HUZURA, BARIŞA, SAĞLIĞA, MUTLULUĞA, UMUDA BİR AN ÖNCE ULAŞMAK DİLEĞİYLE,
SEVDİKLERİNİZLE BİRARADA TÜM DİLEKLERİNİZ 2010’DA GERÇEKLEŞSİN.
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN
"Bana olağanüstü hususiyetler atfetmeyiniz. Doğumumdaki tek fevkaladelik Türk olarak dünyaya gelmemdir." (Mustafa Kemal ATATÜRK)
31 Aralık 2009 Perşembe
ARALIK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 5
KİTABIN ADI : Tanrı Yanılgısı
KİTABIN YAZARI : Richard Dawkins
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Tunç Tuncay Bilgin-Kalisto
KİTABIN YAYINEVİ : Kuzey Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 10. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 340
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 5/10 (Son yıllarda karşılaştığım en kötü tercümelerden. İnanılmaz hatalar var. İngilizce’nin Türkçe’ye adapte edilmesi ve cümle yapıları çok kötü. Maalesef okunması çok zor bir kitap haline gelmiş.
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10 (Yaşayan en önde gelen bilim insanlarından Dawkins’in bir başka eserini okumak büyük keyif)
ÖNERİ : Dawkins, toplumda adeta tabu olan çok zor bir konuda keyifli bir tur atıyor. Dinlerin arkasındaki büyük boşluğu teşhir ediyor. Tercümesi yüzünden zor okunmakla birlikte türünün en güzel kitaplarından biri. Dine ters yönden bakabilmek yetisine sahip olabilenler için… Kitap kurtları kaçırmamalı.
KİTABIN YAZARI : Richard Dawkins
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Tunç Tuncay Bilgin-Kalisto
KİTABIN YAYINEVİ : Kuzey Yayınları
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 10. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 340
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 5/10 (Son yıllarda karşılaştığım en kötü tercümelerden. İnanılmaz hatalar var. İngilizce’nin Türkçe’ye adapte edilmesi ve cümle yapıları çok kötü. Maalesef okunması çok zor bir kitap haline gelmiş.
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10 (Yaşayan en önde gelen bilim insanlarından Dawkins’in bir başka eserini okumak büyük keyif)
ÖNERİ : Dawkins, toplumda adeta tabu olan çok zor bir konuda keyifli bir tur atıyor. Dinlerin arkasındaki büyük boşluğu teşhir ediyor. Tercümesi yüzünden zor okunmakla birlikte türünün en güzel kitaplarından biri. Dine ters yönden bakabilmek yetisine sahip olabilenler için… Kitap kurtları kaçırmamalı.
30 Aralık 2009 Çarşamba
28 Aralık 2009 Pazartesi
GEÇİP GİDEN BİR YILIN ARDINDAN
İyi insanlarda öldü, kötülerde öldü yılın içinde, ama iyi ile kötünün savaşı devam ediyor. Demek ki tanrı henüz iyilerinde safında yer almadı.
Zenginler zengince yaşamaya devam etti, fakir gene fakir kaldı. Demek ki, “kimsesizlerin kimsesi” gereğini bu senede yapmadı.
Ülkemiz bu senede içinden ve dışından kemirilmeye devam edildi. Demek ki “Bir ulus kendi içindeki aptal ve muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat içerisindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silah ve alemlerini açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve onların argümanlarını kullanarak ulusun politik yapısına nüfuz eder, bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur,ulusun ruhunu çürütür, politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil daha az korkuludur.” diyen Marcus Tullius Cicero’dan beri 2000 yıldır bu sene de değişen hiçbir şey yok.
Namussuzlar yine vurup yıkmaya, yiyip içmeye, çalıp çırpmaya devam ettiler. Namuslular bu senede susmayı sürdürdüler.
“o, "yunusu biçaredir
bastan ayağa yaredir",
ağu içer su yerine
fakat bir kerre bir derd anlayan düşmesin önlerine
ve bir kerre vakt’erişip
"- gayrık yeter! " demesinler
bunu bir dediler mi,
"israfil surunu urur,
mahlukat yerinden durur",
toprağın nabzı başlar
onun nabızlarında atmağa
ne kendi nefsini korur,
ne düşmanı kayırır,
dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa”
dedi Nazım baba yıllar önce. Ancak bu sene de gayrık yeter diyen
olmadı.
Ve umut! Hep umut, sol memenin altındaki cevahir sönmediği müddetçe iyi ve güzel geleceğe inanmak… Gelsin bakalım 2010…
Zenginler zengince yaşamaya devam etti, fakir gene fakir kaldı. Demek ki, “kimsesizlerin kimsesi” gereğini bu senede yapmadı.
Ülkemiz bu senede içinden ve dışından kemirilmeye devam edildi. Demek ki “Bir ulus kendi içindeki aptal ve muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat içerisindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silah ve alemlerini açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve onların argümanlarını kullanarak ulusun politik yapısına nüfuz eder, bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur,ulusun ruhunu çürütür, politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil daha az korkuludur.” diyen Marcus Tullius Cicero’dan beri 2000 yıldır bu sene de değişen hiçbir şey yok.
Namussuzlar yine vurup yıkmaya, yiyip içmeye, çalıp çırpmaya devam ettiler. Namuslular bu senede susmayı sürdürdüler.
“o, "yunusu biçaredir
bastan ayağa yaredir",
ağu içer su yerine
fakat bir kerre bir derd anlayan düşmesin önlerine
ve bir kerre vakt’erişip
"- gayrık yeter! " demesinler
bunu bir dediler mi,
"israfil surunu urur,
mahlukat yerinden durur",
toprağın nabzı başlar
onun nabızlarında atmağa
ne kendi nefsini korur,
ne düşmanı kayırır,
dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa”
dedi Nazım baba yıllar önce. Ancak bu sene de gayrık yeter diyen
olmadı.
Ve umut! Hep umut, sol memenin altındaki cevahir sönmediği müddetçe iyi ve güzel geleceğe inanmak… Gelsin bakalım 2010…
ONLARI UNUTMAYIN - 7
MUSTAFA MUĞLALI PAŞA
Kıymeti bilinmeyen, sırf görevini yaptığı için cezalandırılan insanların başında Mustafa Muğlalı Paşa gelir. O'na millet olarak özür borçluyuz.
Vefatının üzerinden 58 yıl geçmesine rağmen Mustafa Muğlalı Paşa Türk Milleti ile sorunu olan malum çevrelerin hala bir numaralı boy hedeflerinden birisidir. Mustafa Muğlalı ne yapmıştır da, yarım asırdır Türkiye'nin ve Türklüğün düşmanlarının hedefi olmaya devam etmektedir.? 1882 yılında Muğla'da dünyaya gelen Mustafa Muğlalı, 1901 yılında Harp Okulunu, 1904 yılında Harp Akademisini bitirdi. Balkan savaşına katıldı. 1. dünya savaşı sırasında Adana Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanlığı yaptı. Bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı'nın nüvesi olan Teşkilatı Mahsusa'da çalıştı, Onun devamı niteliğindeki Zabitan Grubu'nun kurucuları arasında yeraldı. Zabitin Grubu'nun bir müddet sonra adını değiştirdiği ve yine Muğlalı Mustafa Bey başkanlığında Yavuz Grubu olarak faaliyetini devam ettirdiği anlaşılmaktadır.
Kurtuluş savaşına Tümen komutanı olarak katılan Muğlalı Mustafa, 1922'de Albay 1927'de Tümgeneral oldu Soyadı Kanunu çıkınca, Muğlalı soyadını aldı.
23..Aralık.1930' da Menemen'de Devlete Karşı ayaklanıp Genç Asteğmen Kubilay'ı şehit eden yobazları yargılayan Harp Divanının başkanlığını yaptı. Bir kısım Medyanın Mustafa Muğlalı düşmanlığının temelinde, bu mahkemenin reisliğini yapması yatmaktadır.
1931-1939 yıllarında 1. Ordu komutanlığı, iki kez Yüksek Askeri Şura üyeliği ve 1943-1945 yılları arasında da 3. Ordu Komutanlığı yaptı. Mustafa Muğlalı'nın haksızlığa uğramasına, 20 yıl hapse mahkum edilmesine yol açan olaylar bu görevi sırasında cereyan etmişti.
1940'lı yıllar... İkinci Dünya Savaşı yılları, ülkede yokluk yaşanıyor.İngiliz, Fransız, Alman,Rus ve İran casusları ülkede cirit atıyor. Doğu Anadolu ülkenin diğer kesimlerine nazaran daha karışıktır. Yabancı ülkeler lehine casusluk iddiaları hergün ilgili makamlara ulaşıyor. Devlet bölgede sıkıyönetim uyguladığı halde hırsızlık, kaçakçılık, eşkıyalık, soygunculuk, ırza tecavüz eylemleri engellenemiyor, casus mu, hain mi, eşkıya mı olduğu belli olmayan bazı gruplar, bölgede güvenlik sağlamak için canla başla çalışan askerleri de pusuya düşürerek şehit ediyorlar ve kendilerine kucak açan Irak ile İran'a kaçıp bir süre saklandıktan sonra tekrar bölgeye dönüp eylemlerine devam ediyorlardı.
Bu çeteler, Türkiye'den büyük ve küçükbaş hayvanları çalıyor, o sıralarda fiilen Rusların kontrolunda olan İran'a götürüp satıyorlardı. Bu eşkıyalar Rus ve İran makamlarınca da korunuyordu.
Bu eşkıya genelde iki nüfus kağıdı taşıyordu. İran'da İran, Türkiye'de Türk vatandaşı gözüküyorlardı. Bölge halkı bu eylemlerden dolayı canlarından bezmişlerdi. İnsanlar kendilerini nasıl koruyacakları nı bilemedikleri için orduya ve askere sığınıyorlardı...
Bölgedeki karışıklıklar artınca Orgeneral Mustafa Muğlalı, çok deneyimli ve disiplinli bir asker olduğu için Üçüncü Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı'na getirilir. Hayatı savaşlarda geçmiş olan Muğlalı Paşa işi çok sıkı tutar, canilere karşı amansız bir mücadele başlatır ve birtakım tedbirler alır. Bu tedirlerler arasında; Siirt'teki gezici Jandarma Taburu'nun bu bölgeye kaydırılması, çobanların silahlandırılması , gezici ekipler kurulması da vardı. Ayrıca, Paşa, eşkıyanın sınır ötesine kaçmasını önlemek için de emrindeki birliklere Irak ve İran'a kaçan eşkiyayı takip ve "gerekirse vur" emri verir.
1943 yılında Van'ın Özalp İlçesi'nin sınır bölgesinde İran'a kaçmaya çalışan bir grup, güvenlik güçleri tarafından sıkıştırılır. Çatışma çıkar ve dur emrine uymayan kürt eşkıyalardan 33 tanesi öldürülür..
Bu olaydan sonra bölgede az da olsa sükun sağlanır. Bölge halkı Paşa'ya minnettar. Bölge huzur ve sükun içinde... İçişleri Bakanlığınca, bölgede sükun sağlandığı için, Valiliğe, Jandarma komutanlığına teşekkür yazıları yazılır.
20.Aralık.1943 tarihinde Van Cezaevinde yatan İsmail Özay isimli bir mahkum, TBMM'ne yazdığı dilekçesinde; bu 33 kişinin kaçmalarının sözkonusu olmadığını, bilerek katledildiklerini iddia eder, olaydan yaralı olarak kurtulup İran'da yaşayan kardeşinin affedilmesini ve olayın tahkikini talep eder.
Adalet Bakanlığının Genelkurmay Başkanlığından kanunun adli takibinin yapılmasını ilişkin talebine karşı, Mareşal Fevzi Çakmak'ın verdiği yanıt yiğitçedir, Türk'çedir: "Ordu komutanı o günkü şartların gereğini yapmıştır. Memleketin yüksek menfaati için gerekli tedbirleri almıştır. Görevini yerine getiren bir komutanı mahkemeye veremem. Böyle şey olamaz." Fevzi Çakmak'tan sonra Genel Kurmay Başkanı olan Kazım Orbay'da aynı tavrı sürdürür.
