1 Nisan 2014 Salı

ONLARI UNUTMAYIN - 31

KESTEL ONBAŞI
Tevellüdüm 1302 (1886), üç ferman gördüm, üç padişah eskittim. Sultan Hamid'i, Sultan Reşat'ı bilirim. Seferberlik ilan olununca kışlalara alındım. Çok talim gördüm, çok yer çiğnedim. Adana köprüsünde müfreze, Halep'de süvariydim. Yayan Dürzi Harbine katıldım. Kanal Harbinde denizden topa tuttu İngiliz. Sol baldırımdan vuruldum, hastane, yatak yoktu. Sonunda esir düştüm İngiliz'e. Mısır'da Seyd-i Beşir esir kampına alındım, çevresi çift kat tel örgüyle çevrili kampta çeyrek peksimetten başka yiyecek vermezlerdi, su yoktu, kalksan döverler, yürüsen döverlerdi. Çok bit vardı, saçımızı, kaşımızı kirpiğimize kadar yemiş bitirmişti bitler.
Bir gün tel örgünün dışında bir kadın göründü, kadın beni tanıdı ben de kadını tanıdım. Haticeyan adında bir Ermeni kadındı. O da vaktiyle bizim Efrenk (şimdiki adı Arslanköy) köyünde yaşardı. Şişman bir de kocası vardı kalaycılık yapardı. Bir gün bu kadının kocası öldü, köyün hocası da bu adam dinimizden değil gavurdur diyerek cenazesini kaldırmadı. Adamcağızın ölüsü orta yerde kalmıştı. Ben de gavurda olsa bir insandır, dini önemli değil demiş, cenazesini kaldırıvermiştim adamın. Seferberlikte Ermeniler göçünce Haticeyan da Mısır'a kaçmış, İngiliz'e sağınmış. Mısır nire, Torosların başındaki Efrenk nire?

Haticeyan benim yıllar önce kendisine yaptığım iyiliği unutmamış olacak ki İngilize beni tanıdığını söyledi. Ben bu adama kefilim dedi. Esir kampından çıkardılar beni. Haticeyan günlerce yaralarıma merhem sürdü, bakımını yapıverdi, sonrada serbestsin dedi. Yayan yapıldak vurdum kendimi çöllere, her yan tehlike doluydu o zamanlar. İngilizler, Araplar arasında bir söylenti yaymışlardı. "Gördüğünüz her Türk askerinin karnında altın dolu,Türkler karınlarında altın kaçırıyorlar, yakaladığınız Türk askerinin karnını deşin, bulduğunuz altın sizin olsun. " diye. Bunu duyan aç gözlü fellahlar nerde Türk
askeri yakalarlarsa,pusular kurarak esir alıyorlar, sonrada altın bulacağız diye CEMBİYE denilen eğri uçlu bıçaklarını askerlerinin karınlarına takıp yırtarak, midesini bağırsağını canlı canlı boşaltıyorlardı. Yakalanmamak için geceleri yürür, gündüzleri saklanırdım.
Gazze, Beyrut derken Antakya'da birliğime kavuştum. Memleketim Toroslara ulaşınca, derin bir nefes aldım. Artık her şey bitti, başımda kör dumanlar kalktı sanırken değilmiş meğer. Memleket işgal atında. Bunalmışın eli tetikte olur derler. Gün yine meydana
çıkma günüydü. Misis, Devrendi, Tarsus, Ulukışla oradan da ham tozlu yollardan hep yürüye yürüye Polatlı'ya geldik. Garp Cephesi'ne duhul oldum. Sakarya'da siperler meskenimiz oldu,mevziler kazdık günlerce, elimizde kazma, sırtımızda gümüşlü tüfek. Sakarya Harbini kazandık, önümüze kattığımız Yunanı Afyon' a kadar kovaladık, emme Afyon'dan sonra bize yiyecek getirecek arabamız, imkanımız yoktu. Sakarya harbi yiyip bitirmişti orduyu. Afyon'un ayazı da ayaz olur ha, Poyrazı ata kuyruk sallatmaz. Ben bazen süvari oldum, atımlara pusulara düştüm, yuvarlandım atım öldü, ben kurtuldum, bazen de nefer oldum, çemberlere alındım. Mataramızı yastık, toprağı yatak belledik, göğü örtündük üstümüze. Başımızda eski çadır artıklarından yapılan boz kalpaklarla siperlerden siperlere atladık. 
Bilir misin o zamanlar Kemal Paşa'nın Hükümeti bir asker kadar YOKSULDU. Çadırı, kaputu, postalı, karavanası yoktu. Askere verdiği silahları toplamaydı, birimizin silahı
öbürümüzün silahına benzemezdi, mermiler birbirimizin tüfeğine uymazdı. Hatta benim tüfeğimin kayışı bile yoktu, kayış yerine kıl örme kara bir kestel ipi bağlamıştım da ondan sonra adım KESTEL ONBAŞI'ya çıkmıştı. Ayağımız çarıklı idi, çarığımız kuruyunca hem ayağımızı sıkardı, hem de altı kayganlaşır, bazen bir düşman kadar tehlikeli olur, düşürürdü bizi. Biz de nerde su görürsek üzerine basar çarığımızın altına ıslatmaya çalışırdık. Islak çarık hem yolu iyi tutar, hem de ayağımızı sıkmazdı. En fazla aşımız sabah akşam kaynamış nohutla buğdaydan ibaretti, her gün 2-3 avuç kaynamış nohut veya buğday verilirdi. Doymazdık, bel kayışımızı sıkıca sarar bağlardık ki kursağımız karnımıza değsin de açlığımız duymayalım diye. Bazen de düşmanın İzmir'e doğru kaçarken ovada ateşe verip yaktığı buğday tarlalarındaki başak artıklarını toplar, avucumuzda ufalar, üfler savurur, kalan taneleri yerdik, bir kısmını da çantamıza koyardık.

