmet eylesin, Reşat Bey büyük bir vatanseverdir. 11.45 Başkomutanın telefonu çalar: - “Çiğiltepe alınmıştır komutanım. Yüzlerce ölüsünü bırakan düşman Sincanlı Ovasına doğru kaçmaktadır, arzederim". İlgili resmi kayıt burada biter. Sonrasını Başkomutan Mustafa Kemal Paşa şöyle ifade eder: "Türk Askerine, Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rastgelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Burada şehit olan kahraman evlâtlarımızı minnetle anıyorum, ruhları şâd olsun. Başkomutan Mustafa Kemal". Aziz naaşı Sandıklı'da defnedilmiş olan Albay Reşat Bey, askeri yaşamında üstün cesaret ve sevk yeteneğiyle çok sayıda madalya (mecidi nişanları, gümüş muharebe, liyakat, tahlisiye, Alman ve Avusturya-Macaristan savaş madalyaları) sahibi olmuştur. Şehadetinin sonrasında T.B.M.M. kendisi adına ailesine İstiklal Madalyası takdim etmiştir. Ailesi, soyadı kanununu müteakip "Çiğiltepe" soyadını almıştır.
(3)
Çiğiltepe'de 15 dakika gecikme ile kazanılan zaferi ve Türk askerinin inancını, o tarihi anı yaşayarak yaşatan Cenab Ozankan şöyle ifade etmektedir:
ÇİĞİL TEPE
İnatla dayandı düşman
Yerden bitercesine çoğala, çoğala,
Mermiyle vur,Dipçikle vur,
Tükenmez gâvur oğlu gâvur.
N'edersin alamadık Çiğiltepe'yi,
Şehit verdikYiğit Reşat Beyi,
Tövbe ettik yaşamaya...
Daha gidecek can varmış helâlinden,
Kader bu ya...G
ün ışığında karardı benzimiz
Vıcık vıcık gömleğimiz
Kan akar her damardan.
SonundaSöktük hepsini topraktan
Yalın ellerimizle,
Göz yaşımızda parladı Çiğiltepe,Bir nur...
İnanmıştık:
Şehitler ileMustafa Kemal PaşaBizi korur...
1879'da İstanbul'da doğan Reşat Bey, 1896'da Harp Okulu'nu bitirdikten sonra, Türk Ordusu'nun farklı komuta kademelerinde görev yapmış; Trablusgarp ve Balkan Savaşları'na katılmıştır. Askeri Mahkeme üyeliği de yapan ve Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi'nde olağanüstü kahramanlığı ile dikkatleri çektikten sonra getirildiği 17. Alay Komutanlığı görevindeyken Muş'un Rus işgalinden kurtarılmasında da önemli rol oynayan Reşat Bey, XVI Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'nın takdirlerini kazanmıştır. Ünlü Ziya Paşa'nın oğlu olan Reşat Bey, daha sonra 53. Tümen Komutanlığı'na getirilerek Suriye Cephesi'nde görevlendirilmiştir. 1918'de İngilizlere esir düşen Reşat Bey, daha sonra esaretten kurtulur kurtulmaz Aralık 1919'da Milli Mücadele'ye katılmak üzere İnebolu'dan "İstiklal Yolu" üzerinden Ankara'ya geçmiştir. Reşat Bey, Mustafa Kemal Paşa tarafından 11. Kafkas Tümeni (sonradan 21. Tümen) Komutanlığı'na getirilmiştir. Yarbay rütbesi ile İnönü ve Sakarya muharebelerine de iştirak eden ve olağanüstü başarı gösteren Reşat Bey’e, son olarak 57. Alay Komutanlığı görevi verilmiş; bizzat Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından, Büyük Taaruzun ikinci gününde, muharebenin ve de ülkenin-ulusun kaderini etkileyecek en kritik mevkide yeralan -Sincanlı Ovasından Dumlupınar'a kadar tüm yolların önündeki en stratejik engel olan- Çiğiltepe'yi düşmandan temizlemesi emredilmiştir. Ne var ki, bu tepenin önemini çok iyi bilen Yunan Başkomutanı Trikopis ise, en zinde kuvvetlerini, üstün ateş gücüyle bu tepeye yığmış; tahkimatı tamamlamıştır. 27 Ağustos 1922 sabahı 57. Alay bu tepeyi kuşatmış, saat 10.30'da Mustafa Kemal telefonda komutana; - Reşat Bey, bu önemli tepeyi ne zaman alacaksınız? - Komutanım, yarım saat sonra alacağız. - Başarılar diliyorum. (2)10.45 Mustafa Kemal:
- Düşmanın halen direndiğini görüyorum. Gözümüz o tepede, çok önemli. - Komutanım tepeye düşman bir tümen yığmış direniyorlar. Ama alacağız komutanım, mutlaka alacağız. 11.00 Mustafa Kemal:
- Reşat Beyi istiyorum. - Komutanım Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti. Okuyorum, komutanım. “Yarım saat zarfında bu tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam komutanım.” Mustafa Kemal'in gözlerinden yaşlar boşanır: -Allah rahmet eylesin, Reşat Bey büyük bir vatanseverdir. 11.45 Başkomutanın telefonu çalar: - “Çiğiltepe alınmıştır komutanım. Yüzlerce ölüsünü bırakan düşman Sincanlı Ovasına doğru kaçmaktadır, arzederim". İlgili resmi kayıt burada biter. Sonrasını Başkomutan Mustafa Kemal Paşa şöyle ifade eder: "Türk Askerine, Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rastgelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Burada şehit olan kahraman evlâtlarımızı minnetle anıyorum, ruhları şâd olsun. Başkomutan Mustafa Kemal". Aziz naaşı Sandıklı'da defnedilmiş olan Albay Reşat Bey, askeri yaşamında üstün cesaret ve sevk yeteneğiyle çok sayıda madalya (mecidi nişanları, gümüş muharebe, liyakat, tahlisiye, Alman ve Avusturya-Macaristan savaş madalyaları) sahibi olmuştur. Şehadetinin sonrasında T.B.M.M. kendisi adına ailesine İstiklal Madalyası takdim etmiştir. Ailesi, soyadı kanununu müteakip "Çiğiltepe" soyadını almıştır.
(3)
Çiğiltepe'de 15 dakika gecikme ile kazanılan zaferi ve Türk askerinin inancını, o tarihi anı yaşayarak yaşatan Cenab Ozankan şöyle ifade etmektedir:
ÇİĞİL TEPE
İnatla dayandı düşman
Yerden bitercesine çoğala, çoğala,
Mermiyle vur,Dipçikle vur,
Tükenmez gâvur oğlu gâvur.
N'edersin alamadık Çiğiltepe'yi,
Şehit verdikYiğit Reşat Beyi,
Tövbe ettik yaşamaya...
Daha gidecek can varmış helâlinden,
Kader bu ya...G
ün ışığında karardı benzimiz
Vıcık vıcık gömleğimiz
Kan akar her damardan.
SonundaSöktük hepsini topraktan
Yalın ellerimizle,
Göz yaşımızda parladı Çiğiltepe,Bir nur...
İnanmıştık:
Şehitler ileMustafa Kemal PaşaBizi korur...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)