1945 yılında 2. Dünya Savaşı sona erer. Her şey normale dönüşür .
1946 seçimleri sırasında bu olayı kendi lehlerine oya tahvil etmek isteyen siyasetçiler bu olayı saptırırlar. Bir taşla birkaç kuş vurulacaktır. İkinci dünya savaşı sırasında yabancı ajanların kaşıdıkları Kürtçülük çıbanı yeniden kaşınarak olay oya tahvil edilecek, Atatürk'ün yakın bir silah arkadaşı zor durumda bırakılarak, şuur altlarındaki Atatürk düşmanlığına dayanan aşağılık duygusu tatmin edilecek, Menemen olaylarında yargılamayı yapan kahraman bir asker yargılanarak gerici çevrelere Menemen’in rövanşının alındığının mesajı verilecektir.
1946 seçimlerinden sonra Meclis'e giren Demokrat Parti milletvekilleri bu olayı yeniden Meclis gündemine getirirler. Öne sürülen iddia şudur: "Çatışma sırasında öldüğü iddia edilen 33 insan masumdu ve kurşuna dizildiler." Kıyamet kopar...
Muhalefet milletvekilleri bu olaydan Cumhurbaşkanı İnönü ile Milli Savunma Bakanı Ali Rıza Artunkal, İçişleri Bakanı Hilmi Uran'ı sorumlu tutarlar. İktidar ise Demokrat Parti'nin derdinin 33 masum vatandaşın öldürülmesi değil, İnönü iktidarını yıpratmak ve oy toplamak olduğunu söyler.
Aylarca süren tartışmalardan sonra bu olay hakkında Mecliste araştırma komisyonu kurulur. Araştırma komisyonu o yılların olağanüstü şartlarını, o olay sayesinde sağlanan huzur ortamını, 33 eşkiyanın ülkeye zararlarını, Mustafa Muğlalı'nın ülke sevgisini, hiç dikkate almaz. Kin ve intikam duyguları içerisinde hareket eder. Araştırma komisyonu hiçbir siyasiye, hiçbir bürokrata suç yüklemez. Tek suçlu Orgeneral Mustafa Muğlalı ile Necdet Bilgez ve Bilal Bali isimli yedek subaylardır.
Meclis Araştırma komisyonu kararından sonra dava açılır ve 1947 yılında emekli olan kahraman Mustafa Muğlalı Paşa yargı önüne çıkarılır..
Mahkeme, 1943 yılının şartlarına, o tarihte bölgede cereyan eden olayların vahametine, o ortamın düşünce ve gereklerine göre değil 1948 yılının normal şartlarının havasına göre yürür. Muğlalı Paşa, yargılama boyunca bir Türk komutanına yaraşır şekilde bütün sorumluluğu üzerine alır ve zamanın hükümetini hiçbir şekilde suçlamaz;
"-Bu subaylara emri ben verdim, onların suçu yoktur. Yaptıklarım suç ise tek suçlu benim" der. Hakimin "Ya emrinizi yerine getirmeseydiler" sorusuna "O zaman şakileri kendim vururdum." yanıtını verir.
33 şakinin yok edilmesi sırasında “oh” diyenler, Muğlalı Paşa'yı takdir edenler, alkışlayanlar, başka bir havanın, başka hesapların insanı olmuşlardır. Oy kaygısı her şeyin önüne geçmiştir. Mustafa Muğlalı Paşa, Atatürk'ün silah arkadaşı olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bu olay karşısında parmağını bile kıpırdatmaz. Ve mahkeme sonucu gerçekten çok hazindir:
Hayatını Türk Ordusuna ve Türkiye Cumhuriyetine adamış olan Mustafa Muğlalı Paşa "33 masum(!) insanı öldürmek suçundan" idam cezasına çarptırılır....
İŞTE REZALETİN PERDESİ
Daha sonra cezası 20 yıl hapse çevrilir. 33 tane eşkıyaya hak ettiği cezayı verdiği için ödüllendirmesi gereken Mustafa Muğlalı Paşa, politik yalakalığın, siyaset oyunlarının kurbanı olur. Türk yargısının siyasi kararlarından birisi olan bu yargılama sonucunda, tek mahkumiyet Mustafa Muğlalı içindir. Başka hiçbir kimse ceza almaz... Mahkeme, eşkıya artıklarının ifadelerini Türk Askerinin ifadesine tercih etmiştir.
Mahkeme sonrası Askeri Yargıtay bu kararı bozar. İkinci bir mahkeme dönemi başlar ama bu sırada kahraman Türk Ordusu'nun bir neferi olan, bütün ömrünü Türk Yurdu'nun bağımsızlığına adayan Mustafa Muğlalı Paşa bu durumu hazmedemez; bulunduğu cezaevinde kahrından 11 Aralık 1951 tarihinde, 70 yaşında vefat eder.
Türk gibi düşünen tek kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri, Mustafa Muğlalı Paşa'nın naaşını Devlet Mezarlığına naklettirdi ve kahraman Türk komutanlarının heykellerinin yer aldığı Genelkurmay bahçesindeki Ölmezler Yolu'na O'nun heykelini diktirdi.
Nur içinde yat Paşam...
Kıymeti bilinmeyen, sırf görevini yaptığı için cezalandırılan insanların başında Mustafa Muğlalı Paşa gelir. O'na millet olarak özür borçluyuz.
Vefatının üzerinden 58 yıl geçmesine rağmen Mustafa Muğlalı Paşa Türk Milleti ile sorunu olan malum çevrelerin hala bir numaralı boy hedeflerinden birisidir. Mustafa Muğlalı ne yapmıştır da, yarım asırdır Türkiye'nin ve Türklüğün düşmanlarının hedefi olmaya devam etmektedir.? 1882 yılında Muğla'da dünyaya gelen Mustafa Muğlalı, 1901 yılında Harp Okulunu, 1904 yılında Harp Akademisini bitirdi. Balkan savaşına katıldı. 1. dünya savaşı sırasında Adana Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanlığı yaptı. Bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı'nın nüvesi olan Teşkilatı Mahsusa'da çalıştı, Onun devamı niteliğindeki Zabitan Grubu'nun kurucuları arasında yeraldı. Zabitin Grubu'nun bir müddet sonra adını değiştirdiği ve yine Muğlalı Mustafa Bey başkanlığında Yavuz Grubu olarak faaliyetini devam ettirdiği anlaşılmaktadır.
Kurtuluş savaşına Tümen komutanı olarak katılan Muğlalı Mustafa, 1922'de Albay 1927'de Tümgeneral oldu Soyadı Kanunu çıkınca, Muğlalı soyadını aldı.
23..Aralık.1930' da Menemen'de Devlete Karşı ayaklanıp Genç Asteğmen Kubilay'ı şehit eden yobazları yargılayan Harp Divanının başkanlığını yaptı. Bir kısım Medyanın Mustafa Muğlalı düşmanlığının temelinde, bu mahkemenin reisliğini yapması yatmaktadır.
1931-1939 yıllarında 1. Ordu komutanlığı, iki kez Yüksek Askeri Şura üyeliği ve 1943-1945 yılları arasında da 3. Ordu Komutanlığı yaptı. Mustafa Muğlalı'nın haksızlığa uğramasına, 20 yıl hapse mahkum edilmesine yol açan olaylar bu görevi sırasında cereyan etmişti.
1940'lı yıllar... İkinci Dünya Savaşı yılları, ülkede yokluk yaşanıyor.İngiliz, Fransız, Alman,Rus ve İran casusları ülkede cirit atıyor. Doğu Anadolu ülkenin diğer kesimlerine nazaran daha karışıktır. Yabancı ülkeler lehine casusluk iddiaları hergün ilgili makamlara ulaşıyor. Devlet bölgede sıkıyönetim uyguladığı halde hırsızlık, kaçakçılık, eşkıyalık, soygunculuk, ırza tecavüz eylemleri engellenemiyor, casus mu, hain mi, eşkıya mı olduğu belli olmayan bazı gruplar, bölgede güvenlik sağlamak için canla başla çalışan askerleri de pusuya düşürerek şehit ediyorlar ve kendilerine kucak açan Irak ile İran'a kaçıp bir süre saklandıktan sonra tekrar bölgeye dönüp eylemlerine devam ediyorlardı.
Bu çeteler, Türkiye'den büyük ve küçükbaş hayvanları çalıyor, o sıralarda fiilen Rusların kontrolunda olan İran'a götürüp satıyorlardı. Bu eşkıyalar Rus ve İran makamlarınca da korunuyordu.
Bu eşkıya genelde iki nüfus kağıdı taşıyordu. İran'da İran, Türkiye'de Türk vatandaşı gözüküyorlardı. Bölge halkı bu eylemlerden dolayı canlarından bezmişlerdi. İnsanlar kendilerini nasıl koruyacakları nı bilemedikleri için orduya ve askere sığınıyorlardı...
Bölgedeki karışıklıklar artınca Orgeneral Mustafa Muğlalı, çok deneyimli ve disiplinli bir asker olduğu için Üçüncü Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı'na getirilir. Hayatı savaşlarda geçmiş olan Muğlalı Paşa işi çok sıkı tutar, canilere karşı amansız bir mücadele başlatır ve birtakım tedbirler alır. Bu tedirlerler arasında; Siirt'teki gezici Jandarma Taburu'nun bu bölgeye kaydırılması, çobanların silahlandırılması , gezici ekipler kurulması da vardı. Ayrıca, Paşa, eşkıyanın sınır ötesine kaçmasını önlemek için de emrindeki birliklere Irak ve İran'a kaçan eşkiyayı takip ve "gerekirse vur" emri verir.
1943 yılında Van'ın Özalp İlçesi'nin sınır bölgesinde İran'a kaçmaya çalışan bir grup, güvenlik güçleri tarafından sıkıştırılır. Çatışma çıkar ve dur emrine uymayan kürt eşkıyalardan 33 tanesi öldürülür..
Bu olaydan sonra bölgede az da olsa sükun sağlanır. Bölge halkı Paşa'ya minnettar. Bölge huzur ve sükun içinde... İçişleri Bakanlığınca, bölgede sükun sağlandığı için, Valiliğe, Jandarma komutanlığına teşekkür yazıları yazılır.
20.Aralık.1943 tarihinde Van Cezaevinde yatan İsmail Özay isimli bir mahkum, TBMM'ne yazdığı dilekçesinde; bu 33 kişinin kaçmalarının sözkonusu olmadığını, bilerek katledildiklerini iddia eder, olaydan yaralı olarak kurtulup İran'da yaşayan kardeşinin affedilmesini ve olayın tahkikini talep eder.
Adalet Bakanlığının Genelkurmay Başkanlığından kanunun adli takibinin yapılmasını ilişkin talebine karşı, Mareşal Fevzi Çakmak'ın verdiği yanıt yiğitçedir, Türk'çedir: "Ordu komutanı o günkü şartların gereğini yapmıştır. Memleketin yüksek menfaati için gerekli tedbirleri almıştır. Görevini yerine getiren bir komutanı mahkemeye veremem. Böyle şey olamaz." Fevzi Çakmak'tan sonra Genel Kurmay Başkanı olan Kazım Orbay'da aynı tavrı sürdürür.
1945 yılında 2. Dünya Savaşı sona erer. Her şey normale dönüşür .