İşte o çarıkların sıktığı ayaklarımızla, haşlanmış buğdayların ıslattığı midelerimizle girdik İZMİR'e a oğul. İzmir'e girdiğimizde çoğumuzun sırt çantaları buğday başakları ile doluydu. Düşmanı Çeşme'ye kadar kovalayan askerlerin içinde ben de vardım. Manga
başıydım, Çeşme önlerinde ilk defa denizi gördüm. Çarığım ayağımı sıkıyordu, deniz suyunda ıslatmak için ayağımdan çarığımı çıkardım ama taban diye bir şey kalmamıştı altında. Şöyle bi
çarığımı gözümün önüne tuttuğum da tabanının deliğinden, çizmeli düşmanın kaçışını gördüm. ÇARIK, ÇİZMEYi YENMİŞTİ.
Daha ne söyleyeyim ki hangi birini anlatayım ki, denize bakan konakların çıra gibi yanışını mı? Çıkan dumanların arasında anasız babasız kalmış çocukların çığlıklarını mı? Her şey kıyamet alameti gibiydi. Öksüz yavruların hepsi bizden analarını babalarını soruyor ve bizden ekmek, su istiyorlardı. Afyon'dan beri çarpışa çarpışa akıp gelen biz asker amcaları biliyorduk hepsini Yunan öldürmüştü, ama bunları onlara nasıl söyleyebilirdik ki.

O cepheden bu cepheye bu cepheden o cepheye derken tam onbir (11) yıl seferberliğin içinde döndürdüm bu ömrü oğul. Tam 11 yıl kurşun altı oldum, ölüm ağızlarında bulundum, ne anamı ne de babamı görebildim, ne de bayramlaşıp kucaklaşabildim. Düşmanın girdiği yerde bayramlaşma kucaklaşma olur mu? Bu savaşların hiç birinde ne çavuşluk, ne de rütbe ummadım, sadece kör dumanlar dağılsın, borazan sesiyle uyanacağımıza horoz sesiyle uyanalım dedim.Terk-i silah ettiğimde yaşım 30'u
geçmişti, çoğu akranlarım şehit olmuş bazıları yaralanmıştı.Hayata ilk başladığım köyüme döndüğüm vakit BABAMI MEZARDA, annemi ise yaşlanmış, eğri buldum. Her şey harap olmuş idi, başa yani aslına dönmüştü çekirdek misali. Açlık evleri delmiş, bağlar yabana kesmişti.

Osmanlıda din adamları savaşa gitmezdi. Onlar, avradın, paranın, mülkün en iyisine konmuşlardı. Önce, çamur karıp duvar örmeye koyuldum, başımı sokacak evimi yaptım. Üzerimde sadece bir tek kıl şalvarla, düğmesiz yakasız bir gömleğim vardı. Onlarla yatar onlarla kalkardım günlerce, kirlenince, geceleri çıkarır küllü suda yur, yıkar sonra da ocak ateşinin kenarına asardım kuruması için. Yorganın altına çırılçıplak girer sabaha kadar kurumasını beklerdim. Belim doğrulsun, hanem yeşersin dedim, sonunda evlendim, yani kırkından sonra şehzade oldum misali. Çocuklarım oldu, torunlarım oldu, başım horandaya karıştı. Ama şimdi yaşlandım oğul gövdem duygularını yitirdi, belden
aşağım toprağa girmiş sayılır. Yakında toprak omzuma da çıkarsa hiç şaşırmam ama yaşamam keşke bir işe yarasa idi a oğul kulağıma geliyor, duyuyorum, durum şartlar bozukmuş yine. Kendi kendime söylenir dururum
"ESKİDEN SAVAŞ ZAMANINDA ALTINDIK, ŞİMDİ BARIŞ ZAMANINDA GEÇMEZ AKÇE
PUL OLDUK" diye.

NOT: Kestel Hüseyin asıl adıyla Büyük Hüseyin'in mezarı Mersin ARSLANKÖY'dedir.
Not: Kestel Onbaşı ile bu konuşma 10 Ağustos 1994 günü yapılmıştır.


Bolkar Dergisi
Osman ŞAHİN

4 yorum:

  1. BEĞENDİM VE FACE DE PAYLAŞTIM

    YanıtlaSil
  2. Bu nasıl bir hayat hikayesidir böyle film gibi..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Şimdi geriye bakınca öyle görünüyor. Ama anlatılan dönemde ne hayatlar bitti, ne umutlar söndü. Bir de Mustafa Kemalimiz olmasaydı, o günleri geçebilme imkanımızda belki olmayacaktı.

      Onlar bize, gurur ve onur bıraktılar. Biz ise haramı, çalmayı, iftirayı, hakareti, sövmeyi önemsemez ve kutsar hale geldik.

      Sevgi ve saygılarımla

      Sil