1946 seçimleri sırasında bu olayı kendi lehlerine oya tahvil etmek isteyen siyasetçiler bu olayı saptırırlar. Bir taşla birkaç kuş vurulacaktır. İkinci dünya savaşı sırasında yabancı ajanların kaşıdıkları Kürtçülük çıbanı yeniden kaşınarak olay oya tahvil edilecek, Atatürk'ün yakın bir silah arkadaşı zor durumda bırakılarak, şuur altlarındaki Atatürk düşmanlığına dayanan aşağılık duygusu tatmin edilecek, Menemen olaylarında yargılamayı yapan kahraman bir asker yargılanarak gerici çevrelere Menemen’in rövanşının alındığının mesajı verilecektir.
1946 seçimlerinden sonra Meclis'e giren Demokrat Parti milletvekilleri bu olayı yeniden Meclis gündemine getirirler. Öne sürülen iddia şudur: "Çatışma sırasında öldüğü iddia edilen 33 insan masumdu ve kurşuna dizildiler." Kıyamet kopar...
Muhalefet milletvekilleri bu olaydan Cumhurbaşkanı İnönü ile Milli Savunma Bakanı Ali Rıza Artunkal, İçişleri Bakanı Hilmi Uran'ı sorumlu tutarlar. İktidar ise Demokrat Parti'nin derdinin 33 masum vatandaşın öldürülmesi değil, İnönü iktidarını yıpratmak ve oy toplamak olduğunu söyler.
Aylarca süren tartışmalardan sonra bu olay hakkında Mecliste araştırma komisyonu kurulur. Araştırma komisyonu o yılların olağanüstü şartlarını, o olay sayesinde sağlanan huzur ortamını, 33 eşkiyanın ülkeye zararlarını, Mustafa Muğlalı'nın ülke sevgisini, hiç dikkate almaz. Kin ve intikam duyguları içerisinde hareket eder. Araştırma komisyonu hiçbir siyasiye, hiçbir bürokrata suç yüklemez. Tek suçlu Orgeneral Mustafa Muğlalı ile Necdet Bilgez ve Bilal Bali isimli yedek subaylardır.
Meclis Araştırma komisyonu kararından sonra dava açılır ve 1947 yılında emekli olan kahraman Mustafa Muğlalı Paşa yargı önüne çıkarılır..
Mahkeme, 1943 yılının şartlarına, o tarihte bölgede cereyan eden olayların vahametine, o ortamın düşünce ve gereklerine göre değil 1948 yılının normal şartlarının havasına göre yürür. Muğlalı Paşa, yargılama boyunca bir Türk komutanına yaraşır şekilde bütün sorumluluğu üzerine alır ve zamanın hükümetini hiçbir şekilde suçlamaz;
"-Bu subaylara emri ben verdim, onların suçu yoktur. Yaptıklarım suç ise tek suçlu benim" der. Hakimin "Ya emrinizi yerine getirmeseydiler" sorusuna "O zaman şakileri kendim vururdum." yanıtını verir.
33 şakinin yok edilmesi sırasında “oh” diyenler, Muğlalı Paşa'yı takdir edenler, alkışlayanlar, başka bir havanın, başka hesapların insanı olmuşlardır. Oy kaygısı her şeyin önüne geçmiştir. Mustafa Muğlalı Paşa, Atatürk'ün silah arkadaşı olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bu olay karşısında parmağını bile kıpırdatmaz. Ve mahkeme sonucu gerçekten çok hazindir:
Hayatını Türk Ordusuna ve Türkiye Cumhuriyetine adamış olan Mustafa Muğlalı Paşa "33 masum(!) insanı öldürmek suçundan" idam cezasına çarptırılır....
İŞTE REZALETİN PERDESİ
Daha sonra cezası 20 yıl hapse çevrilir. 33 tane eşkıyaya hak ettiği cezayı verdiği için ödüllendirmesi gereken Mustafa Muğlalı Paşa, politik yalakalığın, siyaset oyunlarının kurbanı olur. Türk yargısının siyasi kararlarından birisi olan bu yargılama sonucunda, tek mahkumiyet Mustafa Muğlalı içindir. Başka hiçbir kimse ceza almaz... Mahkeme, eşkıya artıklarının ifadelerini Türk Askerinin ifadesine tercih etmiştir.
Mahkeme sonrası Askeri Yargıtay bu kararı bozar. İkinci bir mahkeme dönemi başlar ama bu sırada kahraman Türk Ordusu'nun bir neferi olan, bütün ömrünü Türk Yurdu'nun bağımsızlığına adayan Mustafa Muğlalı Paşa bu durumu hazmedemez; bulunduğu cezaevinde kahrından 11 Aralık 1951 tarihinde, 70 yaşında vefat eder.
Türk gibi düşünen tek kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri, Mustafa Muğlalı Paşa'nın naaşını Devlet Mezarlığına naklettirdi ve kahraman Türk komutanlarının heykellerinin yer aldığı Genelkurmay bahçesindeki Ölmezler Yolu'na O'nun heykelini diktirdi.
Nur içinde yat Paşam...
25 Aralık 2009 Cuma
ARALIK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 4
KİTABIN ADI : Kayıp Sembol
KİTABIN YAZARI : Dan Brown
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Petek Demir
KİTABIN YAYINEVİ : Altın Kitaplar
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 527
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 7/10 (Konusu itibariyle edebi olmamakla birlikte günümüzün eğlenceli uzun hikayesi sayılabilir.)
ÖNERİ : Dan Brown’ın önceki kitaplarını okumuş olanlar için, benzer kalıplarda, 24 saatlik bir zaman diliminde oluşan başdöndürücü gelişmeler, geriye dönüşlerle desteklenmiş, sağlam kurgulu, tüm detayları ustaca kurgulanmış, merak dozunu sürekli üst düzeyde tutan bir güncel roman. Yazar hrıstiyan batının tarihini çok iyi bildiğini görsel bir biçimde kanıtlıyor. Washington DC üzerinde çok detaylı bir çalışma yapmış. Mason tarihini ve sembollerini bilenler için büyük bir seyirlik hazırlamış. Bu detayları bilmeyenler için sıkıcı bir roman sayılabilir. Ama biliyor iseniz çok zevkle okuyacağınıza eminim. Kitap neden mi bahsediyor? Eeee. Okursunuz artık.
KİTABIN YAZARI : Dan Brown
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Petek Demir
KİTABIN YAYINEVİ : Altın Kitaplar
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 527
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 7/10 (Konusu itibariyle edebi olmamakla birlikte günümüzün eğlenceli uzun hikayesi sayılabilir.)
ÖNERİ : Dan Brown’ın önceki kitaplarını okumuş olanlar için, benzer kalıplarda, 24 saatlik bir zaman diliminde oluşan başdöndürücü gelişmeler, geriye dönüşlerle desteklenmiş, sağlam kurgulu, tüm detayları ustaca kurgulanmış, merak dozunu sürekli üst düzeyde tutan bir güncel roman. Yazar hrıstiyan batının tarihini çok iyi bildiğini görsel bir biçimde kanıtlıyor. Washington DC üzerinde çok detaylı bir çalışma yapmış. Mason tarihini ve sembollerini bilenler için büyük bir seyirlik hazırlamış. Bu detayları bilmeyenler için sıkıcı bir roman sayılabilir. Ama biliyor iseniz çok zevkle okuyacağınıza eminim. Kitap neden mi bahsediyor? Eeee. Okursunuz artık.
23 Aralık 2009 Çarşamba
TÜRK OLMAK
Amerika'dan bir vatandaşımızın (Türkiye'nin ABD Seattle Fahri Konsolosu olan Sn. J.Ufuk Gökçen) 'Türk olmak nasıl bir duygudur?' konulu yazısı.
Aslında çok şeydir, Türk olmak.
Türk olmak, Osmanlı'nın borcunu ödemektir. Hovarda babanın borçla yaşayan evladı gibi. Kosova'da ve Bosna'da, Batı Trakya'da ve Makedonya'da bilmem kaç asır geçmişte kalan meselelerin hesabını vermektir.
Türk olmak Kıbrıs'ta, Hocalı'da, Anadolu'da ve Balkanlar'da soykırıma uğrayıp, karşılığında yapmadığın soykırımla suçlanmaktır.
Türk olmak faşist olmaktır, vatanına, milletine, tarihine sahip çıktığında.
Türk olmak demokrat ve çağdaş olmaktır, vatanına, milletine, tarihine sövdüğünde.
Türk olmak lisanının Avrupa'da yasaklanmasıdır ve yine Türk olmak kendini ve derdini anlatamamaktır.
Avrupa'da hor görülmek Türk olmaktır, ataların bir çok asır önce Viyana'yı kuşattığı için ve hoş görülmemektir, tabii ki sadece kuşatıp; Napolyon gibi bütün Viyana'yı yakmadığın için.
Türk olmak Selanik'te Pontus Anıtı'nın, Viyana'da çiğnenen yeniçeri minberinin ve Malta'da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.
Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir. Üç kıtadan dönüp, bir küçük yarımadada misafir muamelesi görmektir. Sayısız imparatorluk kurmak Türk olmaktır, aynı zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.
Arabaya koşulan ilk atın vatanında, ilk yazılı antlaşmanın imzalandığı yurtta, yazının bulunduğu, paranın icat edildiği her metrekaresinden bereket fışkıran bu yurtta, kalkınmak için yabancı sermaye beklemektir.
Türk olmak; Truva'dan bu yana, Sümer'den bu yana serpilerek gelse de, tarihten eski bu topraklarda, bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen, bir haftalık hafıza ile yaşamaktır.
Doğu Roma'yı da Batı Roma'yı da yıkıp, yeni Roma olan AB'ye girmeye çalışmaktır Türk olmak.
Türk olmak, Mostar'da köprüdür, Kerkük'te kaledir, İstanbul'da Kızkulesi'dir, Anadolu'da buğdaydır, Çukurova'da pamuktur, Ege'de tütün, Karadeniz'de fındık, Trakya'da ayçiçeğidir. Türk olmak Çanakkale'de ölmektir. Çanakkale'de ölmeden önce düşmana su vermektir, onun yaralısını sırtında kendi hastanesine taşımaktır.
Düşmanın ardından rahmet okumak, kanlısından helallik almaktır.
Sabahları odana rahmet dolsun diye, camı açmaktır. Kar yağdığında kayak yapmayı değil, evsizleri düşünmektir. Balkon köşesine kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır. Yağmura rahmet, kara, bereket diye bakmaktır.
Türk olmak, harap bir ülkede, zengin ülkelerin müstemlekesini reddedip, tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile, paylaşacak ve sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen, yedi düvele meydan okumaktır.
Türk olmak askere davul-zurna ile uğurlanmaktır, belki de dönmeyeceğini bilerek.
Türk olmak, annenin şehit oğlunun ardından 'Bir oğlum daha olsun, onu da vatan için göndereceğim.' demesidir. Babanın gözyaşlarını tutarak, tabutuna son kez dokunurken 'Vatan sağ olsun!' demesidir.
Türk olmak 'Türk çayında radyasyon olmaz!' yalanları ile, 'Gusül abdesti alana AIDS bulaşmaz!' dolanları ile yaşamaktır.
Her hükümetin enkaz devraldığı, ama asla ardında enkaz bırakmadığı ülkede olmaktır.
Türk olmak, ecdadın yaşadığı kıtlıktan dolayı, çayın yanında gelen şekerden fazla olanı garsona geri vermektir. Aynı nedenle Türk olmak, yemeği ziyan etmekten korkmaktır. Göz hakkına, diş kirasına saygıdır.
Türk olmak, evindeki bir kap aşın yarısını tanrı misafirine vermektir. Kendi yerde, misafiri döşekte yatırmaktır Türk olmak.
Türk olmak, milli maçta ağlamaktır. Ayhan Işık'a, Belgin Doruk'a aşık olmaktır.
Türk olmak, aşkını ölesiye sevmektir. Aşkı için ölmektir, öldürmektir. Sevdiceğinin elini bir kez tutamadan, toprağa girmektir.
En güzel aşk şiirlerini yüreğinde hissetmektir. Eşkiyaya türkü yakmaktır, Türk olmak. Milletine sövmektir, ama başkasına sövdürmemektir, Türk olmak.
Türk olmak Yunus'u bilmektir, Aşık Veysel'i sevmektir. Mevlana'yı, Hacı Bektaş-ı Veli'yi ve Hoca Yesevi’yi tek bir satırını okumasa da yüreğinde taşımaktır.
Türk olmak, saz çaldığında, ney üflendiğinde, kös dövüldüğünde ve kaval çaldığında, yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir, bir de Yemen Türküsü'nde...
Hayatın sana verdiklerine 'Nasip', vermediklerine 'Kısmet' demektir. Her işin 'Hayırlısına' inanmaktır ve ağlamamak için çok gülmekten çekinmektir.
Türk olmak, Asya'da batılı, Avrupa'da doğulu diye tepki görmektir.
Irk sözünü bilmeden yaşamak, yaradılanı Yaradandan ötürü sevmektir.
Magazin programları ile dizilerin arasına sıkışsa da, silkinip üzerindeki ölü toprağını atabilmektir.
Türk olmak, mahalle maçı için aynı saatte, on kişi buluşamazken, milyon kişinin bir araya gelmesidir.
Tavla oynarken bile kavga ederken, milyon kişinin kavga etmeden gösteri yapabilmesidir. Türk olmak, buhran zamanında Arjantin'de de mağazalar yağmalanırken, daha ağır buhranda sıraya girerek, sorumlusuna en ağır cezayı tek bir cam kırmadan sandıkta kesmektir.
Türk olmak en zayıf gününde bile dünyaya meydan okumak, en dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek tevekkül göstermektir.
Zor iştir Türk olmak. Türk olmak Anadolu'da her düşen yağmur damlasına hamdetmek, her çıkan başak için şükretmektir.
Türk olmak, medeniyetler mezarlığı Anadolu'da dik durabilmektir.
Aslında çok şeydir, Türk olmak.
Türk olmak, Osmanlı'nın borcunu ödemektir. Hovarda babanın borçla yaşayan evladı gibi. Kosova'da ve Bosna'da, Batı Trakya'da ve Makedonya'da bilmem kaç asır geçmişte kalan meselelerin hesabını vermektir.
Türk olmak Kıbrıs'ta, Hocalı'da, Anadolu'da ve Balkanlar'da soykırıma uğrayıp, karşılığında yapmadığın soykırımla suçlanmaktır.
Türk olmak faşist olmaktır, vatanına, milletine, tarihine sahip çıktığında.
Türk olmak demokrat ve çağdaş olmaktır, vatanına, milletine, tarihine sövdüğünde.
Türk olmak lisanının Avrupa'da yasaklanmasıdır ve yine Türk olmak kendini ve derdini anlatamamaktır.
Avrupa'da hor görülmek Türk olmaktır, ataların bir çok asır önce Viyana'yı kuşattığı için ve hoş görülmemektir, tabii ki sadece kuşatıp; Napolyon gibi bütün Viyana'yı yakmadığın için.
Türk olmak Selanik'te Pontus Anıtı'nın, Viyana'da çiğnenen yeniçeri minberinin ve Malta'da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.
Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir. Üç kıtadan dönüp, bir küçük yarımadada misafir muamelesi görmektir. Sayısız imparatorluk kurmak Türk olmaktır, aynı zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.
Arabaya koşulan ilk atın vatanında, ilk yazılı antlaşmanın imzalandığı yurtta, yazının bulunduğu, paranın icat edildiği her metrekaresinden bereket fışkıran bu yurtta, kalkınmak için yabancı sermaye beklemektir.
Türk olmak; Truva'dan bu yana, Sümer'den bu yana serpilerek gelse de, tarihten eski bu topraklarda, bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen, bir haftalık hafıza ile yaşamaktır.
Doğu Roma'yı da Batı Roma'yı da yıkıp, yeni Roma olan AB'ye girmeye çalışmaktır Türk olmak.
Türk olmak, Mostar'da köprüdür, Kerkük'te kaledir, İstanbul'da Kızkulesi'dir, Anadolu'da buğdaydır, Çukurova'da pamuktur, Ege'de tütün, Karadeniz'de fındık, Trakya'da ayçiçeğidir. Türk olmak Çanakkale'de ölmektir. Çanakkale'de ölmeden önce düşmana su vermektir, onun yaralısını sırtında kendi hastanesine taşımaktır.
Düşmanın ardından rahmet okumak, kanlısından helallik almaktır.
Sabahları odana rahmet dolsun diye, camı açmaktır. Kar yağdığında kayak yapmayı değil, evsizleri düşünmektir. Balkon köşesine kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır. Yağmura rahmet, kara, bereket diye bakmaktır.
Türk olmak, harap bir ülkede, zengin ülkelerin müstemlekesini reddedip, tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile, paylaşacak ve sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen, yedi düvele meydan okumaktır.
Türk olmak askere davul-zurna ile uğurlanmaktır, belki de dönmeyeceğini bilerek.
Türk olmak, annenin şehit oğlunun ardından 'Bir oğlum daha olsun, onu da vatan için göndereceğim.' demesidir. Babanın gözyaşlarını tutarak, tabutuna son kez dokunurken 'Vatan sağ olsun!' demesidir.
Türk olmak 'Türk çayında radyasyon olmaz!' yalanları ile, 'Gusül abdesti alana AIDS bulaşmaz!' dolanları ile yaşamaktır.
Her hükümetin enkaz devraldığı, ama asla ardında enkaz bırakmadığı ülkede olmaktır.
Türk olmak, ecdadın yaşadığı kıtlıktan dolayı, çayın yanında gelen şekerden fazla olanı garsona geri vermektir. Aynı nedenle Türk olmak, yemeği ziyan etmekten korkmaktır. Göz hakkına, diş kirasına saygıdır.
Türk olmak, evindeki bir kap aşın yarısını tanrı misafirine vermektir. Kendi yerde, misafiri döşekte yatırmaktır Türk olmak.
Türk olmak, milli maçta ağlamaktır. Ayhan Işık'a, Belgin Doruk'a aşık olmaktır.
Türk olmak, aşkını ölesiye sevmektir. Aşkı için ölmektir, öldürmektir. Sevdiceğinin elini bir kez tutamadan, toprağa girmektir.
En güzel aşk şiirlerini yüreğinde hissetmektir. Eşkiyaya türkü yakmaktır, Türk olmak. Milletine sövmektir, ama başkasına sövdürmemektir, Türk olmak.
Türk olmak Yunus'u bilmektir, Aşık Veysel'i sevmektir. Mevlana'yı, Hacı Bektaş-ı Veli'yi ve Hoca Yesevi’yi tek bir satırını okumasa da yüreğinde taşımaktır.
Türk olmak, saz çaldığında, ney üflendiğinde, kös dövüldüğünde ve kaval çaldığında, yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir, bir de Yemen Türküsü'nde...
Hayatın sana verdiklerine 'Nasip', vermediklerine 'Kısmet' demektir. Her işin 'Hayırlısına' inanmaktır ve ağlamamak için çok gülmekten çekinmektir.
Türk olmak, Asya'da batılı, Avrupa'da doğulu diye tepki görmektir.
Irk sözünü bilmeden yaşamak, yaradılanı Yaradandan ötürü sevmektir.
Magazin programları ile dizilerin arasına sıkışsa da, silkinip üzerindeki ölü toprağını atabilmektir.
Türk olmak, mahalle maçı için aynı saatte, on kişi buluşamazken, milyon kişinin bir araya gelmesidir.
Tavla oynarken bile kavga ederken, milyon kişinin kavga etmeden gösteri yapabilmesidir. Türk olmak, buhran zamanında Arjantin'de de mağazalar yağmalanırken, daha ağır buhranda sıraya girerek, sorumlusuna en ağır cezayı tek bir cam kırmadan sandıkta kesmektir.
Türk olmak en zayıf gününde bile dünyaya meydan okumak, en dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek tevekkül göstermektir.
Zor iştir Türk olmak. Türk olmak Anadolu'da her düşen yağmur damlasına hamdetmek, her çıkan başak için şükretmektir.
Türk olmak, medeniyetler mezarlığı Anadolu'da dik durabilmektir.
22 Aralık 2009 Salı
ZAMAN PARADOKSU
George Carlin Amerika'da 70 ve 80 li yılların bir komedyeni idi. Biraz ağzı bozuk olarak bilinirdi. 11 Eylül'den ve karısının ölümünden sonra şöyle yazmıştı. Tarih içinde zamanımızın paradoksunu şöyle sıralayabiliriz :
Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var. Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var. Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.
Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık. Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz. Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz. Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.
Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız. Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.
Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var. Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var. Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.
Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık. Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz. Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz. Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.
Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız. Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.
21 Aralık 2009 Pazartesi
ARALIK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 3
KİTABIN ADI : Türkler nasıl Müslüman oldular
KİTABIN YAZARI : Cloude Cahen
KİTABIN ÇEVİRMENİ : T.Andaç-N.Uğurlu
KİTABIN YAYINEVİ : Örgün Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2008
KİTABIN BASKI SAYISI : 2. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 517
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 9/10 (Az sayıda dizgi hataları var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10 (Konusu itibariyle özgün ve bilgilendirici)
ÖNERİ : Her ne kadar Türklerin islamiyete geçişi anlatır bir isme sahipse de kitap genel olarak islamiyetin ve arap tarihinin, ilk 500 yılının ayrıntılı bir derlemesini veriyor. Türklerden bahseden kısım yaklaşık son 100 sayfanın içinde. Ancak anlatım genel ifadelerin ötesine geçmiyor. Daha çok, Türklerin İslam tarihine girmeye başlaması ve yönlenmesinde aldığı rol yönüyle bir anlatıma sahip. Bu dar anlatım kitabın gerçek değerini ortadan kaldırmıyor. İslamiyetin ilk gelişimini, Sünni, Şii ayrışmasını, mezhepleri merak edenler için çok özgün bilgiler var. Tarafsız bir gözle yapılan anlatımı eseri çok anlamlı kılıyor. Meraklısına öneririm.
KİTABIN YAZARI : Cloude Cahen
KİTABIN ÇEVİRMENİ : T.Andaç-N.Uğurlu
KİTABIN YAYINEVİ : Örgün Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2008
KİTABIN BASKI SAYISI : 2. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 517
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 9/10 (Az sayıda dizgi hataları var)
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10 (Konusu itibariyle özgün ve bilgilendirici)
ÖNERİ : Her ne kadar Türklerin islamiyete geçişi anlatır bir isme sahipse de kitap genel olarak islamiyetin ve arap tarihinin, ilk 500 yılının ayrıntılı bir derlemesini veriyor. Türklerden bahseden kısım yaklaşık son 100 sayfanın içinde. Ancak anlatım genel ifadelerin ötesine geçmiyor. Daha çok, Türklerin İslam tarihine girmeye başlaması ve yönlenmesinde aldığı rol yönüyle bir anlatıma sahip. Bu dar anlatım kitabın gerçek değerini ortadan kaldırmıyor. İslamiyetin ilk gelişimini, Sünni, Şii ayrışmasını, mezhepleri merak edenler için çok özgün bilgiler var. Tarafsız bir gözle yapılan anlatımı eseri çok anlamlı kılıyor. Meraklısına öneririm.
18 Aralık 2009 Cuma
ÖĞRET O'NA
Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretibilirsen O'na,kazanılanılan bir liranın, bulunan beş liradan daha değerli olduğunu öğret.
Kaybetmeyi öğret O'na ve hem de kazanmaktan neşe duymayı.
Kıskançlıktan uzaklara yönelt O'nu, eğer yapabilirsen.
Sessiz kahkahaların gizemini öğret O'na.
Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını...
Eğer yapabilirsen, O'na kitapların mucizelerini öğret.
Fakat O'na sessiz zamanlarda tanı, gökyüzündeki kuşların,güneşin altındaki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği..
Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret O'na...
O'na kendi fikirlerine inanmasını öğret.Herkes O'na yanlış olduğunu söylediğinde dahi...
Tüm insanları dinlemesini öğret O'na,Fakat tüm söylediklerini, gerçeğin eleğinden geçirmesini, ve sadece iyi olanları almasını da öğret.
Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret O'na...
Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.
O'na kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını,fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.
Uğultulu bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret O'na.
Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa, dimdik dikilip savaşmasını öğret.
"Abraham Lincoln tarafından oğlunun öğretmenine yazılmış mektup."
Kaybetmeyi öğret O'na ve hem de kazanmaktan neşe duymayı.
Kıskançlıktan uzaklara yönelt O'nu, eğer yapabilirsen.
Sessiz kahkahaların gizemini öğret O'na.
Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını...
Eğer yapabilirsen, O'na kitapların mucizelerini öğret.
Fakat O'na sessiz zamanlarda tanı, gökyüzündeki kuşların,güneşin altındaki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği..
Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret O'na...
O'na kendi fikirlerine inanmasını öğret.Herkes O'na yanlış olduğunu söylediğinde dahi...
Tüm insanları dinlemesini öğret O'na,Fakat tüm söylediklerini, gerçeğin eleğinden geçirmesini, ve sadece iyi olanları almasını da öğret.
Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret O'na...
Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.
O'na kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını,fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.
Uğultulu bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret O'na.
Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa, dimdik dikilip savaşmasını öğret.
"Abraham Lincoln tarafından oğlunun öğretmenine yazılmış mektup."
17 Aralık 2009 Perşembe
RAKINAME
*Rakıyı güneş battıktan sonra, yavaş yavaş ve muhabbet eşliğinde içmeli...
*Rakıdan küçük küçük yudumlar alınır... Bülent Ersoy öyle içiyor diye bir dikişte bir duble rakıyı içmek makbul değildir...
*Buz gibi şişeden bardağa çevire çevire dökülür ve o nefis kokunun daha fazla yayılması sağlanır...
*Bardağa konulan rakının yarısı kadar su konması makbuldür...
*İlk yudumu aldıktan sonra ağızda bekletip, dişlerin arasından derin bir nefes alınırki akciğerler de nasibini alsın...
*Masada yaşça en büyük kişi rakı kadehini tokuşturmak için kaldırmadan rakı kadehleri masadan kalkmaz...
*Rakı sofrasında planlı, programlı ciddi işler konuşulmaz. Geyik muhabbeti yapılır, memleket kurtarılır, anılar tazelenir, dedikodu yapılır...
*Sigara küllüğüne zeytin çekirdeği, sıkılmış limon kabuğu konmaz...
*İçilen kahve fincanında, tabağında sigara söndürülmez...
*Rakı kadehine önce rakı, sonra su, daha sonra da (konmasa daha iyi olur ama) buz konur... *Bu sırayı bozarsanız, anason kadehin üzerine çıkar, rakının hem tadı hem keyfi kaçar... Rakıdan anlayanların, Antalya meyhanelerinde garsonluğa soyunanlara bunu anlatması gerekir... *İcmeye başlamadan önce aperatif birşeyler yenmelidir. Favori zeytinyağlılardır. Zeytinyağı, mide dolmaya başladıkça üste çıkarak, alkolün genzinize doğru gelmesini engeller...
*Rakıya buz koymak yanlıştır. Buz rakının içindeki suyla alkolü aynı oranda etkilemediği için daha seyrek olan alkol üste çıkar. İdeal karışım bozulmuş olur. En uygunu rakıya soğuk su koymaktır...
*Rakı sofrasında kadeh yalnızca bir defa tokuşturulur. Hadi bakalım hoşgeldiniz vs. falan diye...
*Bundan sonra kadeh tokuşturulmaz sadece kaldırılır...
*Masaya yeni birisi eklendiğinde ise tekrar kadeh tokuşturulabilir...
*Rakı şalgam suyuyla içilmez!... (taslağa dahil değil)
*Mezesiz rakı içilmez. Ben akşamcıyım, öyle bir kadehlik keyfim var diyorsanız gidin bira filan için...
*Şişe numarasının önemi yoktur. Zira ilk damıtılan rakı, 01 numaraya denk gelmez...
*Rakı masasına avuç içiyle ya da yumrukla vurulmaz...
*Bağıra çağıra, Böğüre öğüre konuşulmaz... Sakin olmak, efendi takılmak gerek...
Önce kendine gel, sonra meyhaneye Kalender ol da gir kalenderhaneye Bu yol kendini yenmişlerin yoludur Çiğsen başka bir yere git eğlenmeye
*Rakı bardağı boş beklemez... Evet masadan kalkarken bile dibinde biraz bırakılır...
*Usul, adap bilen en genç kişinin saki olması adettendir, büyüklere (ki büyüklük kavramı orada anlam bulur) sakilik yaptırılmaz... Ev sahibi olsa bile...
*Şişede kalan son rakı damlasına kadar eşit paylaştırılır, daha da içmek isteniyorsa bu paylaştırma ritüeline girilmeden yenisi sipariş edilir...
*Rakı sizi ne zaman sarhoş edeceğini zamanında söyleyen bir içkidir, bunu farkettiğiniz zaman yanınızdakilere söylemeli, ya da izin isteyip kalkıp gitmelisiniz, ama eğer sizin kalkmanız masayı dağıtacaksa ölseniz bile orayı terketmeyin... Çünkü rakı masasından tuvalete gitmek için bile zar zor kalkılır, hoş karşılanmaz...
*Rakı masasında bira, şarap gibi başka alkollü içecekler (masada sosyetik hanımefendiler olsa dahi) olmaz...
*Her nevi ızgara balık (çupra, levrek, istrongilos) uğurlu yemeği, hususi nihavend ve rast makamından sanat musikisi eserleri uğurlu nağmesi, akordeon, keman ve ud da uğurlu çalgısı olan rakının, uğurlu cl'si 70'dir...
*Rakı yanlız başına içilen bir içki değil, meze ile birlikte yavaş (sindire sindire) içilen bir içkidir...
*Mide ve beyne belirli bir etki yaptıktan sonra insan keyiflenir ve güzel sohbetlere yönelir... *Yani hem anlatır hem dinler... Böylece rakı sofrası en az iki kişinin katıldığı toplu bir eylem, karşılıklı konuşmalara dayandığı için demokratik bir forum, evrensel ve kişisel sorunların ortaya getirildiği, fikir alıp verilen, insanın kendisi ile yüksek sesle düşünerek hesaplaştığı bir tür psikolojik grup terapisi olmaktadır...
*Unutulmamalıdır ki rakı sofrası saygın bir cemiyettir.. . Buraya katılan hem bu meclise kabul edildiği için saygı gören bir kişiliğe sahip demektir hem de diğerlerine karşı saygılı olmak zorundadır...
*Herhangi bir marka rakı içilirken başka bir markayı övmemek önemlidir, aksi yapıldığında, o an yudumlanan nimete hakarette bulunulmaktadır, yanlıştır...
*En büyük mezesi muhabbettir. .. Muhabbet konusu "bi kız vardı, 5 yıl sevdim, yüzüme bile bakmadı" gibi duygusal ağırlıklı olabileceği gibi,"bu güneş niye hep doğudan doğuyo batıdan batıyo?" gibi yarı-felsefi konular da olabilir...
*Tam yağlı koyun peynirinin üzerine kırmızı toz biberle renklendirilmiş sarımsaklı zeytinyaği süslemesi... Turşu gibi ekşi mezelerde yine rakının kendine has tatlı nefasetini dengeler, damarlarınızı büzer, anasonla dost olur, buna misal olarak dağ lahanası turşusu verilebilir. ..
Yarasın
RAKINAME
içmesini bilene
zevk-u sefadır.
içmeyi bilmeyene
cevr-ü cefadır rakı.
bir münasip mikdarı muhabbet
anahtarı kaçırırsan
ayarı cana ezadır rakı.
ne dert kalır, ne keder,
içeni mes’ut eder.
içebilirsen eğer ruha ciladır rakı.
ham ervahsan yanaşma
arifsen ondan şaşma,
iç ama, haddi aşma
ferahfezadır rakı.
yarattığı ahengi,
ne saz verir ne çengi,
terbiyenin mihengi
dense sezadır rakı.
beyaz peynir, domates,
yanına bir kavun kes,
çiğ köfteyle ne enfes
bir iptiladır rakı.
biraz tuzlu leblebi,
kadehin billur leb’i,
dudakları öpmeli,
yoksa hebadır rakı.
ehli kemal olana zevkle
hem hal olana,
sohbette tad bulana,
yar- ı vefadır rakı.
misten ala kokusu,
ana sütü gibi su,
şu ki sözün doğrusu
müstesna madır rakı.
dost bezminde sohbette
neşe-i muhabbette
her manevi lezzete
bir vasıtadır rakı.
nükte, cinas anlayan
ahengi-i bezme uyan,
içip zırvalamayan,
işte onadır rakı.
eşek içince zırlar,
köpek içerse hırlar
kedi içse tırmalar,
insanlaradır rakı.
al kadehi eline,
dokun gönül teline,
muhabbet alemine,
bir merhabadır rakı.
adabı, erkanı var,
zamanı mekanı var,
kimin ki izanı var,
ona şifadır rakı.
gönül dargınlarına,
vefa kırgınlarına,
hayat yorgunlarına,
haza devadır rakı.
mirkelamoğlu der ki:
had bilmezsen eğer ki,
öyle rüsva eder ki,
başa beladır rakı.
- necip mirkelamoğlu -
(Alıntıdır. Derleyenin ağzına sağlık)
*Rakıdan küçük küçük yudumlar alınır... Bülent Ersoy öyle içiyor diye bir dikişte bir duble rakıyı içmek makbul değildir...
*Buz gibi şişeden bardağa çevire çevire dökülür ve o nefis kokunun daha fazla yayılması sağlanır...
*Bardağa konulan rakının yarısı kadar su konması makbuldür...
*İlk yudumu aldıktan sonra ağızda bekletip, dişlerin arasından derin bir nefes alınırki akciğerler de nasibini alsın...
*Masada yaşça en büyük kişi rakı kadehini tokuşturmak için kaldırmadan rakı kadehleri masadan kalkmaz...
*Rakı sofrasında planlı, programlı ciddi işler konuşulmaz. Geyik muhabbeti yapılır, memleket kurtarılır, anılar tazelenir, dedikodu yapılır...
*Sigara küllüğüne zeytin çekirdeği, sıkılmış limon kabuğu konmaz...
*İçilen kahve fincanında, tabağında sigara söndürülmez...
*Rakı kadehine önce rakı, sonra su, daha sonra da (konmasa daha iyi olur ama) buz konur... *Bu sırayı bozarsanız, anason kadehin üzerine çıkar, rakının hem tadı hem keyfi kaçar... Rakıdan anlayanların, Antalya meyhanelerinde garsonluğa soyunanlara bunu anlatması gerekir... *İcmeye başlamadan önce aperatif birşeyler yenmelidir. Favori zeytinyağlılardır. Zeytinyağı, mide dolmaya başladıkça üste çıkarak, alkolün genzinize doğru gelmesini engeller...
*Rakıya buz koymak yanlıştır. Buz rakının içindeki suyla alkolü aynı oranda etkilemediği için daha seyrek olan alkol üste çıkar. İdeal karışım bozulmuş olur. En uygunu rakıya soğuk su koymaktır...
*Rakı sofrasında kadeh yalnızca bir defa tokuşturulur. Hadi bakalım hoşgeldiniz vs. falan diye...
*Bundan sonra kadeh tokuşturulmaz sadece kaldırılır...
*Masaya yeni birisi eklendiğinde ise tekrar kadeh tokuşturulabilir...
*Rakı şalgam suyuyla içilmez!... (taslağa dahil değil)
*Mezesiz rakı içilmez. Ben akşamcıyım, öyle bir kadehlik keyfim var diyorsanız gidin bira filan için...
*Şişe numarasının önemi yoktur. Zira ilk damıtılan rakı, 01 numaraya denk gelmez...
*Rakı masasına avuç içiyle ya da yumrukla vurulmaz...
*Bağıra çağıra, Böğüre öğüre konuşulmaz... Sakin olmak, efendi takılmak gerek...
Önce kendine gel, sonra meyhaneye Kalender ol da gir kalenderhaneye Bu yol kendini yenmişlerin yoludur Çiğsen başka bir yere git eğlenmeye
*Rakı bardağı boş beklemez... Evet masadan kalkarken bile dibinde biraz bırakılır...
*Usul, adap bilen en genç kişinin saki olması adettendir, büyüklere (ki büyüklük kavramı orada anlam bulur) sakilik yaptırılmaz... Ev sahibi olsa bile...
*Şişede kalan son rakı damlasına kadar eşit paylaştırılır, daha da içmek isteniyorsa bu paylaştırma ritüeline girilmeden yenisi sipariş edilir...
*Rakı sizi ne zaman sarhoş edeceğini zamanında söyleyen bir içkidir, bunu farkettiğiniz zaman yanınızdakilere söylemeli, ya da izin isteyip kalkıp gitmelisiniz, ama eğer sizin kalkmanız masayı dağıtacaksa ölseniz bile orayı terketmeyin... Çünkü rakı masasından tuvalete gitmek için bile zar zor kalkılır, hoş karşılanmaz...
*Rakı masasında bira, şarap gibi başka alkollü içecekler (masada sosyetik hanımefendiler olsa dahi) olmaz...
*Her nevi ızgara balık (çupra, levrek, istrongilos) uğurlu yemeği, hususi nihavend ve rast makamından sanat musikisi eserleri uğurlu nağmesi, akordeon, keman ve ud da uğurlu çalgısı olan rakının, uğurlu cl'si 70'dir...
*Rakı yanlız başına içilen bir içki değil, meze ile birlikte yavaş (sindire sindire) içilen bir içkidir...
*Mide ve beyne belirli bir etki yaptıktan sonra insan keyiflenir ve güzel sohbetlere yönelir... *Yani hem anlatır hem dinler... Böylece rakı sofrası en az iki kişinin katıldığı toplu bir eylem, karşılıklı konuşmalara dayandığı için demokratik bir forum, evrensel ve kişisel sorunların ortaya getirildiği, fikir alıp verilen, insanın kendisi ile yüksek sesle düşünerek hesaplaştığı bir tür psikolojik grup terapisi olmaktadır...
*Unutulmamalıdır ki rakı sofrası saygın bir cemiyettir.. . Buraya katılan hem bu meclise kabul edildiği için saygı gören bir kişiliğe sahip demektir hem de diğerlerine karşı saygılı olmak zorundadır...
*Herhangi bir marka rakı içilirken başka bir markayı övmemek önemlidir, aksi yapıldığında, o an yudumlanan nimete hakarette bulunulmaktadır, yanlıştır...
*En büyük mezesi muhabbettir. .. Muhabbet konusu "bi kız vardı, 5 yıl sevdim, yüzüme bile bakmadı" gibi duygusal ağırlıklı olabileceği gibi,"bu güneş niye hep doğudan doğuyo batıdan batıyo?" gibi yarı-felsefi konular da olabilir...
*Tam yağlı koyun peynirinin üzerine kırmızı toz biberle renklendirilmiş sarımsaklı zeytinyaği süslemesi... Turşu gibi ekşi mezelerde yine rakının kendine has tatlı nefasetini dengeler, damarlarınızı büzer, anasonla dost olur, buna misal olarak dağ lahanası turşusu verilebilir. ..
Yarasın
RAKINAME
içmesini bilene
zevk-u sefadır.
içmeyi bilmeyene
cevr-ü cefadır rakı.
bir münasip mikdarı muhabbet
anahtarı kaçırırsan
ayarı cana ezadır rakı.
ne dert kalır, ne keder,
içeni mes’ut eder.
içebilirsen eğer ruha ciladır rakı.
ham ervahsan yanaşma
arifsen ondan şaşma,
iç ama, haddi aşma
ferahfezadır rakı.
yarattığı ahengi,
ne saz verir ne çengi,
terbiyenin mihengi
dense sezadır rakı.
beyaz peynir, domates,
yanına bir kavun kes,
çiğ köfteyle ne enfes
bir iptiladır rakı.
biraz tuzlu leblebi,
kadehin billur leb’i,
dudakları öpmeli,
yoksa hebadır rakı.
ehli kemal olana zevkle
hem hal olana,
sohbette tad bulana,
yar- ı vefadır rakı.
misten ala kokusu,
ana sütü gibi su,
şu ki sözün doğrusu
müstesna madır rakı.
dost bezminde sohbette
neşe-i muhabbette
her manevi lezzete
bir vasıtadır rakı.
nükte, cinas anlayan
ahengi-i bezme uyan,
içip zırvalamayan,
işte onadır rakı.
eşek içince zırlar,
köpek içerse hırlar
kedi içse tırmalar,
insanlaradır rakı.
al kadehi eline,
dokun gönül teline,
muhabbet alemine,
bir merhabadır rakı.
adabı, erkanı var,
zamanı mekanı var,
kimin ki izanı var,
ona şifadır rakı.
gönül dargınlarına,
vefa kırgınlarına,
hayat yorgunlarına,
haza devadır rakı.
mirkelamoğlu der ki:
had bilmezsen eğer ki,
öyle rüsva eder ki,
başa beladır rakı.
- necip mirkelamoğlu -
(Alıntıdır. Derleyenin ağzına sağlık)
16 Aralık 2009 Çarşamba
MATEMATiK BU iŞTE:
Matematikçiler nelerle uğraşıyor.... manyak mı, ne bunlar yahu.
Önce hesap makinenizi hazır edin.
Cep telefonunuzun ilk 3 rakamını yazın, ( alan kodu kullanmayınız! )
Bu 3 basamaklı sayıyı 80 ile çarpın,
1 ekleyin,
sonucu 250 ile çarpın.
Cep telefonunuzun son 4 rakamından oluşan 4 haneli sayıyı ekleyin,
aynı 4 haneli sayıyı bir daha ekleyin,
250 çıkartın
ve 2 ye bölün...
VEEE, SAKIN ÇIĞLIK ATMAYIN
Önce hesap makinenizi hazır edin.
Cep telefonunuzun ilk 3 rakamını yazın, ( alan kodu kullanmayınız! )
Bu 3 basamaklı sayıyı 80 ile çarpın,
1 ekleyin,
sonucu 250 ile çarpın.
Cep telefonunuzun son 4 rakamından oluşan 4 haneli sayıyı ekleyin,
aynı 4 haneli sayıyı bir daha ekleyin,
250 çıkartın
ve 2 ye bölün...
VEEE, SAKIN ÇIĞLIK ATMAYIN
15 Aralık 2009 Salı
ARALIK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 2
KİTABIN ADI : Cumhuriyet (1. Cilt)
KİTABIN YAZARI : Turgut Özakman
KİTABIN ÇEVİRMENİ : -
KİTABIN YAYINEVİ : Bilgi Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 23. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 344
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10 (Cumhuriyet ve yakın tarihimiz açısından çok önemli bir kitap)
ÖNERİ : Üçlemenin son bölümünde Cumhuriyet ve kuruluş anlatılıyor. Kanımca Türk insanının başucu kitabı olmalı. Ne zaman bunaldığınızda, sıkıldığınızda, umutsuzluğa düştüğünüzde yeniden okumalı ve Mustafa Kemal’in, inanılmaz direnç ve cesaretini, kararlılığını tekrar görüp yeni baştan inancınızı tazelemenizi sağlayacaktır. Ulusal kurtuluşumuz gibi, yıllar geçse de aynı tazeliğini koruyacak bir kitap. Her Türk evladı tarafından mutlaka okunması ve kitaplığınızda gururla bulundurulması gerekir.
KİTABIN YAZARI : Turgut Özakman
KİTABIN ÇEVİRMENİ : -
KİTABIN YAYINEVİ : Bilgi Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 23. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 344
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10 (Cumhuriyet ve yakın tarihimiz açısından çok önemli bir kitap)
ÖNERİ : Üçlemenin son bölümünde Cumhuriyet ve kuruluş anlatılıyor. Kanımca Türk insanının başucu kitabı olmalı. Ne zaman bunaldığınızda, sıkıldığınızda, umutsuzluğa düştüğünüzde yeniden okumalı ve Mustafa Kemal’in, inanılmaz direnç ve cesaretini, kararlılığını tekrar görüp yeni baştan inancınızı tazelemenizi sağlayacaktır. Ulusal kurtuluşumuz gibi, yıllar geçse de aynı tazeliğini koruyacak bir kitap. Her Türk evladı tarafından mutlaka okunması ve kitaplığınızda gururla bulundurulması gerekir.
14 Aralık 2009 Pazartesi
ERFELEK ŞELALELERİ (ERFELEK WATERFALLS) SİNOP - TÜRKİYE
Sinop'a varmadan hemen önce Erfelek ilçesi'ne saptığınızda ilçenin çıkışından bir müddet sonra Erfelek Baraj'ına geliyorsunuz. Oldukça bozuk bir yol ile yaklaşık 5 kilometre kadar çevresini dolaşıyorsunuz. (Gittiğimiz tarihte yol yapım çalışmaları sürmekte idi. Tamamlanmış olması halinde çok güçlük çekmeden ulaşabilirsiniz) Küçük bir derenin yamacında tahta bir köprüden karşıya geçtiğinizde ilk ve en büyük şelaleye ulaşıyorsunuz. Hemen girişte salaş bir tesiste dinlenme şansınız var. İlk şelaleyi karşınıza aldığınızda soldan basamaklı ve hızla yükselen bir patikadan çıkarak, sürekli su sesini takibederek doğanın içinde 18. şelaleye kadar güzel bir yürüyüş rotası bulunmakta. Yolunuz üzerinde şaşırtıcı minik şelaleler, muhteşem bir doğa ve uygun spor malzemeleri ile gittiğinizde 1-2 saatlik bir yürüyüş sizi bekliyor. Rahat bir yürüyüş için yağışsız ve iyi bir havayı tercihiz ediniz. Haydi Türkiye'yi keşfe...
10 Aralık 2009 Perşembe
ARALIK AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 1
KİTABIN ADI : 6 Ay
KİTABIN YAZARI : Alev Coşkun
KİTABIN ÇEVİRMENİ : -
KİTABIN YAYINEVİ : Cumhuriyet Kitapları
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 13. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 448
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10 (Cumhuriyet ve yakın tarihimiz açısından çok önemli bir araştırma)
ÖNERİ : Mustafa Kemal’in, direniş savaşı hazırlıklarını gün gün araştıran, düşüncelerinin nasıl yoğunlaştığını gösteren bu eserin her Türk evladı tarafından mutlaka okunması ve kitaplığınızda gururla bulundurulması gerekir.
KİTABIN YAZARI : Alev Coşkun
KİTABIN ÇEVİRMENİ : -
KİTABIN YAYINEVİ : Cumhuriyet Kitapları
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 13. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 448
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 10/10 (Cumhuriyet ve yakın tarihimiz açısından çok önemli bir araştırma)
ÖNERİ : Mustafa Kemal’in, direniş savaşı hazırlıklarını gün gün araştıran, düşüncelerinin nasıl yoğunlaştığını gösteren bu eserin her Türk evladı tarafından mutlaka okunması ve kitaplığınızda gururla bulundurulması gerekir.
7 Aralık 2009 Pazartesi
DUBROVNİK
Geçtiğimiz Kurban Bayramında tatili Dubrovnik gezisi ile değerlendirdik. Önümüzdeki günlerde tatil için burayı seçeceklere deneyimlerimi aktararak bilgiledirme amacı ile pratik bilgiler vermek istiyorum.
Dubrovnik, Hırvatistan’ın en güney ucunda, Dalmaçya kıyılarında son ve en büyük illerinden birisi. Kış aylarında 40.000 civarında olan nüfusunun yaz aylarında 7-8 kat arttığı söyleniyor. Tipik bir balkan şehri. Dağ ile deniz arasındaki daracık kıyı şeridi boyunda kilometrelerce uzanan bir şehir.
Şehrin, yazın plaj ve deniz dışında kış turizmide Avrupa tur acentelerinin gözdesi olmasıyla önemi giderek artmakta. Gelelim pratik bilgilere;
· Hırvatistan’ın para birimi “Kuno”. 1 Euro= 7,25 Kuno. Yaklaşık 1 TL = 3.20 Kuno civarında.
· Şehir içinde pek çok “Change” bürosu var. Ancak çoğu komisyon alıyor. Para bozdururken komisyonsuz olanları seçmek gerekiyor.
· Şehir içi ulaşımda etkin olan otobüsler. 1 saatlik bilet 8 Kuno (Otobüs içinde alırsanız 10 Kuno) Günlük bilet 25 Kuno. Sabah 06 ile akşam 24 arası sürekli ulaşım var. Taksi çok az. Zorunlu olmadıkça kullanmanın gereği yok. Orta mesafe ücretleri yaklaşık 7-10 Euro civarında.
· Kredi kartı büyük mağazalarda geçiyor. Pek çok dükkan Euro kabul ediyor. Genellikle normal kurdan alıyorlar. Ama dikkat etmek gerekli.
· Şehir haritalarını çok yerde ücretsiz bulmak mümkün. Genellikle esnaf dil biliyor. Yardımcı oluyorlar.
· Şehrin en önemli görülecek mekanı “Stari Grad-Eski Şehir”. Etrafı çepeçevre surlarla çevrili 600-700 senelik eski şehir. 93 savaşında oldukça zarar görmiş, çatılar tümüyle yeniden onarılmış. Unesco “Dünya mirası” listesinde ve koruma altında. Kış sezonunda mekanlar genellikle kapalı. Mutlaka zaman ayrılıp sokak sokak gezilmesinde yarar var, çok zevk alacaksınız.
· Şehir surlarının iki kapısı var. “Pile” kapısı asıl önemli kapı ve şehir içindeki 1a,1b,2,4 ve 6 numaralı otobüslerin son durağı.
· Şehir surlarına 2 noktadan çıkılıp çepeçevre gezilebiliyor. Yaklaşık 2.000 metre uzunluğunda. Giriş 50 Kuno. Hızlı bir şekilde, fotoğrafta çekerek 75-80 dakikada dolaşılabiliyor. Zaman ayırıp mutlaka dolaşmanızı tavsiye ederim.
· “Kras” çikolatası önemli bir markaları. Tatmanızı tavsiye ederim.
· Stari Grad’da birçok yeme mekanı var. Ancak ara sokaklarda “Tac Mahal” küçük, sıcak bir Boşnak lokantası. Ev şarabını mutlaka tadın. Soğuk meze tabağı, “Burek” ve “Cevabi” çok lezzetli.
· Dubrovnik’te “Pizza” yemek isterseniz dikkatli olun. Aksine bir siparişiniz olmaz ise en büyük boy geliyor. Türkiye’deki lezzeti bulamıyorsunuz.
· Dubrovnik’te şehir dışı çevrede gezilecek çok yer var. Liman’dan “Elefiti” adalarına giden ada vapuru var. Üç adayı dolaşan güzergah ihmal edilmemesi gereken bir proğram.
· Türkiye’den giden turların ekstra proğramları kanımca pahalı. Bunun yerine oto kiralayarak yarı fiatına gezmeniz mümkün.
· Dubrovnik’ten Bosna Hersek sınırlarında kalan Mostar’a günübirlik gidip dönmek mümkün. Mesafe yaklaşık 200 km. Dubrovnik-Mostar karayolunda 3 kez sınırdan geçiyorsunuz. Sınırda ciddi bir kontrol yok. Ancak pasaportlarınızı yanınıza almanız gerekli.
· Mostar’da, ünlü köprüyü geçtikten sonra Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğunun hemen yakınında “Buregdzinica” adlı küçük bir börekçi dükkanını mutlaka bulup tüm “burek” çeşitlerini tadın.
· Yine Mostar’da köprünün ilk ayağında “Şadrvan”da değişik bir “cevabi” servisi var. İhmal etmeyin.
· Dubrovnik’in kuzeyinde “Korcula” adası turistik ve önemli bir ada. Hafta içi ada vapuru ve Pazar günleri arabalı vapur var. Adanın küçük “Stari Grad”ı görülmesi gereken bir mekan. Makro Polo’nun evi hoş bir sürpriz olarak karşınıza çıkıyor.
· Dubrovnik-Split karayolundan “Korcula” adasına saptıktan sonra tüm bölge bağlık ve şarap imalathaneleri ile dolu. Adaya giderken ya da dönerken bu imalathanelerde, şehrin yarı fiatına şarap satın almanız mümkün.
· Karayolundan “Korcula”ya saptığınızda “Mali Ston” isimli bir balıkçı kasabası var. Kasabada çok sayıda balık restoranı var. Başka birinde karar kılmaz iseniz, “Kapetanova Kuca” isimli restoranı şiddetle öneririm. Kendinize muhteşem bir deniz ürünleri sofrasını Türkiye fiatlarının yarısına donatabilirsiniz. Usta şef “Steipan”a Türkiye’den selam götürün.
· Evet Dubrovnik keşfedilecek yönleriyle sizleri bekliyor. Daha turistik ve ticari olmadan mutlaka gidin.
Dubrovnik, Hırvatistan’ın en güney ucunda, Dalmaçya kıyılarında son ve en büyük illerinden birisi. Kış aylarında 40.000 civarında olan nüfusunun yaz aylarında 7-8 kat arttığı söyleniyor. Tipik bir balkan şehri. Dağ ile deniz arasındaki daracık kıyı şeridi boyunda kilometrelerce uzanan bir şehir.
Şehrin, yazın plaj ve deniz dışında kış turizmide Avrupa tur acentelerinin gözdesi olmasıyla önemi giderek artmakta. Gelelim pratik bilgilere;
· Hırvatistan’ın para birimi “Kuno”. 1 Euro= 7,25 Kuno. Yaklaşık 1 TL = 3.20 Kuno civarında.
· Şehir içinde pek çok “Change” bürosu var. Ancak çoğu komisyon alıyor. Para bozdururken komisyonsuz olanları seçmek gerekiyor.
· Şehir içi ulaşımda etkin olan otobüsler. 1 saatlik bilet 8 Kuno (Otobüs içinde alırsanız 10 Kuno) Günlük bilet 25 Kuno. Sabah 06 ile akşam 24 arası sürekli ulaşım var. Taksi çok az. Zorunlu olmadıkça kullanmanın gereği yok. Orta mesafe ücretleri yaklaşık 7-10 Euro civarında.
· Kredi kartı büyük mağazalarda geçiyor. Pek çok dükkan Euro kabul ediyor. Genellikle normal kurdan alıyorlar. Ama dikkat etmek gerekli.
· Şehir haritalarını çok yerde ücretsiz bulmak mümkün. Genellikle esnaf dil biliyor. Yardımcı oluyorlar.
· Şehrin en önemli görülecek mekanı “Stari Grad-Eski Şehir”. Etrafı çepeçevre surlarla çevrili 600-700 senelik eski şehir. 93 savaşında oldukça zarar görmiş, çatılar tümüyle yeniden onarılmış. Unesco “Dünya mirası” listesinde ve koruma altında. Kış sezonunda mekanlar genellikle kapalı. Mutlaka zaman ayrılıp sokak sokak gezilmesinde yarar var, çok zevk alacaksınız.
· Şehir surlarının iki kapısı var. “Pile” kapısı asıl önemli kapı ve şehir içindeki 1a,1b,2,4 ve 6 numaralı otobüslerin son durağı.
· Şehir surlarına 2 noktadan çıkılıp çepeçevre gezilebiliyor. Yaklaşık 2.000 metre uzunluğunda. Giriş 50 Kuno. Hızlı bir şekilde, fotoğrafta çekerek 75-80 dakikada dolaşılabiliyor. Zaman ayırıp mutlaka dolaşmanızı tavsiye ederim.
· “Kras” çikolatası önemli bir markaları. Tatmanızı tavsiye ederim.
· Stari Grad’da birçok yeme mekanı var. Ancak ara sokaklarda “Tac Mahal” küçük, sıcak bir Boşnak lokantası. Ev şarabını mutlaka tadın. Soğuk meze tabağı, “Burek” ve “Cevabi” çok lezzetli.
· Dubrovnik’te “Pizza” yemek isterseniz dikkatli olun. Aksine bir siparişiniz olmaz ise en büyük boy geliyor. Türkiye’deki lezzeti bulamıyorsunuz.
· Dubrovnik’te şehir dışı çevrede gezilecek çok yer var. Liman’dan “Elefiti” adalarına giden ada vapuru var. Üç adayı dolaşan güzergah ihmal edilmemesi gereken bir proğram.
· Türkiye’den giden turların ekstra proğramları kanımca pahalı. Bunun yerine oto kiralayarak yarı fiatına gezmeniz mümkün.
· Dubrovnik’ten Bosna Hersek sınırlarında kalan Mostar’a günübirlik gidip dönmek mümkün. Mesafe yaklaşık 200 km. Dubrovnik-Mostar karayolunda 3 kez sınırdan geçiyorsunuz. Sınırda ciddi bir kontrol yok. Ancak pasaportlarınızı yanınıza almanız gerekli.
· Mostar’da, ünlü köprüyü geçtikten sonra Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğunun hemen yakınında “Buregdzinica” adlı küçük bir börekçi dükkanını mutlaka bulup tüm “burek” çeşitlerini tadın.
· Yine Mostar’da köprünün ilk ayağında “Şadrvan”da değişik bir “cevabi” servisi var. İhmal etmeyin.
· Dubrovnik’in kuzeyinde “Korcula” adası turistik ve önemli bir ada. Hafta içi ada vapuru ve Pazar günleri arabalı vapur var. Adanın küçük “Stari Grad”ı görülmesi gereken bir mekan. Makro Polo’nun evi hoş bir sürpriz olarak karşınıza çıkıyor.
· Dubrovnik-Split karayolundan “Korcula” adasına saptıktan sonra tüm bölge bağlık ve şarap imalathaneleri ile dolu. Adaya giderken ya da dönerken bu imalathanelerde, şehrin yarı fiatına şarap satın almanız mümkün.
· Karayolundan “Korcula”ya saptığınızda “Mali Ston” isimli bir balıkçı kasabası var. Kasabada çok sayıda balık restoranı var. Başka birinde karar kılmaz iseniz, “Kapetanova Kuca” isimli restoranı şiddetle öneririm. Kendinize muhteşem bir deniz ürünleri sofrasını Türkiye fiatlarının yarısına donatabilirsiniz. Usta şef “Steipan”a Türkiye’den selam götürün.
· Evet Dubrovnik keşfedilecek yönleriyle sizleri bekliyor. Daha turistik ve ticari olmadan mutlaka gidin.
ONLARI UNUTMAYIN - 6
ŞEHİT ALBAY FETHİ BEY
Albay Fethi Bey (Üsküdarlı Fethi Bey veya Şehit Fethi Bey şeklinde de anılır; Şehit Fethi Bey lakabının Tayyareci Fethi Bey için de kullanıldığı unutulmamalıdır) 15 Mayıs 1919 günü İzmir'in Yunan ordusunca işgalinin başlamasıyla, Hasan Tahsin'in "ilk kurşun"unun sertleştirdiği bir ortamda, Sarıkışla'da esir alınan Türk askerleri arasında yer almış, Kordon'da ahalinin (özellikle Rum ahalinin) içinde Yunanlıların tüm zorlamalarına rağmen "Zito Venizelos" diye bağırmayı reddetmesi üzerine 22 süngü darbesi ile şehit edilmiş bir Türk askeridir.
İstanbul'da, Sirkeci'den Gülhane Parkı kapısına doğru gidilirken yolun sağa kıvrıldığı dönemeçte yer alan ve 1950'lerde yolun genişletilmesi için yıktırılan Salkımsöğüt Kadiri tekkesinin 19. Yüzyıl sonlarındaki şeyhi olan İzzî Efendi'nin oğlu olarak, Üsküdar'daki evlerinde 1877 yılında doğmuştur. Tam adı Süleyman Fethî'dir.
Askeri okula girmiş, başarılı bir öğrencilikten sonra 1896 yılında, sınıfının onuncusu olarak Harp Okulu'nu bitirmiştir. 1899'da kurmay subay oldu. Askerlik göreviyle Hicaz'da bulundu ve isyancılarla çatışmalara katıldı. Üstün başarılar gösterdi ve yaralandı. 1912'de Harbiye Nezareti'nde müşavir yardımcılığına atandı. 1914'te albaylığa yükseltildi. Birinci Dünya Savaşı'nda da üstün başarılar ve fedakârlıklarından ötürü nişanlar, madalyalar kazandı. Ancak aldığı yaralar yüzünden hastalandı. 1916 yılında tedavi için Almanya'ya Wiesbaden kaplıcalarına gönderildi.
Albay Fethi Bey tedavisinden sonra Türkiye'ye döndüğünde Mütareke dönemi başlamıştı. Dördüncü Kolordu'nun İzmir Askerlik Şubesi başkanlığına atandı.
15 Mayıs 1919 günü Yunan ordusunun İzmir'i işgal etmeye başladığı sırada, eşi Edibe Hanım'ın telkinlerine aldırmayarak Karantina semtindeki evinden çıkıp işine gitti. Sarıkışla'daki bürosunda iki Yunan subayı ve yanlarındaki erler tarafından tutuklandı. Zorla odasından çıkarılarak ve Yunan askerleri arasından yürütülerek Kordon'daki Pasaport mevkiine getirdiler. Pasaport'taki rıhtım boyunda esir diye getirilmiş başka Türk subayları da tek sıra olarak yanyana dizilmişlerdi ve başlarında Efzun denilen özel kılıkta giyimli Yunanlı erler de bulunmaktaydı. Yunan savaş gemileri limandaydı. Ayrıca işgalden sevinç duyan yerli Rumlar alanı doldurmuş, bayram havası yaşıyorlar, yapıların damlarına, çatılarına çıkmış, balkonları, terasları doldurmuş halde sevinç çığlıkları atıyorlardı.
Bir Yunan subayı, yanında bir Efzun eriyle, tek sıra dizilmiş olan Türk subaylarından biri önünde duruyor, onlara kollarını yana kaldırtıp indirterek "Zito Venizelos!" yani "Yaşasın Venizelos!" diye bağırmalarını söylüyordu. Kollarını yana kaldırtıp indirtmek özellikle aşağılamak, küçük düşürmek içindi. Bu arada yapıların damlarındaki, çatılarındaki, evlerin balkonlarındaki Rumlar, alanı dolduranlar, alay ederek kahkahalar savuruyorlardı.
Fethi Bey, Yunan subayının dediğini yapmadı. Subay buyruğunu birkaç kez yineledi, ancak Fethi Bey onu duymamış gibi davrandı. Subayın Fethi Bey'in omuzlarındaki albaylık apoletlerini sökmek istemesi üzerine, elini şiddetle iterek, "Onları sen takmadın ki sen sökesin!" diye bağırdı.
Bunun üzerine, Yunan subayının Efzun erine verdiği bir komutla, önce bir, sonra ikinci ve üçüncü bir kez, nihayet toplam yirmi iki kez süngülendi ve sonrasında yere yıkıldı. Eşi Edibe Hanım ve yakınları, İzmir'i işgal eden Yunan birliği komutanından, Albay Fethi Bey'i kendilerine vermelerini istediler. Ama Yunan komutanı, yaralı Türk albayını vermedi. Fethi Bey'in yakın dostu Ali Şefik Bey, İzmir'deki Fransız Başkonsolosluğuma başvurdu. Fransız Başkonsolosu'nun yardım ve aracılığıyla Fethi Bey Yunanlılar'ın elinden alınabildi ve İtalyan hastanesine yatırıldı. Aynı gece "Makamımı görüyorum!" diye inleyerek şehit oldu.
Şehit Üsküdarlı Albay Süleyman Fethi Bey'in naaşı, dostu Ali Şefik Bey'in Küçük Fettan Sokağı'ndaki evine getirilmiş, ertesi günkü cenaze töreni İzmir'in Türk halkı için bir gövde gösterisi olmuştur. İzmir'deki Mevlevi tekkesinin mezarlığına gömülmüş, süngü yaralarıyla delik deşik olmuş albay üniforması da sonradan askeri müzeye verilmiştir.
Albay Fethi Bey (Üsküdarlı Fethi Bey veya Şehit Fethi Bey şeklinde de anılır; Şehit Fethi Bey lakabının Tayyareci Fethi Bey için de kullanıldığı unutulmamalıdır) 15 Mayıs 1919 günü İzmir'in Yunan ordusunca işgalinin başlamasıyla, Hasan Tahsin'in "ilk kurşun"unun sertleştirdiği bir ortamda, Sarıkışla'da esir alınan Türk askerleri arasında yer almış, Kordon'da ahalinin (özellikle Rum ahalinin) içinde Yunanlıların tüm zorlamalarına rağmen "Zito Venizelos" diye bağırmayı reddetmesi üzerine 22 süngü darbesi ile şehit edilmiş bir Türk askeridir.
İstanbul'da, Sirkeci'den Gülhane Parkı kapısına doğru gidilirken yolun sağa kıvrıldığı dönemeçte yer alan ve 1950'lerde yolun genişletilmesi için yıktırılan Salkımsöğüt Kadiri tekkesinin 19. Yüzyıl sonlarındaki şeyhi olan İzzî Efendi'nin oğlu olarak, Üsküdar'daki evlerinde 1877 yılında doğmuştur. Tam adı Süleyman Fethî'dir.
Askeri okula girmiş, başarılı bir öğrencilikten sonra 1896 yılında, sınıfının onuncusu olarak Harp Okulu'nu bitirmiştir. 1899'da kurmay subay oldu. Askerlik göreviyle Hicaz'da bulundu ve isyancılarla çatışmalara katıldı. Üstün başarılar gösterdi ve yaralandı. 1912'de Harbiye Nezareti'nde müşavir yardımcılığına atandı. 1914'te albaylığa yükseltildi. Birinci Dünya Savaşı'nda da üstün başarılar ve fedakârlıklarından ötürü nişanlar, madalyalar kazandı. Ancak aldığı yaralar yüzünden hastalandı. 1916 yılında tedavi için Almanya'ya Wiesbaden kaplıcalarına gönderildi.
Albay Fethi Bey tedavisinden sonra Türkiye'ye döndüğünde Mütareke dönemi başlamıştı. Dördüncü Kolordu'nun İzmir Askerlik Şubesi başkanlığına atandı.
15 Mayıs 1919 günü Yunan ordusunun İzmir'i işgal etmeye başladığı sırada, eşi Edibe Hanım'ın telkinlerine aldırmayarak Karantina semtindeki evinden çıkıp işine gitti. Sarıkışla'daki bürosunda iki Yunan subayı ve yanlarındaki erler tarafından tutuklandı. Zorla odasından çıkarılarak ve Yunan askerleri arasından yürütülerek Kordon'daki Pasaport mevkiine getirdiler. Pasaport'taki rıhtım boyunda esir diye getirilmiş başka Türk subayları da tek sıra olarak yanyana dizilmişlerdi ve başlarında Efzun denilen özel kılıkta giyimli Yunanlı erler de bulunmaktaydı. Yunan savaş gemileri limandaydı. Ayrıca işgalden sevinç duyan yerli Rumlar alanı doldurmuş, bayram havası yaşıyorlar, yapıların damlarına, çatılarına çıkmış, balkonları, terasları doldurmuş halde sevinç çığlıkları atıyorlardı.
Bir Yunan subayı, yanında bir Efzun eriyle, tek sıra dizilmiş olan Türk subaylarından biri önünde duruyor, onlara kollarını yana kaldırtıp indirterek "Zito Venizelos!" yani "Yaşasın Venizelos!" diye bağırmalarını söylüyordu. Kollarını yana kaldırtıp indirtmek özellikle aşağılamak, küçük düşürmek içindi. Bu arada yapıların damlarındaki, çatılarındaki, evlerin balkonlarındaki Rumlar, alanı dolduranlar, alay ederek kahkahalar savuruyorlardı.
Fethi Bey, Yunan subayının dediğini yapmadı. Subay buyruğunu birkaç kez yineledi, ancak Fethi Bey onu duymamış gibi davrandı. Subayın Fethi Bey'in omuzlarındaki albaylık apoletlerini sökmek istemesi üzerine, elini şiddetle iterek, "Onları sen takmadın ki sen sökesin!" diye bağırdı.
Bunun üzerine, Yunan subayının Efzun erine verdiği bir komutla, önce bir, sonra ikinci ve üçüncü bir kez, nihayet toplam yirmi iki kez süngülendi ve sonrasında yere yıkıldı. Eşi Edibe Hanım ve yakınları, İzmir'i işgal eden Yunan birliği komutanından, Albay Fethi Bey'i kendilerine vermelerini istediler. Ama Yunan komutanı, yaralı Türk albayını vermedi. Fethi Bey'in yakın dostu Ali Şefik Bey, İzmir'deki Fransız Başkonsolosluğuma başvurdu. Fransız Başkonsolosu'nun yardım ve aracılığıyla Fethi Bey Yunanlılar'ın elinden alınabildi ve İtalyan hastanesine yatırıldı. Aynı gece "Makamımı görüyorum!" diye inleyerek şehit oldu.
Şehit Üsküdarlı Albay Süleyman Fethi Bey'in naaşı, dostu Ali Şefik Bey'in Küçük Fettan Sokağı'ndaki evine getirilmiş, ertesi günkü cenaze töreni İzmir'in Türk halkı için bir gövde gösterisi olmuştur. İzmir'deki Mevlevi tekkesinin mezarlığına gömülmüş, süngü yaralarıyla delik deşik olmuş albay üniforması da sonradan askeri müzeye verilmiştir.
3 Aralık 2009 Perşembe
KASIM AYINDA BU KİTABI OKUDUM - 4
KİTABIN ADI : Jangada
KİTABIN YAZARI : Jules Verne
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Ender Bedisel
KİTABIN YAYINEVİ : İthaki Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 388
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 8/10 (Yaklaşık 100 yıl önce yazıldığı göz önüne alınmalıdır)
ÖNERİ : Jules Verne dünyasına geç kalmayın
KİTABIN YAZARI : Jules Verne
KİTABIN ÇEVİRMENİ : Ender Bedisel
KİTABIN YAYINEVİ : İthaki Yayınevi
KİTABIN BASKI YILI : 2009
KİTABIN BASKI SAYISI : 1. Baskı
KİTABIN SAYFA SAYISI : 388
KİTABIN DİZGİ/BASKI KALİTESİ : 10/10
KİTABIN YAZIM-DİL KALİTESİ : 10/10
KİTABIN EDEBİ/SANATSAL DEĞERİ : 8/10 (Yaklaşık 100 yıl önce yazıldığı göz önüne alınmalıdır)
ÖNERİ : Jules Verne dünyasına geç kalmayın
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)